Bu Blogda Ara

Ömer Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ocak 16, 2024

Halide Edib yüreklerden silinebilir mi?




Halide Edib, sırf birileri “güdümcü-mandacı” yaftası yapıştırdı diye tarih sayfalarında karalanıp, yüreklerden silinebilir  mi?

Bizim aydına, yazara, şaire (hele de kadın ise!) bakışımızın nasıl karanlık olduğunu, bu konulardaki sicilimizin ne kadar kabarık olduğunu bilmeyen mi var? 


En parlak kalemleri öldürmüş, sürgün etmiş, sansürlemişiz, bunların hiçbirini yapamadıysak  “itibarsızlaştırma” çabasına girişmişiz..  


Söz ettiğim kadın, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer alan “Halide Onbaşı,” sayısız roman, öykü, tiyatro eseri vermiş, el yazısıyla tuttuğu hatıratı, mektupları pek çok ülkede koruma altında saklanan bir yazar, İstanbul halkına pek çok toplantıda, Sultanahmet mitinginde toplanan binlerce kişiye, “işgale karşı çıkalım”  çağrısı yapan ateşli bir konuşmacı, kadın haklarını, seçme seçilme hakkını ısrarla savunan bir feminist… Anadolu Ajansının isim annesi, Atatürk’ün dış dünyaya açılmasında (yabancı gazetecilerle röportaj randevuları, tercümeleri ile) sağ kolu…(*)


Ama O’nu baş tacı etmek şurada dursun, 31 Mart Şeriatçı Kalkışması sırasında “çocuklarıyla birlikte öldürme” tehdidiyle aylarca Mısır’da yaşamaya zorlamamış mıyız?  


Halide Edib’e karşı suçlamalarımız zamanla şekil değiştirmiş, “güdüm-manda” istemine odaklanmış, o sıralarda Mustafa Kemal ile ortaya çıkan görüş ayrılığını  gözden düştü” diye konuşup durmamış mıyız?


Peki, bir yargıya varmadan önce, şu “güdüm-manda” sözcüğünün karşılığı neymiş, bir bakalım mı? 


Diplomasi sözlüğünde (Manda, güdüm, mandate) başlığı altındaki tanım şu:


 I. Dünya Savaşı'ndan sonra bazı az gelişmiş kabul edilen ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen yetkidir” 


—-yıkık ülke—-


Manda konusunun günlerce tüm detaylarıyla ele alındığı “Sivas Kongresi Tutanaklarına,” Mustafa Kemal’in sonraki yıllarda kaleme aldığı “Söylev”indeki sayfalara göz atmadan önce acaba 1919 yılı itibarıyla ülke genelinde durum neydi? Bir baksak mı?


Beşyüz milyon lira borç, yıkık bir yurt, pek verimli olmayan bir toprak ve ancak on on beş milyon lira bir geliri olan bir ulus… İşgal altındaki İzmir’de insanlar zulüm görüyor, katlediliyor. Bu durumun protesto edilmesi için İstanbul’da planlanan gösteriler engelleniyor. İstanbul hükümetinin sivil paşalık verdiği Anzavur (**) İngiliz desteği ile Bandırma ve çevresinde isyan başlatıyor.  Nigehbancı Subaylar (***) yabancı işgaline zemin hazırlamak için, hıristiyanları hedef alan bir isyan çıkarmak amacıyla Trabzon ve Samsun’a gidiyor. Anadolu’da pek çok kentte ayaklanmalar başlıyor. Mondros Mütarekesi sonrasında işgal kuvvetlerinin gemileri  Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a demirliyor. Anadolu adım adım işgal edilirken İngiltere, Karadeniz kıyılarında Yunanlıların bir Pontus Rum devleti kurma çabasına destek veriyor. Bölgede Rum çetelerinin saldırıları artarken,  Türk grupların kargaşa çıkardığını iddia eden İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne 21 Nisan 1919'da, -Siz asayişi sağlayamazsanız biz Samsun'a çıkıp bölgeyi işgal edeceğiz- şeklinde  nota veriyor.”


