Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Okuma yazmayı unuttuk!

-Bilmem size de “ ö” geldi mi? Şu “kovit musibeti ”nin hepimizi evde esir tuttuğu günlerde ne yapacağımızı şaşırmadık mı?  - Günlük işler bitti mi? Sıra gelsin sinek avlamaya...  -Yahu bu kış günü sinek de yok ki! -Canım o sözün gelişi,  çoğumuzun başvurduğu “yaşamda oyalanma yöntemleri”nden söz ediyorum, şu akıllı telefonu elden düşürebiliyor muyuz mesela? Ya da evde o beyaz cam gece gündüz açık değil mi? Evet, akıllı telefonumdaki mecraları bir bir tararım her gün... İşte Twitter yine içimi kararttı, küçücük kızının yanında, sokakta karısını yere yatırıp tekme tokat döven adamın görüntüleri... Hem de kadınlar günü arefesinde! Facebook daki mesajlara baktım, doğum günü olan arkadaşlarıma emojiden pasta gönderdim, Instagram kıraati de bitti, reel izle dur... Mübarek sistem iyi hoş da blog veya link paylaşımına izin vermiyor... Neymiş? Bilmem kaç binden fazla takipçin olacakmış...  Sıra Whatsapp mesajlarında... Önce kişisel olanlar, sonra grupla...

Bir oğlum oldu, beni büyüttü

Kaç “ 1 Mart vardır”  yaşamında insanın? Bilmem, yetmiş mi? Seksen mi? Ama biri vardır ki unutulmaz... Her yıl daha da güzelleştirir yaşamı. Benim 1 Martlarımdan söz ediyorum. Yani oğlum  Ali ’nin dünyaya geldiği  1 Mart ı anımsayarak. Doğmadan önce bir kere görmüştüm onu, odamdaki çekmecedeydi. Çekmeceyi bir açıyorum  Ali ... Rüyaymış meğer, ama o kadar gerçek ki, ismini çoktan koymuşuz  Ali ’nin, “ Bizimkiler gibi zor gelmesin dile kulağa”  demişiz, doğdu, bir baktım, aynı o çekmecedeki  Ali ... Önceleri ağlayan bir sesti, doymayan bir ağız. Sonra büyüdü biraz, özel bir dil geliştirdik aramızda. Öyle bir dildi ki, sadece ikimiz konuşabiliyorduk. Daha da büyüdüğünde arkadaş olduk, yarenlik ettik, dünyayı tanımaya çabalıyorduk birlikte, arada dertleşiyorduk, beni ne çok güldürürdü...  Üzüldüğümüz de olurdu bazen, neyse ki hemen  bulurduk teselli sözcüklerini. Kavga etmedik mi? Çoook... Bilmem ki, kavga  etmese miydik? Kimler biliyor peki...

CUMANIZ MÜBAREK OLSUN!

Geçenlerde bir gecemizi heyecan, hayranlık duygusu ve ne yazık ki epey de hayıflanarak  geçirdik... Şu Perseverance ’tan (sebatkar-gayretli demekmiş!) söz ediyorum.  Hani, bizden fersah fersah uzaktaki Mars ’a tam 7.5 aydır yol alıyordu da, keşfedilmemiş, “ havasız mı susuz mu ” tam bilinmeyen, engebeli, kıpkırmızı topraklara “ şıp ” diye konuveren Perseveranc e’tan. (*) Onun Mars’a yumuşak inişini kıskançlık, pişmanlık, hayret, saygıyla karışık hayranlıkla izliyorduk... NASA ’nın sözcüleri (çoğu da kadındı,) teknik ekip üyeleri ile yapılan röportajları izledikçe gözlerime yaş doldu... Gülümseme o bilimin aydınlığı ile pırıl pırıl parlayan gururlu yüzlere nasıl da yakışmıştı. -Zavallı ülkemiz Diye düşündüm... Bu ortak sevinçten, başarıdan, gururdan ne kadar uzak...  Liderler bırakın aydınlığa, bilime kafa yormayı, kafa yorana destek çıkmayı, birbirinin gözünü oymacada...  Kötü söz, küfür, hakaret, beddua kıyamet gibi, havalarda uçuyor... Trilyonlar boşa savruluyor h...

