Bu Blogda Ara

Masume Alev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Masume Alev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Nisan 14, 2024

Bir kaç damla gözyaşı

  



Yıllar geçti aradan ama, “derin keder yaşatan bir an”  belleğimden hiç silinmedi… Bayram sevinçleri sonrasında bu olay aklıma geldi, paylaşmak istedim. 

Herkesin hayranlık duyduğu büyük aktör Kerim Afşar, ailesiyle birlikte, benim doğup yıllarca yaşadığım mahallede, arkamızdaki apartmanda komşumuzdu. 

Annem Masume Alev ve Bahriye Hanım

Sıhhiye, Hanımeli Sokaktaki Hanımeli Apartmanında otururduk, hep- apartmanımızın ismi annemin bahçeye diktiği sarmaşıktan mı kaynaklanırdı?- diye düşünürdüm… Yıllar içinde toprağa kök salıp devleşen sarmaşık, bizim oturduğumuz dairenin balkonunu öylesine sarıp sarmalamıştı ki, hanımeliler açtığında ortalığa mevsim boyu, belli belirsiz ama nefis bir koku yayılır, balkonda çay içip sohbet etmenin  keyfine doyum olmazdı. 

Kerim Afşar’ın annesi Bahriye Hanım, evimize sıkça misafir olan,  yılların görgüsünden, süzülmüşlüğünden kaynaklı sohbetini çok sevdiğimiz bir komşumuzdu. Kerim-Esin Afşar’ın kızları Pınar’ın da babaannesiyle birlikte bir kaç kez bize geldiğini hatırlıyorum.

Üniversite öğrenciliğim sırasında güzel bir bahar günü, Bahriye Hanım,  elinde pelür kağıda sarılmış bir paketle geldi:

-Nursun bak bu danteli senin için ördüm, belki evlendiğini göremem ama çeyizine koyar, sonra beni hatırlarsın …



Şimdi evimin bir köşesinde duran, o yılları gözümün önüne getiren, ağ ipliğinden örülmüş zarif dantele o anda hayran kalmış, Bahriye Hanıma nasıl teşekkür edeceğimi bilememiştim. 

Tuhaf bir durum ise bugün bile aklımda. O gün, biz bakla pişirmiştik, Bahriye Hanım bunu farkedip gülümseyerek şöyle demişti:

-Bahar aylarında bakla pişirilen mutfaklardan sızan kokular çok hoşuma gider, terasa çıkar içime çekmek isterim

Annem mahcubiyetle:

-Ah, kusura bakmayın, ne kadar havalandırsak da mutfakla salon bitişik olunca kokular da böyle dışarı sızıyor işte, Nursun size hemen bir tabak getirsin, baklayı yoğurtla mı seversiniz?

Bahriye Hanım gülümseyerek:

-Yok yok, aman sakın… Doktor bana baklayı yasakladı, o yüzden evlerde pişirilen, bizim terasa sızan bakla kokularıyla  hasret giderdiğimi size anlattım…

Sonradan “Akdeniz Anemisi” hastalığı olan bir meslektaşım bana baklanın onlara yasaklandığını, hatta kimi zaman ölümcül etki bile yaratabildiğini anlatmıştı, -Bilmem Bahriye Hanımda da aynı hastalık mı vardı?-

O güzel yıllar çoktan geride kalmış, Bahriye Hanım yaşama veda etmiş, evlenince  ben de  uzak semtlere yerleşmiştim.  

Bir gün annem hastalandı, hastaneye kaldırdık, dokuz gün devam eden üzücü bir yoğun bakım sürecine girdik. Yakınları olarak sadece bir iki dakika olsun  hastalarımızı görebilmek için hastane önünde bekleyen bizler, zaman zaman aramızda dertleşiyorduk, çok zarif, biblo gibi bir genç kadınla her gün karşılaştığımız için dert ortağı olmuştuk. İsminin Leyla olduğunu öğrendiğim genç kadına  “benim annem yoğun bakımda” diyerek “sizden kim hasta?” Diye sorunca, “Eşim rahatsız, Kerim Afşar” dedi. Şaşırmıştım, kendisi çok gençti çünkü,  ona Sıhhiye’deki  komşuluğumuzu, Kerim Beyi sokağımızın kasabında, bakkalında, manavında  sık sık gördüğümü anlattım. Hatta ortaokul sıralarındayken 3. Tiyatro’da unutulmaz bir oyununu izlemiş, Küheylan’daki başrolüyle Kerim Afşar’a ve oradaki oyunuyla parlayan genç Mehmet Ali Erbil’e hayran olmuş,  o muhteşem sahneleri asla unutamamıştım.  

Hastaneden dönüşte albümleri karıştırıp annemle Bahriye Hanımın resmini buldum, ertesi gün hastaneye gittiğimde Leyla Afşar’a gösterdim, dedi ki:

-Ah çok hoş, eğer bizi aynı anda içeri alırlarsa Kerim’e bu resmi gösterelim, siz de annesine dair sözler söylersiniz.