—-Ömer Sayar’ın anlatımı—


K İşte  kimi aydınlarla birlikte Halide Edib’in de aralarında yer aldığı ve pek çok ordu komutanı tarafından da gündeme getirilen “güdüm-manda” önerisi, bu “çaresizlik ortamında” Erzurum ve Sivas kongrelerinde ortaya çıkıyor.  

İ

Halide Hanımın torunu Ömer Sayar  bu yüzden manda meselesinin  “zamanın ruhu dikkate alınarak” değerlendirilmesini istiyor:

“-Herkes mandanın şartlarını kendi kafasında yaratıyor, kendine uygun şekilde mandayı istiyor, Atatürk ise bir deha, kendisine manda için yazılan bütün mektupları telgrafları Sivas Kongresinde okuyor, sonra Nutuk’ta da yazıyor…

-Zaten  aslında Sivas Kongresinde başka bir şey görüşülmemiş, Atatürk kendi anlatımında günlerce, üç gün filan, mandanın görüşülüp konuşulduğunu anlatıyor. 


-Üstelik bütün harbe giren komutanlar da, örneğin  Rauf Orbay, Refet Paşa da şaşıyorsunuz okurken, mandanın en ateşli savunucuları. Hatta -kaçar bu fırsat geç kalıyoruz- diyorlar. Nutuk’u yazarken, Atatürk’ün enteresan bir tertip tarzı var, o yazıları nereden aldığını filan yazmıyor, yahut zaptı da koymuyor, kendisi anlatıyor, -şu adam çıktı bunu söyledi, bu çıktı bunu söyledi- diye.” 

——Halide Edib’in mektubu—-

Halide Edib, Mustafa Kemal’e böyle bir ortamda gönderiyor o mektubu, ABD güdümü istenmesinin gerekçelerini özetle şöyle sıralıyor:

“…Tam bağımsızlık istemeye kalkışırsak ülkemiz parçalara ayrılacaktır…


-Suriye’de umduğunu elde edemeyen Fransa, zararını Türkiye’den çıkarmak istiyor. 

-İtalya savaşa ancak  Anadolu’nun bölüşülmesinde pay almak için girdiğini söylüyor.

-İngiltere’nin oyunu ise biraz daha ince. Türkiye’yi bütün olarak alabilirse, kafasını kolunu koparır, bir kaç yılda kendisine gönülden bağlı bir sömürge haline getirir. 

-Buna en başta yurdumuzdaki din adamları isteklidir. 


Biz  eski ve yeni Türkiye sınırlarını kapsamak üzere geçici bir Amerikan güdümünü ehven-i şer (kötünün iyisi) olarak görüyoruz…Birbirini yok eden, çıkar, hırsızlık, serüven ve ün için yaşayanların sonsuz isteklerini yerine getiren hükümet anlayışı yerine, ulusun rahatlığını ve gelişimini sağlayacak ve halkımızı, köyleri, sağlığı ve düşünüşü ile yepyeni bir halk haline koyabilecek bir hükümet anlayışı ve uygulaması bize gereklidir. Bu işin istediği para, uzmanlık ve güç bizde yok. Yabancı devletlerden ödünç para almak tutsaklığı artırıyor. Kayırma, bilgisizlik ve çok konuşmaktan başka, olumlu bir sonuç veren yeni bir yaşayış düzeni yaratamıyoruz.


-Adaletli bir hükümetin kurulması

-Eğitim ve öğretimin yayılması ve genelleştirilmesi

-Din ve mezhep özgürlüğünün sağlanması

-Gizli anlaşmaların kaldırılması

-Bütün Osmanlı ülkesini kapsamak üzere Amerika hükümetinin bizi güdümü altına almayı kabul etmesi… (****)


Yurdumuzda boy ölçüşen devletleri ve kuvvetleri uzaklaştırabilecek bir yardımcı bize gerek. Bunu ancak Avrupa dışında ve Avrupadan güçlü bir elde bulabiliriz. Serüven ve savaş zamanı artık geçmiştir. Gelecek için gelişme ve birleşme savaşı açmak zorundayız. Sınırlarında bunca çocuğu ölen zavallı yurdumuzun düşünce ve uygarlık savaşında  kaç şehidi var?” 


Halide Edib, 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunu “saygılarımı gönderir, başarınıza dua ederim gösterişsiz bir Türk eri alçak gönüllülüğü ile sizinle birlikte olduğumu bildiririm” diye noktalıyor. 


