Bu Blogda Ara

Nursun Erel feyzan Erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nursun Erel feyzan Erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Haziran 25, 2022

Brugge’den hoş ve zarif bir esinti, “bobin danteli”




Masallarda geçen kentlere benzettim Brugge’ü, sanki Hansel ve Gretel birden şu evden çıkıverecek, ya da Rapunzel upuzun saç örgüsünü kulenin tepesinden aşağı sallandıracakmış gibi. 

Parke taşla döşeli daracık sokaklar, önümüzden geçen fayton, yansıyan güneşte pencereleri altın suyuna batmış gibi parlayan evler “gerçek olamayacak kadar” güzel görünüyor gözüme. Sabahın erken saatlerinde sessizlikte böyle düşünürken, öğlene doğru turist akınına uğrayan bu küçücük kasaba biraz “lunaparka mı dönüşüyor?” Diye kaygılanıyorum.




Ya o güzelim dantellere ne demeli?

Ah, iki gündür sabah akşam elime alıp incelediğim, birer esintiye benzettiğim o zarif danteller… Kar gibi bembeyaz ya da yılların soldurup beje döndürdüğü harika danteller… “Dokunmaya bile kıyamadığım şu dantelleri kim bilir yıllar önce hangi yetenekli parmaklar tasarlayıp örmüştü?” Diye düşünüyorum…


Bir dantel tutkunu ve “elinden tığıyla klavyesini asla düşürmeyen biri” olarak, burada görüp hayran olduğum “bobin danteli”nden söz edeyim sizlere…

Atkı-çözgü mantığı” ile ve ahşap bobinlere sarılan incecik ipliklerle bir yastığa tutturularak yapılan dantel o kadar zarif ki, “keşke ben de yapabilseydim” dedim. 




Bir kaç gündür karşılaştığım ve derin sohbetlere daldığım doğma büyüme Brugge’lü Lieve Pickery bana işin inceliklerini gösterdi. Bobinleri yıldırım hızıyla değiştirerek danteli ilerleten Pickery’e hayran oldum ama bu karışık tekniği yapmayı doğrusu ya göze alamadım. Pickery bu tekniği, çocukluğunda büyükannesinden öğrenmiş,  sonraki kuşakların pek ilgili olmadığını ve bu dantellerin kaybolmaya yüz tuttuğunu üzüntüyle anlattı.

Ben de üzüldüm, her güzellik, sonunda yok olmaya mahkum mu olmalı?

Pazartesi, Ağustos 16, 2021

Nunu’dan Leyla’ya










Piticik, sen ne zaman büyüdün de “iki” yaşına geliverdin bakiim? 


Oysa dün gibi aklımda, annenle babanın bize “bebek geliyor” müjdesi verdiği günler… 


Sen annenin karnında mışıl mışıl uyurken üçümüz Bodrum’da denize girmiş de, paparazziye bile yakalanmıştık.


Hele, İstanbul’da yaşama gözünü açtığın o 16 Ağustos 2019 günü nasıl da heyecanlıydık. Pespembe gülümsemenle minik yatağına koyuverdiler seni de, hepimiz sevinç gözyaşlarına boğulduk… Yaşamımıza mucize gibi girdin.


Sonra günler, aylar geçti, birlikte ne hoş, nasıl sevgi dolu zamanlar geçirdik di mi? 


Sen “babaanne” diyemiyordun da “nunu” ismini takmıştın bana, plajdaki kocaman şezlongda neşeyle zıplayıp dururken “pis sinek” (*)  şarkısını çaldırıyordun. Kumsaldaki  kedileri, “kopak”ları (Enecan Ablan köpeklere böyle diyordu!)  sarılıp sarılıp öpüyordun, ne çok sevdik seni, bağrımıza sıkıca bastık.


Dilerim yaşamın hep aydınlıklar, mutluluklarla geçsin Leyloş, gölgeler karanlıklar senden uzak olsun. Benim dileğim bu… 


Seni çok seviyorum ve senden 100 yıl önce doğmuş bir “büyük dede”, Kurt Vonnegut’un öğütleriyle sesleniyorum sana… Time Dergisi ondan 2088 yılı için bir mektup yazmasını istemiş, o da bunları yazmış. (Sen iki yaşında, olanlardan habersizdin Leyloşum, o sırada ülkemizde pek çok yangın ve sel yaşanıyordu!)


