Bu Blogda Ara

Gazeteciler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gazeteciler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Nisan 23, 2024

Kuru pantolon ile balık tutulmaz

Kuru pantolon ile balık tutulmaz” demiş ya Cervantes… Bilmem bugün yaşasa, hele beni görse ne derdi? “Eksik etekle asla tutulmaz!” Demez miydi?

Gecenin bu saatinde (onca kahveden sonra!) “nerden girdim bu levrek mavrasına” diye kıvranırken çınnn dedi telefonum… 

Ekose Etekli Levrek haberiyle hem dönem siyasetine hem  basın tarihine görünmez! olsa da aslında kalıcı bir imza atan Hasan Cemal’den gelen mesaj “çalar saat” etkisi yarattı… 

Harfine dokunmadan paylaşıyorum;

“Sevgili Nursun. 

Senin de kafan karıştı galiba.

Altan Öymen bana Ankara’dan haber verdi daveti

Sabah erken rahmetli Ergin Konuksever’le Yalova’ya gittik. Gazeteciye yasak dediler kapıda. Bizden başka gazeteci de yoktu zaten. Aklıma geldi, babaannem Yalova’daki kaplıcalara gidermiş… Çağlayangil de Bursa Valisi. Cemal Paşa’nın haremi yani eşinin geldiğini duyunca iki defa babaannemi ziyaret etmiş kaplıcalarda. 

Kapıda bunu hatırladım. İçeriye, Çağlayangil’e haber saldım, kapıda Cemal Paşa’nın ve haremi Seniha Hanım’ın torunu gazeteci Hasan Cemal kapıda diye…

Çağlayangil kapıya çıktı, beni ve Konuksever’i içeri aldı, “gazetecilik yok ama…” diyerek. 

İçerisi rengarenkti. Amerikan ve Sovyet Büyükelçileri dahil yabancı sefirler, Türk büyükelçiler… rahmetli Büyükelçi Oğuz Gökmen, şortuyla, kumsalda yakılmış bir ateş üzerinde kocaman bir kaburga pişiriyor. Elindeki tenekeden bir paçavrayla ete sos sürüyor. 

“Beyefendi bu nedir böyle?”

Hafif alaylı bir sesle:

“Oğlum öğren, buna Assado derler, Arjantin usülü kaburga…”

Biraz sonra elime bir menü geçti ama anlamadım, daha çok Fransızca ya da diplomatik dille falan yazılmıştı. 

Oğuz Gökmen’in yardımını rica ettim. 

“Efendim bu EKOSE ETEKLİKLİ LEVREK de nedir?”

Kocaman kahkahasıyla biraz dalgasını geçerek,

“Burada birçok ülkenin sefirleri var. Hepsine menüde bazı hoşluklar yapıldı. İngiliz sefiri de İskoç… Onun için de Ekose eteklikli levrek dedik. “

Rahmetli Oğuz Gökmen lafını bitirirken yanımızda Çağlayangil bitti, “ Dikkat et, bunlar başımıza iş açar” diye…

Ertesi gün gazeteye, Günaydın’a  gittim, haberimi yazdı m, Genel Yayın Müdürü Rahmi Turan’a teslim ettim. 

Ekose eteklikli levrek haberimin leadinde, girişinde yoktu, anlaşılan farkında değildim. Ertesi sabah gazetenin tepesinde ekose eteklikli levreği görünce, Günaydın tarzı gazeteciliğin ne olduğunu gördüm. Sevgili Rahmi Turan benim habere bir güzel takla attırmış, manşeti patlamıştı. 1973 genel seçimlerinden birkaç ay önceydi bu. Birkaç yıl sonra Çağlayangil beni Güniz Sokak’ta, Demirel’in yanında yakalamış senin o haberin yüzünden az daha seçimi kaybediyordum demişti. Benim o haberde imzam yoktu, çünkü 12 Mart darbesi sonrasında 44 aylık kesinleşmiş hapis cezam vardı, aranıyordum.”

Bu sözlerin üstüne söz söylenir mi?

Başlar öne eğilir ve susulur!