Mustafa Kemal, Halide Edib’in yanı sıra pek çok ordu komutanı tarafından gönderilen benzer  mesajlarda ABD güdümünü isteyenlere şu yanıtı veriyor:


“Baylar, pek uzun   geçen bu güdüm görüşmeleri, güdüm isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi. Amerika’da yıllardan beri bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların doğurduğu düşünce akımını düzeltmek için her şeyden önce Amerika Kongresinden yurdumuzu inceleyecek  ve gerçeği görecek bir kurul çağırmak. Bu öneri oy birliği ile kabul olundu. Bu yolda bir mektup müsveddesi hazırlandığını hatırlıyorsam da bu mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum…” (*****)


Aslında Mustafa Kemal’in hatırlamadığı mektup ABD Kongresine gönderiliyor, sonuçta iki ayrı Amerikan heyeti Türkiye’ye gelerek manda incelemesi yapıyor (******)


James Harbord başkanlığındaki bir heyet Sivas’ta Mustafa Kemal ile buluşuyor, kendi anılarında dile getirdiği üzere Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Amerikan mandasına sıcak baktıkları izlenimini ediniyor, ancak görüşmeler sonucunda bu fikri değişiyor:


“Türklerin manda hakkındaki fikirleri bizimki gibi değil, onlar bunu yalnız bir büyük kardeşin nasihatı gibi düşünüyorlar. İç idareye veya dış münasebetlere hiç müdahale etmemek üzere hafif bir ağabeylik hakemliği tanımak istiyorlar.”


Harbord Başkanlığındaki heyetin hazırladığı raporda mandanın 5 yılda 756 milyon dolara mal olacağı, yani pahalıya patlayacağı görüşüne de yer veriliyor, anlaşılan manda konusu bu noktada tıkanıyor…


Zaten Mustafa Kemal bu istemlere karşı yolladığı mesajda şöyle diyor:


“Bize elverişli  bunca koşullar ileri sürebilecek olan Amerika Hükümeti, böyle bir güdümcülüğü kabul etmesine yani buna katlanmasına karşılık Amerika adına ne gibi faydalar çıkarlar sağlamış olacaktır? Bununla  ne amaç güdüyorlar?”


Böyle bir atmosferde cereyan eden görüşmeler sonucu “manda tartışması” cumhuriyet tarihinin  tozlu sayfalarına gönderiliyor, ancak edebiyat tarihine,  kadın haklarına, genç cumhuriyetin dış tanıtımına büyük katkıları olan Halide Edib bir türlü “mandacı” yaftasından kurtulamıyor. 


Acaba İpek Çalışlar’ın kaleme aldığı kapsamlı biyografinin sonunda Halide Hanım için dediği şu sözler mi artık geçerli?


“Hakikaten mandacı mıydı? O’nun hayatını okuyanlar artık bu soruya gülüp geçecekler.”


(*) İpek Çalışlar Halide Edib Biyografisine Sığmayan Kadın

(**) https://www.atam.gov.tr/nutuk/anzavur-ve-duzce-isyanlari

(***) https://www.atam.gov.tr/nutuk/askeri-nigehban-cemiyeti

(****) Söylev 1. Cilt

(*****) Söylev 1. Cilt

(******) https://ataturksociety.org/about-ataturk/war-against-occupying-colonial-powers/


Pazar, Ocak 07, 2024

Dediğim dedikçi babaanne! Halide Edib




Topluma mal olmuş isimlerin “sade birer insan gibi” sürdürdükleri yaşamlarını merak edip, sorgulamaz mısınız?

Sayısız kitaba, makaleye imza atmış, savaşların, sürgünlerin acısını yaşamış, konferansların kongrelerin yıldızı olmuş, kocası tarafından aldatılma eziyetini yaşamış, Mustafa Kemal Atatürk’le görüş ayrılığına düşüp siyasi çevrelerden dışlanmış bir kadın yazar için şu sorular aklınızdan geçmez mi mesela?


-Babaanne olarak şefkatli miydi? Torununu elinden tutup okula yazdırırken 5 lira verip dolmakalem almak varken, neden onu ille de hokka-divit kullanmaya mecbur etti?