“2088’in bayanları ve bayları…


Umarım kör cahil optimistleri lider konumuna getirmekten vazgeçmişsinizdir. Şu an ihtiyacımız olan liderler, inatla yaşama tutunarak doğaya karşı nihai bir zafer kazanacağımızı iddia edenler değil, doğanın hırçınlığını ve makul ateşkes koşullarını dünyaya gösterecek kadar cesur ve zeki olanlardır.


Ateşkes koşulları şunlardır:


1. Nüfusunuzu azaltıp sabitleyin.

2. Havayı, suyu ve toprağı kirletmekten vazgeçin.

3. Savaşa hazırlanmayı bırakıp gerçek sorunlarınızla ilgilenin.

4. Hala yapabiliyorken çocuklarınıza ve elbette kendinize etrafınızdakileri öldürmeden küçük bir gezegende nasıl yaşayabileceğinizi öğretin.

5. Bir trilyon dolar harcarsanız bilimin her şeyi çözeceğine inanmayı bırakın.

6. Siz ne denli yıkıcı ve savurgan olursanız olun, torunlarınızın bir şekilde başka gezegenlere göç edip düzgünce yaşayacağını düşünmekten vazgeçin. Bu hem zalimce hem de aptalca.

7. Ve bunun gibi falan işte.”


Leyloşum, seni çok seviyorum.



(*)  https://youtube.com/watch?v=e8LMmqk6NZs&feature=share

Pazar, Nisan 04, 2021

Ben yaşamı böyle sevdim




Bilenler bilir, arşivle uğraşmak belalı iştir. Üstelik bu iş, ömrün sonuna dek sürecek bir dipsiz kuyudur... Hele gazetecilik mesleği söz konusu ise o kuyunun dibine asla ulaşamazsınız. İşte aylardır, sayısız dosya, kupür, fotoğraf, belge, görüntüyü masama yığdım, cebelleşip duruyorum. Ya çekmecenin birinde tozlanan şu antika telefonu bulmaz mıyım? Ne güzeldi onunla hayat, hep iyi haberleri taşırdı...


Oysa dışarıda hava o kadar güzel ki, şu ne işe yaradığı bilinmeyen! “Covit Yasakları” (*) olmasa çık, göl kıyısına git, eşinle dostunla uzak uzak oturup, köpüklü kahve eşliğinde daldan dala sohbet et:


-103 amiral meselesine sen ne diyorsun? (**)

-Yahu ne var bunda? Montreaux, adamların yıllarını verdiği  mesleğin en önemli dosyalarından biri değil mi? Düşünsene, kadim anlaşmayı geçmişiyle, bugünkü boyutuyla yıllarca incelemişler, teğmenlikten al, komodorluğa, komutanlığa varan süreçlerde bizzat içinde yaşamışlar, iç-dış sorunlarla boğuşulan süreci  yönetmişler. Görüş belirtmesinler mi?

-Evet ya, adamları darbecilikle suçlayan kimi çığırtkanlara bir bak, eğitimleri, deneyimleri, durdukları yer neymiş? Şakşakçılıktan goygoyculuktan başka ne emekleri geçmiş ülkeye?

-Bir de sarıklı amiralle ilgili ima vardı sanki o duyuruda?

-Yahu o sarıklı cübbeli amiral niye Ayasofya’ya imam olmamış ki? Yanlış meslek  seçmiş kendine. Hazır Ayasofya İmamı da istifa etmişken, kadro açılmışken, alsın kılıcını (!) çıksın Ayasofya’nın minberine!!! 


Evet, “hayali sohbetin”  hayali bile güzeldi ama, yapacak çok iş var... Not defterlerimi, dosyalarımı tek tek açıp, gereksiz kayıtları ayıklamam gerek.


-Aaaaaa bu ne?