Kara Delik mi yuttu?

13 şehit haberlerini okuyoruz, paylaşımlara bakıyoruz, savrulmalar yaşıyoruz... Öğreniyoruz ki bu 13 vatandaş, 6 yıldır PKK elinde rehin. Aralarında asker, sivil, polis memuru ve MİT mensubu olanlar var. Nedense (!) Malatya Valisinin açıklamasıyla isimleri ( MİT görevlileri hariç!) açıklanıyor. Peki: -Bu insanlar kara delik tarafından mı yutulmuştu? -Neden bugüne kadar kayıp olduklarından haberimiz olmadı? -Ailelerinin “6 yıldır uğraştık ama kayıplarımızın duyurusunu bile yapamadık. Kamuoyunda, basında sesimizi duyuramadık” yakınması neden tam 6 yıldır yankı bulmadı? -Ya polis memuru Vedat Kaya? PKK tarafından 6 yıl önce rehin alınmış, sonra açığa alınmış, sonra bir KHK ile meslekten ihraç edilmiş...  -Ya şimdi? -Tam 6 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü tarafından “şehidimizin kanı yerde bırakılmayacak” diye duyuruluyor şehadeti... Oysa aileler 6 yıldır başvurmadık kapı bırakmamışlar ama sonuç alamamışlar, herkese ama herkese başvurmuşlar, hatta Cumhurbaşkanına bile... Çarey...

Sevgililer günü kanaviçesi

 Gecenin bir vakti aklıma geldi: -Yarın sevgililer günü, bir resim bulsam da hesaplarıma koysam... Evet, düşündüm, nasıl bir resim koysam? Uçuşan kalpler mi bulsam, çoook eskilere gidip, el ele göz göze bir resim mi arasam? Ama şimdi bizim için değil, “ aşkın kendisi ”ne ilişkin resim arıyorum...  -Aaa işte bak o en sevdiğim kanaviçe... Tamam, bunu kullanayım... O kanaviçedeki tarih 1993 ... Cumhuriyet gazetesindeyim o zamanlar... Cüneyt Arcayürek şefliğinde, müthiş yoran ama tatmin açısından rüya gibi bir çalışma ortamındayız. Ben onca işten fırsat bulduğumda, evde de işler tamamsa, - hani sofradan kalkmışız, çocuklar ödev yapıyor, çayı demlemişim, biz sohbetteyiz- işte gecenin en güzel saatleri, hadi kanaviçeni de al eline... diyorum kendi kendime. Gerçekten de kanaviçe işlemek en sevdiğim işlerdendi... Hayata dair anlatmak istediklerime, rengarenk ipliklerle bir yol bulurdum sanki... İşte o kanaviçenin ipliklerini, sevgili arkadaşım, meslektaşım Lale Sarıibharimoğlu (*)...

Anneden gazeteci olur mu?

ABD’nin, Başkan Bush aracılığı ile Irak lideri Saddam ’a “suyumu bulandırıyorsun! ” Dediği günlerdi...  -Eh, sözde müttefikin yanında ezeli-ebedi komşunun lafı mı olur?  Bizimkiler  de hemen ABD’nin dümen suyuna girdiler. Oysa  Bülent Ecevit ’in “ gazeteci kimliği ” ile Bağdat ’ gidip Saddam ’la görüşüp, kapsamlı söyleşisini  Milliyet ’te (*) yayınladığı sayfalar tam bir ders niteliğindeydi. Dinleyen var mıydı ki? Ok yaydan çıkacaktı yakında. “Saddam yönetimi kimyasal silah üretiyormuş. Bunlar öyle silahlarmış ki, taaaa Bağdat’tan ateşlense, Ankara’ya kadar ulaşabilirmiş...” tarzında haberler yapılmaya başlandı. Hele Hürriyet , krokilerle süslü uydurma manşetleriyle başı çekiyordu. Oysa pek çok batılı, hatta Amerikalı uzman (**)   Birleşmiş Milletler ’e kimyasal silah iddiasının doğru olmadığını kanıtlayan raporlar sunmuştu. Ama ABD kafaya koymuştu bir kere... Devirecekti Saddam’ı.  Yıllar sonra İngiliz Başbakan Tony Blair ’den gelen, “ Bağdat’ta g...