Şans eseri, o gün ikimizi  yoğun bakıma birlikte aldılar, Leyla Hanım elinde resim, yatakta oturan eşinin yanına gitti, bana işaret etti,  Kerim Bey resme bakarken, ben de Bahriye Hanımla annemin Hanımeli Sokaktaki dostluğundan, söz ettim…

Kerim Bey suskunlukla dinledi, sonra bana dönüp teşekkür ederken, gözünden süzülen yaşları farkettim, benim de gözümde yaşlar vardı, annemin yoğun bakımdan çıkamayacağını biliyordum çünkü.

Ertesi gün annem yaşamdan ayrıldı, bir kaç gün sonra da Kerim Afşar… 

Hanımeli Sokaktaki Hanımeli Apartmanı hala duruyor, birinci katın balkonuna uzanan sarmaşık ve mis gibi kokuları etrafa saçılan hanımeliler ise çoktan yok olup kayıplara karıştı, onları bir zamanlar sevmiş olan insanlar gibi, artık sadece anılarımızı süslüyorlar. 

https://www.romankahramanlari.com/oynamadi-yasadi/

Pazar, Haziran 14, 2020

Eski sofralar





Fıstıkla soğanı  tavada kavururken Ayşegül görüntülü! aradı:

-Kolay gelsin, belinde önlük ne yapıyorsun?
-Zeytinyağlı biber dolmasının içini hazırlıyorum, sen tarçın koyar mıydın?
-Tabii, bir de yenibahar mutlaka koyarım, zeytinyağlının yakışığıdır...

Çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz Ankara’da, Hanımeli Sokakta geçti. Bizim yetiştiğimiz  yıllarda aileler ve yaşam tarzları birbirine çok benziyordu. Şehir çocuğuyduk ama, akasya ağaçlarıyla bezeli sokaklarda, ikişer üçer katlı evlerin bahçelerinde oyunlar oynardık, çağla toplardık.

O zamanki Gaybi Yatır Apartmanının kiracıları  genellikle  orta sınıfın benzer gelir düzeyindeki aileleriydi. Komşularımız, tayinle Ankara’ya gelmiş memurlar, bir öğretmen, bir yedeksubay, bir hakim, bir eczacı kalfası, bir terzi ve mesleklerini şimdi hatırlayamadığım bir kaç aileydi.

O yıllarda çalışan kadın çok azdı, annem Emine Masume Alev istisnalardan biriydi... Büyük Doğumevi’nin vardiyalarını asla aksatmayan çalışkan ebe hemşirelerinden biriydi sevgili annem... Babam Servet Alev ise Ulus’ta, Ziraat Bankasının tarihi binasında çalışırdı. El yazısı ne kadar güzeldi, hele o sabit kalemi tutan ince uzun parmakları... 

-Sabit kalem nedir?

Diye soruyorsanız, ben de pek bilmiyorum kökenini, gerekçesini. Ama nedense o yıllarda devlet dairelerinde çok kullanılırdı ve onunla yazılan yazının silgiyle silinmesi imkansızdı, adı bu yüzden mi öyleydi acaba? Şimdi de bulunuyor mu piyasada? Bilmem...

Ailemiz, ağabeyim ve çocukluğundan bu yana bizimle yaşayan halam Şadiye ile birlikte 5 fertten oluşuyordu, 7 numaralı dairenin kiracısıydık. Gaybi Yatır Apartmanının bütün sakinleri kirada oturdukları evleri tutarken hep, “hava parası” ödemişlerdi. Ankara’da o yıllarda konut sıkıntısı yaşandığı, hava parası denen uygulamanın ev sahiplerini bu yüzden zengin ettiği konuşulur dururdu.

Yan tarafımızdaki yeşil evin sahibi Soğandan Hanım, (biz ona öyle derdik ama büyük olasılıkla ismi Sühendan olmalıydı...) sokağımızın tek tük otomobil sahiplerinden biriydi... Diğer otomobil daha önce çok sözünü ettiğim billuriyeci Ali Boyluoğlu’na (*) ait olan siyah Buick’ti.. Sonradan apartmanımızın giriş katında bir daire tutup orayı plastik imalathanesine çeviren komşumuzun  da bir külüstürü vardı. Kapısı hep açık dururdu. Biz çocuklar  Dalya, ya da Yakantop oynamaktan sıkıldığımızda, “herkese açık” arabaya biner, dolmuşçuluk şoförcülük filan oynardık.  

O yılların özelliği, tüm öğünlerin hep evde yenilmesiydi. Babam öğlen yemeklerine mutlaka yürüyerek eve gelir, gazetesine göz gezdirir, bizlerle sofra faslı bitince yine  yürüyerek mesaisine dönerdi. 


Necatibey Caddesindeki “Gaziantep Suburcusu (ne demekti acaba?) ve Baklavacısından sadece ay başlarında lahmacun filan alınırdı. İzmir caddesinde bir de Karadeniz Lokantası vardı. Orası içkili lokantaydı ve nedense bizden rağbet eden olmazdı. Evlerde içki içilirdi elbette ama genellikle evde hazırlanan mezeler eşliğinde olurdu bu... Örneğin Tekel Birası bizim evde en çok bulunan içkiydi, bayramlardaki likörleri saymıyorum... Misafir geleceği zaman alınan Kulüp Rakısını da...