Yeşil kapaklı defterimde, İtalya’nın yolsuzlukla mücadelesinin “unutulmaz ismi”, savcı Di Pietro ile yapacağımız röportaja hazırlık notlarım var...  Milano’ya gidip, “Temiz Eller” operasyonunun savcısı ile görüşmüştük. Hey gidi günler, Abdullah Öcalan’ın Kenya’da ele geçirilip, Roma’da bir villada tutulduğu günlerdi... Roma’da Öcalan çevresindeki gelişmeleri izliyorduk. Basın toplantıları, açıklamalar, canlı yayınlar derken, haberlerimize “farklılık katmak” uğruna, F’sinden bile anlamadığım futbol maçı öncesinde Torino’ya gitmiş, Juventus’un merkezine girmiş, Zidan’ın peşinde koşmuş, Fatih Terim’le bile konuşmuştum. Çünkü hem İtalyan hem Türk futbol severler için Apo artık rafa kalkmış, gündem “Juventus-Galatasaray Maçı”na kilitlenmişti. Neyse işte defter o defter... Sayfaları çeviriyorum:





                                              


Bu kez Tahran’dayız... Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i izliyoruz... Tahran’da epey kalacağız, önceden randevumu almışım, ertesi gün Cumhurbaşkanı yardımcısı Ebtekar ile görüşeceğim. Yıllar öncesinin ABD Büyükelçiliği baskınının  (***) o unutulmaz asi kızı, Masume Ebtekar’la...


-Sen de mi İran’da tesettüre giriyordun peki?

-E tabii, mecbur tutuyorlardı. Ben meslek örgütlerimize seslenmiştim. -Kadın gazeteciler bu ülkelere gönderilmesin. Çalıştıkları kuruluş onlara seçim özgürlüğü tanısın-  diye, ama olmadı... Tepeden tırnağa örtündük zorunlu olarak. Hatta dönüşte TBMM’de, Başkan Bülent Arınç’a rastlamıştım da, “Oooo, çok yakışmıştı, darısı kalıcı örtünmelere olsun”  dememiş miydi? 


-Sen zaten örtünenlerin özgürlüğünü savunmuyor muydun hep?

-Evet, herkes kıyafetini seçmekte özgür olmalı... Ama buna karşı durmak eğer bir haksızlıksa, diretilen tesettür de o kadar büyük bir haksızlık bence


-Amaan işte, yıllar ne çabuk geçmiş, yolsuzluk dosyaları, TBMM’de sabahlanan bütçe görüşmeleri filan derken bugünlere gelivermişiz... Şu defteri artık çöpe atmalı 


Derken içinden düşen kupüre bakıyorum...





Çok zarif bir dantel örneği... Onca kafa yorulan, büyük emek gerektiren, stresle boğuşulan meslekte, benim kaçışım olan el işleri... Kimi gazeteler,  kadınlara seslendikleri sayfalarda el işi örneklerine yer verirdi. Benim bu merakımı bilen meslektaşlarım o sayfayı kesip benim için saklarlardı... Bant çözdüğüm sırada bunaldığımı gören bir büro arkadaşım, “haydi bir kahve söyle de sohbet edelim” deyip uzatıverirdi o güzelim sayfayı...


Nerede şimdi o gazete, TV büroları? O güzelim dostluklar? Hele hele sorularınızı asla yanıtsız bırakmayan devlet adamları? Siyasetçiler?  Bir keresinde iş çıkışı, evimizin sokağındaki Büklüm Kasabındaydım, kıyma çektiriyordum, telefonum çaldı, Çankaya Köşkünün Özel Kalem Müdiresi Emel Yatmaz’dı cep telefonumdan arayan, “Sayın Cumhurbaşkanımız görüşecekler” diyerek Süleyman Demirel’i bağladı, Cumhurbaşkanı: 


-“Nursun, nassın, eyi misin?” Diye söze girdi, şaşırıp kalmıştım. Kasabın “Gönül Hanıma yarım kilo kıyma, Hakkı Beylere on kalem kuzu pirzolası, Saygılar Lokantasına üç kilo sotelik ciğer hazırlanacak” diye siparişleri  kaydettiği deftere not almıştım Demirel’e sorduğum soruların yanıtını... Demirel durumu bilse patlatırdı espriyi:


-Yahu Nursun, sen benim laflarımı boşver, onlar karın doyurmaz... Kıymanı çektir, benden de selam söyle, yağsız kıymadan eyi dolma olmaz. Ona göre hazırlasın...


 Ben yaşamı böyle sevdim...