-Kendisinden 17 yaş büyük kocası tarafından aldatıldığını, üstelik Zeki Beyin o kadını da nikahına almak istediğini  öğrenmek ona nasıl bir azap yaşattı? Yüreğindeki acıyı hangi romanlarına döktü?


-Onu mandacı diye yaftalamak isteyenlere, hatta Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına  karşı nasıl bir direniş gösterdi?


Buna benzer o kadar çok soru vardı ki aklımda…


İlk kez sinemaya uyarlanmış “Sinekli Bakkal”la çocukluğumda tanıdığım, yıllar içinde giderek artan bir hayranlıkla, okyanusu andıran külliyatını parça parça okumaya çalıştığım  Halide Edib tutkum hiç tükenmedi, hele İpek Çalışlar’ın Halide Edib -Biyografisine Sığmayan Kadın’ıyla,bu saplantım daha da arttı… Kitabın ilk baskısını bir Paris yolculuğu öncesinde almış, altını çize çize okumaya başlamıştım ki, uçakta yanımda oturan adam, “o okuduğunuzu başkalarının okuma ihtimali yok mu? Onları satırları çizerek şartlandırmak haksızlık olmaz mı?” Diye sorunca, yol boyu sohbette, Halide Edib üzerine konuştuk, İstanbul’a sıkça gelen İngiliz işadamı ünlü yazarımızın adını ilk kez duymuştu, bense tüm dünyanın onu okumasını, bilmesini istiyordum… Biyografisine Sığmayan Kadını, büyük keyifle Paris’te parklarda, kafelerde, metrolarda yutarcasına okudum, Ankara’ya dönerken de yıllardır orada yaşayan arkadaşım Ayşegül’e bıraktım, onunla birlikte yaban ellerdeki dostların okumasını da gönülden istiyordum.


İpek Çalışlar, biyografinin genişletilmiş baskısını geçen yıl Ankaralılara bir imza gününde sundu, üstelik öncesinde düzenlenen söyleşide Halide Edib’in torunu Ömer Sayar da vardı, ikilinin anlattıklarını büyük ilgiyle, belleğime kazımak istercesine  dinledim… 


Ömer Sayar’la sonunda bir çay sohbetinde buluştuk, babaannesini konuştuk.


Ömer Bey çocukluğunu, babasının işleri nedeniyle Adana’da yaşamış, Köprülü’de bir hocanın dört sınıfı birden okuttuğu ilkokulu bitirince annesi, -oğlumu Galatasaray’a yazdıracağım, imkanlarımız yetmezse çamaşıra gider okuturum- diye ısrarcı olmuş. 


Küçük Ömer, Halide Hanım’ı ilk kez, Galatasaray’a kaydolmak üzere annesiyle geldiği İstanbul-Laleli’deki evinde (Antalya Apartmanı) tanımış:


-Şimdi bile  aklımda, kapıyı bize simsiyah tenli yardımcı kadın açtı, girdik. Birazdan oturduğumuz salona, gözünde -hani şişe dipli- denir ya, öyle kalın camlı gözlükleriyle, çatık kaşlı, babaannem olduğunu tahmin ettiğim kadın, (annemin teyzesi) girdi. Topuklarını yere sertçe vurarak yürüyordu, özenle taranmış topuz yapılmış beyaz saçları ve ağızlıkla içtiği sigarasıyla ilk anda, tahakküm etmek isteyen biri gibi göründü bana,  - nasılsın küçük?- diye sordu o kadar.

Ertesi gün Halide Edib, torununu kolundan tutup Galatasaray’a kayıt için götürüyor, okul kalabalık, herkes kayıt sırasında, ikili okul müdürü Behçet Gücer’in yanına çıkıyor, küçük Ömer’in “leyli”  (yatılı)  devam edeceği okula kaydı tamamlanıyor:


-Kayıt bitti, Behçet Bey, -hanımefendi bir dolmakalem lazım Ömer’e- dedi.. Babaannem nedense kabul etmedi, -ink-pot’la (hokka) yazar- dedi. Yıl 1945, Galatasaray’da herkesin dolmakalemi var, yalnızca ben hariç… 


Okuldaki talebeler çeşit çeşit, kimi İstanbul’un zengin ailelerinden, kılık kıyafet mükemmel, kimi taşradan vali çocuğu, kimi hali vakti yerinde eşraf aileden, bir de benim gibi leyliler (yatılılar) var…Önümdeki sırada oturan çocuğu annesi getirmişti, kılık kıyafeti mükemmeldi, benim mürekkep hokkam, sıram sallandıkça yerinden oynuyor, çocuk birden ayağa fırlayıp bağırdı: 


-Dökülecek, mürekkep üstüme dökülecek


-Nereden dökülecek?