67 CADILLAC CALAIS

Annem “ mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” Deyişini sık tekrarlardı...  -Yaşamı “ sekiz sözcükte ” özetleyiveren başka deyiş varsa, bilen söylesin... Çocukluk serüvenlerimizin unutulmaz Hanımeli Sokağına park etmiş “ tek araba ”yı hatırlarım hep, o siyah 8 silindirli  “ Bıyık ”ı, pardon Buick ’i...  Komşumuz Ali Bey’ in arabasına hep birden doluşur, Gençlik Parkı na giderdik hani, mutluluktan gülüşüp kıkırdaşırken birer sosisli tutuşturulurdu elimize... -Şişman’ın dondurması damağımızda erirken cennette mi sanırdık kendimizi? O öykünün sayfaları Ali Amca nın Marsilya ’da “baz morfin ”le yakalanıp tutuklanışı ile kapandı... Buick sonraları kim bilir  kime satılmıştı “ yok pahasına ?” Bu 67 Cadillac’ ınki, neyse ki mutlu bir öykü...  Taa Amerikalardan kalkıp, yorgun argın Ankaralara varıp, kendini Feyzan Erel ’in sevgisine, Akgün Usta’ nın şefkatli ellerine bırakmış... Tepeden tırnağa yenilenip, o kaymak gibi bembeyaz görünümüne yeniden kavuşmuş da...

Bir Gün aslında kaç saattir?

Erendiz Atasü’ yü okumaya da dinlemeye de bayılırım... Günlerdir iple çektiğim söyleşimiz çabucak sonlandı, su gibi akan bir saatin ardından vedalaştık... İzlemek isteyenler için linki buraya koyuyorum...  https://www.facebook.com/media4democracy/videos/3793288504069473/ -Harika bir gün yaşadım diyecektim tam...   İsterseniz günü baştan alayım, saat saat anlatayım: Sabah 07.00  Evden çıkış, pardon çıkamayış! Dış kapı buzdan geçit vermiyor. Uğraş didin açılsın... Aaa kar lastiği kar etmiyor, kayıyor araba, dikkat. Saat 08.00 Hastaneye varış... Fizik tedavi, offf acıyor, tut kendini sakın çığlık atma... Saat 09.30 Yahu şu saçımı bir taratsam mı? Madem görüntülü söyleşi var... Saat 11.00 Buz filan yok yollar erimiş bas gaza... Eve yetiş, İngiliz Büyükelçisinin  sanal basın toplantısını izlemek istiyordun ya... Saat 11.30 Teams ’dan canlı yayın başladı, ilginç, yeni büyükelçi tam bir diplomat, soruların hangisine off the record yanıt vereceğini iyi seçiyor...  Saat...

Erendiz Atasü’yü okumak kafamı da omzumu da iyileştirdi

Salgın, yasaklar, karantinalar, yalnızlık derken hepimiz karabasanlardayız. Hem de aylardır... Kendi adıma söylüyorum, onca çaba boş,  dipsiz kuyuda kayboluyor, kaç zamandır süren şu kütüphane temizliğinde olduğu gibi... Onca yıllık mesleğin kimi hüzünlü, kimi pırıltılı, hatta neşe saçan anılarına dayanak olan belgeler... Fotoğraflar... O günleri coşkuyla yaşarken,  gün gelip de tozlara bulanmış sisli yaşanmışlıklara tekrar dalmanın böylesine hüzün yaratacağı aklıma gelir miydi? Günler geceler geçmek bilmiyor. Ne kadar değerliymiş meğer anlamsız işler için bile sokağa çıkıvermek, direksiyondayken günü kafanda evirip çevirmek... -Önce Tunalı’ya giderim, hanidir istediğim şu kazağa bakarım, zaten AVM’lerden içime fenalık geliyor. Birbirinin kopyası mağazalar  itiyor insanı. Tunalı’da her zaman farklı bir şey bulursun. Hatta bakarsın birisine bile rastlamışsın, kahve içersiniz. Neydi o David Barchard’la karşılaşmanız? Ayaküstü  sohbetiniz? İnanamıyorum onun bu düny...