(*) https://www.haberturk.com/yeni-yasaklar-neler-yeni-koronavirus-tedbirler-neler-iste-yeni-icisleri-bakanligi-genelgesi-3022191


(**) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56628996

NOT: Bildiriye imza atan amirallerin sayısının 103 değil 104 olduğu açıklandı ve haklarında soruşturma başlatıldı.

(**) https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/montro-6337451/


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%


Pazartesi, Mart 01, 2021

Bir oğlum oldu, beni büyüttü

Kaç “1 Mart vardır” yaşamında insanın?

Bilmem, yetmiş mi? Seksen mi?

Ama biri vardır ki unutulmaz... Her yıl daha da güzelleştirir yaşamı.

Benim 1 Martlarımdan söz ediyorum. Yani oğlum Ali’nin dünyaya geldiği 1 Martı anımsayarak.

Doğmadan önce bir kere görmüştüm onu, odamdaki çekmecedeydi. Çekmeceyi bir açıyorum Ali... Rüyaymış meğer, ama o kadar gerçek ki, ismini çoktan koymuşuz Ali’nin, “Bizimkiler gibi zor gelmesin dile kulağa” demişiz, doğdu, bir baktım, aynı o çekmecedeki Ali...

Önceleri ağlayan bir sesti, doymayan bir ağız. Sonra büyüdü biraz, özel bir dil geliştirdik aramızda. Öyle bir dildi ki, sadece ikimiz konuşabiliyorduk. Daha da büyüdüğünde arkadaş olduk, yarenlik ettik, dünyayı tanımaya çabalıyorduk birlikte, arada dertleşiyorduk, beni ne çok güldürürdü...  Üzüldüğümüz de olurdu bazen, neyse ki hemen  bulurduk teselli sözcüklerini.

Kavga etmedik mi?

Çoook... Bilmem ki, kavga  etmese miydik? Kimler biliyor peki çocuk yetiştirme kurallarını? Bilen öne çıksın...

Düşünüyorum  da şimdi, onun da çocuğu var Leyla... İnşallah kavga etmezler hiç... 

Göreceğiz, “kabına sığamama dönemi” gelecek onun da. Bakalım o zaman hangi şarkıyı dinleyecekler? 

Hani Orson Welles’in yeni çıkan şarkısı çalıyordu da, ben hep ağlamıştım dinlerken. Uzlaşamıyorduk bir türlü Ali’yle, o yaşlarıydı.


https://youtu.be/QDnXEllpelQ


Bırak şimdi o hüzünlü şarkıyı... Neşelen. 

Onun “Aneeeeeeey” deyişini, kahkahalarla gülüşünüzü hatırla... İlkokula başladığından al, fotoğraflar bir bir geçsin aklından, öğretmeninin şikayeti neydi, Şadiye hanımın?

-Ali’nin siyah paltosunu bir türlü çıkarttıramıyorum Nursun hanım, hep sırtında... İşte Mayıs geldi, hala sırtında... Rambo gibi mi hissediyormuş neymiş? N’apacağız bu çocuğu böyle? Yazın da mı paltosuyla dolaşacak?




-Sonra Tevfik Fikret’ten müdür Ayşe Hanım (Başçavuşoğlu) arasın:

-Ali bizim için çok değerli, çok özel öğrenci... Nazım Hikmet temsili düzenlediler, müziğini Ali yaptı... Fransızcası başta, dersleri çok iyi... Bir müzik festivali var Fransa’da, La Rochelle’de, ona göndereceğiz izniniz olursa...

Hazırlıklar tamam, Ali yarın  önce Paris’e  sonra o kente gidiyor... Dur, rüzgarlığını da güzelce bir yıkayayım... 

Makineyi bir açarsın, ıslak rüzgarlığın mis gibi kokusu...

- Aaaaa, cebinde bir şey var... İMDAAAAT! Ali’nin pasaportu...Lahana gibi görünüyor, bütün yaprakları açık...

Hafta sonu, yer demir gök bakır, Elçiliği bırak, her yer kapalı... Saatlerce  deli gibi sürdürülen  çaba...  Pasaportu ütülemeler, üstüne ağırlık koyup cendereye almalar... “Değerli kağıt” diye boşuna denilmemiş vize sayfası olduğu gibi duruyor...