-İşte şu hokkadan,  Ömer’in hokkasından…


O gün benim lakabım okulda -hokka- oldu. Galatasaraylılar bilir, herkes birbirini isimleriyle değil, lakaplarıyla anar… Benimki de 867 hokka. Oğluma vasiyet ettim, ölüm ilanımda 867 Hokka Ömer Sayar olarak adım yazılsın istedim…


Ömer Beyin yatılılık yılları acaba nasıl geçiyor, hafta sonları evci çıktığında babaannesi onu evde baklava börekle karşılayıp, öpüp severek bağrına basıyor mu?


-Pek öyle olmazdı, herkes okula gelir oğluna sarılır alır götürürdü, bir tek benle Harun Köknar kalırdık, hava neredeyse kararmaya yüz tutar, bizim siyahi yardımcı sallana sallana gelir beni alırdı. Antalya Apartmanındaki eve varırdık, Halide Edib pek bayılmazdı beni gördüğüne, zaten suratı hep asık olurdu… Kurabiye filan da yapmazdı, mide rahatsızlığı yüzünden yemekle hiç arası yoktu. Varsa yoksa ıhlamur içer, yulaf lapası yerdi.


Haziran ayında yaptırılan iki buçuk katlı eve taşınıldı.


-Merakları var mıydı? Yazma okuma dışında?


-O yıllarda İstanbul’da evlerde kanasta (bir tür iskambil oyunu) oynanırdı, kimi zaman pasyans (bugün solitaire deniliyor) açardı, hatta bir gün evde Adnan Bey de var, Halide Edib’in yine elinde iskambil destesi, ben lise sondayım, zelzeleyi hissettik, ben saniyeler içinde merdivenlerden aşağıya koşarak kendimi evden dışarı attım, Adnan Bey de öyle… Bir kaç saniye kapının dışında durduk, sonra Halide Edib’in gelmediğini farkettik, koşarak yukarı kata çıktık, bize şöyle küçümser gibi bir baktı:


-Ne korktunuz bu kadar? Ne vardı bu kadar korkacak?


Sonra sakin sakin elindeki iskambil kağıtlarını masaya sermeye devam etti…


——Halide Edib aldatıldığını anlıyor——


Halide Edib, Cumhuriyetin ilanından önce, yani şeriat hukukunun geçerli olduğu yıllarda “eşini boşayan ilk kadın” sıfatını taşıyor, “acaba bu nasıl oldu?” Diye sordum torununa, babasının tanıklığıyla detayları anlattı:


-Zeki Bey çapkın, şimdiki deyimle -libidosu yüksek- mi derler? Dışarıya ilgisi hiç bitmiyor, oysa Halide Edib’le aralarında 17 yaş var, matematik dersleri verdiği Halide’yi daha okurken etkiliyor, babası bu aşka şiddetle karşı çıkıyor, çünkü sadece yaş farkı değil mesele, o sırada Zeki Bey evli ama Halide’nin evlenme ısrarına karşı koyamıyor, sadece Zeki Beyin karısından boşanmasını şart koşuyor, ancak ondan sonra evlenebiliyorlar, o arada bir kağıt almış elinden Zeki Beyin, -erkek eğer 2. Hanım alırsa karısına boşanma hakkı doğar- diye.


-Sonra bir kadınla mı yakalıyor Halide Edib kocasını?


-Bu olayı ben babamdan dinledim. Halide Edib’in 31 Mart Vakasından sonra uzunca bir süre  Mısır’da kalış süreci var, oradan dönüşte ilk olarak kocasını ziyaret etmek istiyor, Galatasaray’daki lojmanına gidiyor, kapıdaki bekçi onu görünce:


-Sen kimsin hanım? Ne için geldin?