-Misafir nasıl ağırlanırdı?

Misafir sofrasının olmazsa olmaz başlangıcı kışın çorba, yazın kızartma olurdu. Çorba evlerde her zaman yapılan bir çorba olsa bile misafir geleceği zaman örneğin yayla çorbasına mutlaka minik minik köfteler kızartılıp eklenirdi. Kızartmalar ise patlıcan, sivri biber, kabak, patates karışımı ile hazırlanır, bir kenarda misafirin isteğine göre ilave edilecek  sarımsaklı yoğurt ile domates sosu süslü küçük servis tabaklarında hazır tutulurdu.
Gelelim ana yemeğe... Nedense o yılların en değer verilen ikramı, bütün olarak haşlanıp, yanında tereyağlı, tane tane dökülen pirinç pilavıyla ikram edilen tavuktu... 

-Tavuk mu azdı kent ortamında, neden bu kadar kıymetliydi acaba?

Salata kış ise siyah-kırmızı turp, havuç rendesi ile süslenmiş, bol zeytinyağı limon gezdirilmiş bir yeşillik olabilirdi mesela... Yaz ise soğanların ince ince doğranıp tuzla ovulup yıkanarak eklendiği, kıpkırmızı buram buram kokulu domatesle, yeşil biber ve salatalık doğranmış çoban salata olabilirdi.

Evlerde Komili’ninrafine zeytinyağı” bulundurulur, Vita yağı da eksik edilmezdi... Vita yağı sanıyorum bugünkü margarinlerin ilkel bir çeşidiydi... Kırsal bağlantısı olanlara tereyağ oralardan gelir, bizler ise bakkaldan alırdık... Alemdağ Tereyağının kahvaltılık olanı  ince dikdörtgen paketinde sokağımızdaki Erzincan Bakkaliyesinden,  yemeklik, yarım kiloluk az tuzlu olanı ise Ulus Halinden satın alınırdı.

Evdeki yemek ziyafetinin kapanışı, özenle, incecik sarılmış zeytinyağlı yaprak dolması ile olur, üstüne de kaymak veya ceviz katkısı ile kalburabastı  ya da revani ikram edilirdi. 

Bizim evimizde Cumartesi günlerinin şaşmaz, rutin bir menüsü vardı... Sevgili halam Şadiye, bir Cumartesi su böreği, ertesi Cumartesi mantı açardı... Bunu bilen yakın dostlarımız bir bakarsınız habersizce kapıyı  çalar, soframıza neşeyle konuk edilirdi.

Misafir ağırlanırken yemekte ve sonrasında çay, kahve eşliğindeki sohbet uzar giderdi. Televizyon zaten yoktu, radyo bile eğer evdeki gençler isterse nadiren açılır, efektlerini Ertuğrul İmer’in yaptığı “Mikrofonda Tiyatro”  dinlenirdi...

Misafirler kalkarken klasik vedalaşma şöyle olurdu:

-Bakın mutlaka biz de bekliyoruz tamam mı? Arayı sakın soğutmayın... Haydi Allahaısmarladık...
-Güle güle yine gelin, bunu saymıyoruz.


Cuma, Nisan 05, 2019

Elveda Mukadder Teyze


Ne kadar çok severdim sizi, annemle babamın gençlik arkadaşıydınız... Anneme tavlayı siz öğretmişsiniz, bana da o öğretmişti, sizin tavla partilerinizde çaktırmadan  taş çalar ve çok eğlenirdim... Bursa Kemalpaşa’da gençlik yıllarınızı annemle birlikte geçirmişsiniz... Ağabeyime küçüklüğünde küfür etmeyi de siz belletmişsiniz... Sonra Ankara’da, Bade Sokakta oturduğunuz, TMO’da çalıştığınız yıllarda çok yakındık sizinle... Ne kadar güzel elleriniz vardı ve nasıl marifetli... Şapka gibi kapattığınız mantınız meşhurdu, sizin yaptığınız çiğ böreğe, aşureye, tavuklu pilava doyum olmazdı...
Yalnızlık zor, Bilecikli olduğunuzu bilirdim, kardeşiniz ve yeğeninizle nedense görüşmezdiniz, bir gün geldi 75. Yıl Huzurevine yerleştiniz, eviniz de açıktı, ara sıra uğrardınız, sonra Urla’ya Darüşşafaka’ya nakletmek istediniz, evinize birlikte gittik, sevdiğiniz bir kaç parça eşyanızı topladık, bana Prag’dan aldığınız kristal bardakları hediye ettiniz... Boğazım düğüm düğümdü...

En önemlisi de bir gün bana dediniz ki:

-Bak bu küpeleri sana vermek istiyorum... Çünkü onları bana anneciğin, tam altmış yıl önce, nişanımda takmıştı...

Urla’da ziyaret etmiştik sizi... Ne kadar mutluydunuz...

Ve bu akşam bizlere veda ettiğinizin haberini aldım... Gittiğiniz yerde mutlu olun, annem, babam ve halama sevgimi iletin...
Sizi hiç unutmayacağım, elveda♥️♥️♥️

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...