Neyse, gidebildi bir şekilde... Fransada pasaport polisi sormuş “bu ne?” Diye tuhaf durumdaki pasaportu gösterip, Ali“Annem çok titizdir” demiş, karşılıklı gülmüşler...

Bugün o 1 Martların kaçıncısı? Saymıyorum... Canım Ali’m, İyi ki var,  yıllarca sürsün 1 Martlarınsağlıkla neşeyle Seda’yla, Leyla’yla ve tertemiz...

Pazartesi, Aralık 21, 2020

Vesikalık fotoğraflar gibiyiz!


-Ne diye süslendin böyle sabah sabah?

-Vize için fotoğraf lazım, vesikalık çektirmeye gidiyorum.

-Boşuna zahmet etmişsin, nasılsa “sabıkalı” gibi çıkacaksın fotoğrafta. Gülümsemek yasak. Direkt vizöre bakacaksın, arka fon beyaz olacak, rötuş filan yapılmayacak, yüz neredeyse çerçevenin tamamını kaplayacağı için suratın kabak gibi görünecek.

Nedir yahu şu vatandaşın çilesi değil mi? Elçiliklerin vize kuyruklarında beklemeler, kaçak muamelesi görmemek için toparlanacak bir sürü evrak, kanıtlanması gereken banka hesapları falan filan. Bu kaçıncı bahardır, hükümetler gelip gidip halka  söz verir dururlar, “Türk vatandaşının onurunu zedeleyen aşağılayıcı vize çilesini çözeceğiz...” diye. 

Vize fotoğrafları kenara bırakılırsa, Türk insanının kendisiyle ve fotoğrafçı ile önemli imtihanlarından biriydi vesikalık çektirmek... İlk kez ilkokula başlarken adım atılır, sonra da yıllarca  diploma hazırlığı, ehliyet evrakı, evlilik yoluna girişteki  gibi pek çok nedenle çalınırdı fotoğrafçının kapısı.  

Her semtin bildik tanıdık kasap, manav, kundura tamircisi gibi esnafının yanısıra , çok saygı gösterilen belli başlı fotoğrafçıları da vardı. 

-Anneeeee bana 20 lira verir misin?

-Hayırdır? Bu ne giyim kuşam böyle? Ooo saçlar da pek güzel taranmış?

-Ayol ben bugüne bugün,  lise mezunu değil miyim? Gidip vesikalık çektireceğim diplomam için. Kazanırsam, üniversite kaydında da lazım olacak tabii ki. 

-Ay maşallah kızıma, daha nice nice hayırlı uğurlu  vesikalıkların olsun inşallah. Bana bak, eğer Foto Bil’e gidersen Altan Beye selam söyle, -annem daha tatil resimlerinin başına geleni unutmamış- diyor de.

-Yok yok, ben bugün Esat Dörtyol’daki Stüdyo L’ye gideceğim. Onların vitrinindeki resimleri  çok beğeniyorum, modern tarzı seviyorum.

Ve fotoğrafçının kapısından içeri adım atılır:

-Buyrun küçük hanım?

-Vesikalık çektirecektim.

-Tamam, siz aşağı inip hazırlanın, ben geliyorum birazdan.



Aşağıdaki küçük stüdyoda, üç ayağın tepesindeki Hasselblad’ın karşısındaki tabureye oturmadan önce duvardaki aynaya bir bakar, saçının inatçı kıvrımını düzeltirken etrafı incelersin. 

-Şu minik koltuktaki oyuncaklara bak, çocuk resimleri için herhalde. E, benim de var öyle resmim. Hatta o oyuncak bebeği elime tutuşturduklarında nasıl sevinmiştim, hani fotoğraf çekimi bitince alıverdiler elimden de ağlamıştım... Arkadaki dev sonbahar panosu da pek romantikmiş, herhalde nişan resimlerini filan çekiyorlar önünde. 

O yılların önde gelen fotoğrafçılarında, Foto Bil veya Foto Güzel’de, hazırlıksız gelen müşteri için kravat, ceket, hatta saç fırçası, spreyi, hatta ve hatta ruj, göz kalemi bile bulundurulurdu...

-Kullanan olur muydu peki?

-Herhalde olurdu, dur bak, fotoğrafçı iniyor aşağıya şimdi. 