-Ben Salih Zeki Beyin eşiyim, onu ziyarete geldim


-Allah allah sen biraz önce gelmemiş miydin?


Diyor, o anda anlıyor ki, kendisinden önce içeri giren bir başka kadın…


Salih Zeki ile tartışıyorlar, o Halide Edib’in üstüne Münevver Hanımı eş olarak almakta ısrarlı, ama boşanmak da istemiyor, belki de Halide Edib’le evlenirken ilk eşinden boşanmasının şart koşulmasını içinden hala atamamış, belki bu evliliği onun rövanşı gibi düşünüyor, ama Halide Edib’in babasının elinden aldığı kağıt işe yarıyor, mahkemeye gidiliyor, Zeki Bey -boş ol- demek zorunda kalıyor, böylece Cumhuriyet öncesi kocasını ilk boşayan kadın oluyor Halide Edib.


—-Seviyye Talip, Handan romanları—-


-Salih Zeki’nin kendisini aldatması Handan romanında da geçer değil mi?


-Orada da vardır ama asıl Seviyye Talip romanında dile getirmiştir içindeki fırtınayı. Hatta romanda bu defa kocasını aldatan evli bir kadındır, o yüzden büyük infial yaratmıştır roman. 31 Mart Vakasının yobaz isyancıları, Halide Edib’i -çocuklarınla birlikte öldürürüz seni- diye tehdit etmişler, bunun üzerine babaannem çocuklarıyla önce Amerikan Kolejine sığınmış, ardından olaylar sürerken  Mısır’a adeta sürgün gibi gitmiştir…


Ömer Sayar’ın 13 yıl boyunca yaşadığı evde, Halide Edib’in ikinci eşi olan Adnan Adıvar ile olan ilişkileri acaba nasıldı?


-Adnan Bey, Almanya’da tıbbiyede okumuş, mükemmelin üç kat ötesinde, kusursuz, son derece mütevazı bir insandı, muayenehanesi de vardı ama o yıllarda doktorlar hep eve çağrılırdı, bizim ailenin hatta Salih Zeki’nin de doktoruydu. Her sabah ayakkabılarını kendisi pırıl pırıl boyar, parlatırdı, bir gün sormuştum, -yol üzerinde ayakkabı boyacısı var, neden ona boyatmıyorsunuz?- diye, cevabı şu oldu, -ayağımı sandığa koyacağım, boyacıya tepeden bakmak gibi olacak, içime sinmez- demişti. 


Ömer Sayar, Adnan Adıvar’ın 1956’daki ölümüyle Halide Edib’in tek başına kaldığını, yalnızlığa düştüğü yaşamının son yıllarını Vedat Günyol’un gölgesinde geçirdiğini anlattı. Babaannesinin okunaksız bir el yazısı olduğunu, daktilo kullanmayı bir türlü öğrenemediğini, kimi kitaplarını Vedat Günyol’a daktiloda dikte ettirerek kayda geçirdiğini söyledi. 


Acaba Halide Edib’in yalnızlığı biraz da “dediğim dedikçi” otoriter kişiliğinden kaynaklanıyor olabilir miydi? Ömer Sayar bir anektodla yanıt verdi:


-Haldun Taner’le birlikte bir roman seçim jürisinde bulunuyorlar, Halide Edib karar günü geliyor, -şu eseri birinci seçersiniz- diyor, jürideki kimseden tık yok, Haldun Taner bir başka roman için görüşünü soruyor, -şu eser için ne düşünürsünüz?- diye, Halide Edib, -eh onu da ikinci seçersiniz- diye cevap veriyor, Haldun Bey bunun üzerine  “dediğim dedikçi” lakabını kullanıyor Halide Edib için.


Sayar ile  sohbetimizde, Halide Edib ile aralarında pek babaanne-torun muhabbeti yaşanmadığı izlenimini aldım, ancak Ömer Bey buna üzülmek yerine Halide Hanımın “mandacılıkla itham edilmesine üzüldüğünü” anlattı, bu haksızlıkları kanıtlayan pek çok alıntı üzerinde durdu, onları da paylaşacağım.


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...