Feyzan ve
Mehmet’e
Taunay'ın fırçasından şelale |
Rio’daki gezimiz
devam ediyor...Tijuca ormanındaydık... Yürüdüğümüz patikalarda kelebekler
uçuyor, renklerine bayılıyorum. Sağ tarafta muz ağaçları var, Dörtyol’daki evimizde de muz
ağaçları vardı ama nedense pembe pembe çiçekler açtığına hiç tanık olmamıştım.
Ormanın kendine özgü kuş, böcek seslerine bir yenisi eklendi, bir yerlerden su
sesi geliyor ve aniden bütün görkemi ile Taunay şelalesi çıkıveriyor karşımıza:
-Aman Tanrım, bu
nasıl bir güzellik?
Taunay Şelalesi |
Taunay (*) bir
Fransız ressam... 1800’lerde gelip yerleşmiş Brezilya’ya... Her tarafı karış
karış gezip Tijuca Ormanının tepesindeki bu şelalenin yakınında yaşamaya karar kılmış
ve evini buraya kurmuş. Yaptığı resimlerle şelaleyi ve ormanı
ölümsüzleştirmiş... Sonra da Brezilyalılar şelaleyi onun adıyla “Taunay” diye
anmaya başlamışlar...
Dağın
tepelerinden akıp gelen tonlarca suyun döküldüğü kayalar, cilalanmışcasına pırıl pırıl parlıyor. Ya
çevresindeki bitki örtüsü? Hani şu bizim evlerimizde gözünün içine bakıp güç
bela yetiştirmeye çalıştığımız saksı çiçekleri değil mi kimileri? Nasıl da
serpilip, dev yapraklarla her yeri sarıvermişler?
Yürüyüşümüz
sürüyor, şelaleyi biraz geride bıraktığımızda, şöyle aşağılara doğru
indiğimizde, bir kuytuluğa gizlemiş minicik bir piknik alanıyla karşılaşıyoruz... Taş
merdivenlerle ulaşılan sevimli ıslak zemin hemen sarıp sarmalayacak gibi sizi...
Tijuca'da Piknik Alanı |
“-Yeter ki bu
dünyanın o acımasız gerçeklerinden kop, bana sığın, ben seni tüm sıkıntılardan
kurtarır, avuturum” der gibi...
-“Öyle romantik
bir ortam ki... Keşke Rio’lular yaşamlarının önemli anlarını burada geçirseler,”
diye düşünüyorum.
Ama gerçek
dünyadan kopuş için bu kadarı yeterli... Şimdi insanların arasına karışmalı
biraz da... Ormanın farklı bir köşesine, kuzeyine ilerleyip, şu “Çin
Kameriyesi”nden Rio’yu gözlemlemeli... Ne farklı bir doğası var bu kentin... Şu Şeker Tepeleri (**) örneğin... Denize tersine çevrilmiş iki dev yüksük konulmuş
sanki... Siyah yüksükler... Kimi cephelerinde hiç bitki yok, denize inen simsiyah pırıl
pırıl keskin yüzey insanı korkutuyor. Tepelerin kimi cepheleri ise yemyeşil
bir tropik örtüyle bezeli...
-Evet, şeker
tepelerine gideceğiz ama daha karnınız acıkmadı mı sizin? Rio’nun göbeğindeki
şu ünlü pasta fırınında bir şeyler atıştırmaya ne dersiniz?
Ormandan o
güzelim manzaradan kopup, 20 milyonluk kentin keşmekeşine dalıyoruz. Trafiğin
milim milim bile ilerlemediği sokaklar...
-"Aman çantanıza
sahip olun" diye uyarıldık...
Çantamıza sıkı sıkı sarılıp pasta salonuna giriyoruz, onu oturduğumuz
iskemleye mi asmalı? “Aaa, o da ne?” Bir garson hemen koşup geliyor, elindeki
özel aletle çantayı naylon bir kilitle oturduğumuz iskemleye
kilitleyiveriyor...
Confiteria Colombo |
-Mmmm, menü çok
cazip... Upuzun bir şarap ve şampanya listesi var. Ama vitrinler ondan daha
cazip... O ne pastalar öyle? Hangisini tatmalı? Galiba şu üstü Passion Fruit
jölesi ile bezeli olanını beğendim.Mmmm nefis...
Pastaların tadı
damağımızda ayrılıyoruz ünlü pasta fırınından... Ne tuhaf şu Brezilyalılar. Ara
sokaklarda minicik meyhanelere atmışlar kendilerini sabah sabah... Okyanusun
sonsuzluğuna açılan güzelim plajlar dururken, şu duvar resminin karşısında içki
içmenin acep ne keyfi vardır ki?
Ara sokakta meyhane |
-Ne mi içiyorlar?
Caipirinnia tabii... Onu size yarın anlatırım...
Şimdi yürümeye
devam...
Rio Katedrali |
Bakın şu modern katedrale...
Dıştan bakıldığında dev bir beton koni... Aslında hiç de çağırmıyor insanı ama
içine girdiğinizde atmosfer birden değişiyor... Tavan ulaşılmaz gibi, göğün
sonsuzluğuna yükseliyor sanki... Dev koninin içine çakılmış, rengarenk dev vitraylar... Çok
etkileyici...
(**) Sugar Loafs-Rio De Janeiro
(***) Confiteria Colombo
YARIN: ŞEKER
TEPELERİ