Fotoğrafçı gelir:

-Oturun küçük hanım. Evet, biraz sağa dönün. Yok yok o kadar değil, başınızı döndürün hafifçe...

Bu ilk talimatla iş bitmez, fotoğrafçı defalarca yanınıza gelip, çenenizi kaldırır indirir, başınızı hafifçe sağa çevirir, olmadı sola çevirir, arkadaki spotu yakar, söndürür... Sonra vizörün arkasındaki örtünün altına sokar başını, sonra tekrar çıkarır, talimatlar da devam eder:

-Hafif gülümseyin şimdi, hayır hayır, kaşınızı kaldırmayın, gülümseyin, evet dişleriniz hafifçe görünsün.

Sonra deklanşöre basar, “çat” diye bir ses duyulur, çekilmiştir vesikalık:

-Ne zaman alabilirim fotoğrafları?

-Gelecek Salı günü sabahtan gelebilirsiniz. Kaç tane istiyorsunuz?

-12 tane, ama siz büyüğünü de veriyorsunuz değil mi? Kartpostal gibi olanını? Borcum ne olacak peki?

-20 lira küçük hanım... Evet onu da yapacağız ve para almayacağım hatırınız için

Dükkandan çıkılır:

-Ohhh sonunda bitti vesikalık işi, ama cüzdandaki para da bitti, boşuna heveslendik dönüşte Goralı’dan karışık tosta...”

Evet sizin işiniz artık bitmiştir ama fotoğrafçının işi asıl şimdi başlar. 

Siyah beyaz film önce karanlık odada banyo edilir, sonra agrandizörün altına basılmak üzere gelmeden önce, saatlerce süren rötuş işi başlar. Alındaki ben yok edilir, yüzdeki sivilce görünmez kılınır, dudaklar biraz parlatılır, kirpikler rimel sürülmüşcesine belirginleştirilir... Fotoğrafçı, arada sırada “eserini” gözden geçirip gururla söylenir:


-O kara kuru, sıska kızı ne hale getirdim yahu... Bravo demek hakkımdır vallahi kendime...


Salı günü iple çekilir, sabah erkenden bir koşu fotoğrafçıya gidilir, vesikalıklar alındığında bir heyecanla küçük zarftan çıkarılıp bakılır, gülümsenir, çünkü rötuşlu fotoğraf, “aaaa güzel çıkmışım!” Dedirtecek kadar iyi işlenmiştir, yakın çevrede yorumlar yapılır:

-Ya, sen ne kadar fotojeniksin, bir de benimkilere bak, asla güzel çekmez beni hınzır fotoğrafçılar...



 

Düşünüyorum da dostlar, aslında bizler de hayata “vesikalıklardaki gibi” çıkmıyor muyuz? Pek de kendimizi yansıtmadan? Rötuş yapıp, asıl benliğimize, duygularımıza, hatta mimiklerimize bile...


Cuma, Eylül 25, 2020

BLUZ DEYİP GEÇME!




17 Şubat 2020... 


Heyecan dorukta, Feyzan 12 Aralık 2019 gününden beri süren bir hastane serüveninin başkişisi... Telaş, korku, merak, üzüntü... 

Duyguların girdabındayız. Ailemiz su sızdırmaz bir dayanışma içinde... Dostlarımızla kenetlenmişiz... Doktorlarımız Murat Akova ve Ahmet Rüçhan Akar bizim kahramanlarımız, hemşireler, hastabakıcılar hepsi ayrı bir değer...


İşte o puslu ve sonu belirsiz gün... Hastanedeyiz... 



Ali ve Mehmet’le konuşmadan, öylece oturuyoruz,  Feyzan yatakta... 

Ertesi günü bekliyoruz, Feyzan ameliyata sabah erken alınacak...


-Ne olacak? Ne olacak? Başarılı geçecek mi? Zor mu olacak? Ne kadar sürecek? Haftalardır yaşanan kabus bitecek mi?


Birden aklıma geliyor:


-Çocuklar ben bir Kızılay’a gidip geleyim...


Aklımdaki şu:


-Hastane süreci kimbilir ne kadar devam edecek... Oyalanmak için birşeyler bulmak gerek... Getirdiğim kitaplar yetmiyor, gidip dantel ipliği alayım...