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi

24 Ocak 1993   Pazar günü çok soğuk, hatta bizim o taraflarda karlı bir gündü, şehrin epey dışında, Eryaman ’da oturuyorduk. Öğle saatlerinde   ailece Esenboğa ’ya   doğru yola çıktık. Eşim Feyzan   o gün yurtdışına gidecekti, onu havaalanına bırakacaktık, çocuklarımız küçüktü, evde yalnız kalmalarını istememiştik. O yıllarda , Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda çalışıyordum. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı dönemdi, zamanla yarışabilmek kaygısıyla gazeteden hepimize birer çağrı cihazı verilmişti. Çantamda duran cihazın mesaj anlamındaki bip lerini duyunca çıkarıp baktım:   -Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bomba infilak etti... (*) Tekrar tekrar okudum, inanamıyordum. Sanki okuduklarım kafama girmiyordu. Tam bir dumura uğramışlık haliydi...Çağrı cihazları sadece gelen mesajları gösterebiliyordu, yazışma yapılamıyordu. Kıvranıyordum meraktan, endişeden, ama yer demir gök bakırdı. Esenboğ a’ya vardığımızda, arabadan hemen inip, bulduğum t...

Katillerle, tecavüzcülerle yargılandık!

Gazetecilik “ çileli iştir ” demiştik. (*)  -Müyesser Yıldız, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Murat Ağırel gibi başarılı gazeteciler, acaba bu eziyete neden reva görülür?  -Kamuoyunu aydınlatma görevini çok ciddiye aldıkları için olmasın? (**) Kimileri de gazeteciliği şöyle görüyor: -Ne güzel işte, imzanız var, kamuoyunda tanınıyorsunuz, bol bol seyahat, devletin tepesindeki isimlerle samimiyet...Daha ne olsun? Oysa işin içyüzü öyle mi? Milliyet Gazetesindeydim. Büroda olağanüstü sıcak bir gün yaşıyorduk, pencerem açıktı ama kavak ağacının yapraklarında en ufak kıpırdanış bile yoktu, şeytan beni kolumdan çekip uykuya götürme çabasındaydı! Derken telefonum çaldı, beni adeta yerimden sıçratan bir bilgi ulaştı.  Iraklı  bir işadamı ( Jamal Tahir ) Ankara ’da, tam da Genelkurmay Başkanlığı önündeki kavşağın inşaatına talip oluyor... Büyük paralar  söz konusu, ortada doğru dürüst ihale mihale yok. Üstelik Milli İstihbarat Teşkilatı, bu işadamının lanetli  RABIT...

Çileli meslek gazetecilik

Hava çok soğuk, hele gecenin bu saatinde... Çalışma odam sıcacık, ne kadar değerli...Gazeteciler Cemiyetinin 75. Kuruluş yıldönümü yaklaşıyor, bir söyleşiye  hazırlanıyorum. Kimlerle konuşacağım?  Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Uğur Mumcu’nun deyimiyle “ sakıncalı piyade ” dördü de...Ortaya koydukları yürekli gazetecilik, onları yıldızlaştırdı ama ağır bedel ödediler. Art arda açılan davalarla defalarca gözaltına alındılar, tutuklandılar, Silivri’de, Sincan’da buz gibi hücrelerde, sert ranzalarda onca eziyet çektiler, üstelik çileleri hala dolmadı. Sanal ortamı geziyorum, oooo neler neler yaşamışlar. Haklarında sahte delil mi üretilmemiş? Çocuklarıyla eşleriyle doğru dürüst vedalaşamadan nasıl apar topar hapse götürülmüşler? Müyesser “ çıplak aramalara bile tanık olduk ” diyor... Bir kendini bilmez hapishaneye girişinde Barış Pehlivan’ı darp ediyor. Barış Terkoğlu’nun küçücük oğluna söylenmemiş  babasının hapiste olduğu... Kim bil...