İşte bluza dönüşmeden önce, o dantelin öyküsü böyle başladı, girilen çıkılan, farklı sürelerde kalınan çeşitli hastane odalarında, taburculuktan sonra da evde aylarca sürdü...


Bu arada Feyzan ameliyat oldu, ameliyat başarılı geçti ama yoğun bakımda, hastane yatağında, evde zorlu günler geçirdi... Bizim dantel de aynı günlerde ilmek ilmek ilerledi... Çok şükür  Feyzan her gün daha iyi oldu.



Hastanede bizi hiç yalnız bırakmayan sevgili  dostlarımızla kah sevinçli, kah üzüntülü paylaşımlarımız devam etti... En acısı, sevgili Çetin Fıratlı’yı bir anda kaybedişimiz oldu... Onu gözyaşlarıyla toprağa verdik ama hayat devam etti... 


🤣


Benim örmekte olduğum dantel tam 6 ay sonunda tamamlandı, sevgili terzim Türkan’ın elinde şekillendi ve neşe içinde giyebildim... O ilmeklerde, gözyaşı, korku, sevinç... Ne ararsanız var...


Hatta bu bitmeyen örme işi, Covit 19 günlerine de denk geldiği için, dantel ara sıra dezenfektan damlalarıyla bile ıslandı...



Ya, işte böyle dostlar. Bluz deyip geçmeyin...

Çarşamba, Mayıs 04, 2016

Antakya'ya dair...


Antakya'ya yıllardır gitmemiştik, geçenlerde yolumuz düştü, herşeyiyle sıcacık bir Akdeniz kentinde bulduk kendimizi. Aslında kardeşimiz Mutlu Erel'in geçirdiği ciddi ameliyat nedeniyle oradaydık, neyse ki ameliyat başarılı geçti... Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinin verdiği hizmet, başarılı doktorları, hemşireleri, hatta güvenlik görevlileri ile bizi hayran bıraktı.
İlginç noktalardan biri hastane personelinin doktorlar dahil, çoğunun Arapça biliyor oluşu idi... Onların olmadığı yerde de hemen bir tercüman ya da Arapça bilen bir vatandaş yetişiyordu imdada...
Aslında sokak levhaları bile sanki bir Arap kendi izlenimi veriyordu Antakya'da...
Yoğun bakım kapılarında beklerken öyle sıcak dostluklar yaşadık ki... Anadolu insanının çıkarsız, beklentisiz samimiyetine bir kez daha saygı ve hayranlık duyduk.

Antakya'nın yüzyıllar öncesine dayanan ipekçilik sanatı ise neyse ki halen devam ediyor... Üretim artık çok azalmış olsa bile hala bir dükkanda ipek dokuyan ustaya rastlayabiliyorsunuz.

Kaldığımız Savon Otel ise, eski Antakya'nın göbeğinde şahane bir huzur adasıydı sanki... Eski bir sabun fabrikası yenilenerek yapılan otel, mutfağı, personeli, hizmet kalitesiyle bizim için mükemmel bir durak noktası oldu. Otel iç mekanında kullanılan ortam kokusu bile sanki eski yılları hatırlatıyordu, hani mavi boyalı ahşap evde, heryer, hatta yer tahtaları filan sabunlarla ovulup tertemiz edilmiş gibi...
Antakya mutfağı, tüm unsurlarıyla çok lezzetliydi, ama nedense zaten lezzetli ve kalorili olan tüm yemeklere bir kalori eklentisi yapılmak istenmiş gibi, bizi şaşırttı... Örneğin çiğ köfte bile “Antakya usulü olunca hem daha yağlı yoğuruluyor hem de ortasına kocaman bir kepçe kavrulmuş kıyma konulmadan sofraya getirilmiyordu... Diğer lezzetli yemekleri, zahter salatasını, oruk, maklube, içli köfte, kireç kaymağında hazırlanmış kabak tatlısı ve künefeyi ise bilmem hatırlatayım mı?
Bizim orada bulunduğumuz günlerde ortaya çıkarılan, milattan önce 3. Yüzyıla ait bir mozaik ise aslında galiba yaşamın en can alıcı öğüdünü verir gibiydi:

"NEŞELİ OL, HAYATINI YAŞA..."

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...