Cuma, Ocak 05, 2024

Can Pulak’a onur ödülü





Gazeteciler Cemiyetinin “onur ödülü” (*) bu yıl değerli gazeteci, meslek büyüğümüz sevgili Can Pulak’a veriliyor, şimdiden kutluyorum. Doğrusu Can Pulak’la ilgili o kadar “mutluluk ve sevgi dolu” anekdotlar var ki aklımda, paylaşmasam olmaz…

Bir yılbaşı arefesinde kapımız çalındı, baktık kargodan kocaman bir sandık gelmiş, heyecanla açtık, tepeleme mandalina var içinde. Harika, hem de ünlü “Bodrum Mandalinası.” Bir de kart iliştirmiş Can Pulak, “En iyi dileklerimle yeni yılınızı kutluyorum” diyor. 



Biraz şaşırıyorum ama durur muyuz? Hemen birer mandalinanın kabuğunu soyup ağzımıza atıyoruz, enfes rayihayla mest olmuşken elimdeki kartın arkasını çevirip bakıyorum ki, aslında farklı bir isme gönderilmiş mandalinalar, yani nasıl olduysa -belki de sekreterin hatalı tutumuyla- bize gelmişler…


-Tuh diyorum içimden, hemen telefona sarılıyorum:


-Aloo, Can Bey?

-A, Nursuncum sen misin?

-Evet Can Bey, yeni yılınızı kutlamak için aradım

-Canım senin de kutlu olsun

-Yalnız Can Bey, bana sizin yeni yıl kutlaması kartınızla birlikte kocaman bir mandalina sandığı ulaştı. Kargo adresi ve isim benim ama içindeki kartta başka birisinin ismi var. Eğer adresi bana söylerseniz ben o arkadaşınıza sandığı göndereyim…


Can Bey kahkahalarla gülüyor:


-Aman Nursuncum isabet olmuş, ne güzel işte, mandalinalar tam da yerini bulmuş, eşinle birlikte afiyetle tüketin…


Can Pulak’ın cömert ve esprili tutumu karşısında sevinmedim desem yalan olur, mandalinaları günler boyu afiyetle tükettik, hatta mandalina kabuklarını kurutup çayımıza kattım, reçel bile yaptım…

Bodrum’da sabah yürüyüşleri



—-Can Pulak’tan ilk jest—-



Telefon konuşmamız sırasında sadece mandalinalar için teşekkür etmekle kalmadım, Can Pulak’a epeyce eskilerde  kalmış bir başka jesti için de teşekkür ettim, onu da anlatayım. 


Yıl 1985, Tercüman gazetesinde çalışıyorum, Başbakan Turgut Özal İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in resmi konuğu olarak Londra’ya gidecek, gazetem geziyi benim izlememi istiyor… Çok heyecanlıyım, çünkü 12 Eylül Darbesi sonrasında batı dünyasının sırt çevirdiği Türkiye bu resmi ziyaretle belki Avrupa tarafından yeniden “demokratik ülkeler ligi”ne kabul edilecek.


Uzatmayayım, haber takibinde uykusuz, gece gündüz  çalışarak geziyi izliyorum, ardından Özal ve resmi heyetle birlikte aynı uçakla Ankara’ya dönüyoruz.


O yıllarda sevgili Can Pulak Başbakan Özal’ın Basın danışmanı, uçağa binmeden önce kendisinden rica ediyorum, 


-Can Bey acaba Sayın Başbakandan kısa bir değerlendirme alsam izin verir mi acaba? Siz yardımcı olabilir misiniz?


Can Bey yanıt vermiyor, Özal’a yakın bir koltuğa geçiyor. Uçağın motorları çalışıyor, pist başı yapılıyor ve Heathrow’dan kalkıyoruz…


Aslında uçakta biz gazetecilerin deyimiyle “deve dişi” gibi meslek büyükleri var, Türkiye gazetesinin sahibi merhum Enver Ören’i çok net hatırlıyorum, o yıllarda elinde küçük bir bilgisayar var ve çevresindekilere onu gösterip, marifetlerini anlatıyor. Cumhuriyet adına sevgili dostum Sedat Ergin de var gezide, hatta bir ara ikimiz Özal ve ekibinin kaldığı otele sızıp, Savunma Bakanımızla görüşüp “atlatma” bilgi ediniyoruz. 


Neyse işte, havadayız artık, kemerlerimizi çözüyoruz, ben elimde teybim, not defterim “hazır ol” konumundayım, sürekli Can Pulak’a bakıyorum, bir kaç dakika sonra bana eliyle işaret ediyor, “gelebilirsin” diye, heyecanla koşup Özal’a teybimi uzatıyorum, Thatcher görüşmesinin bazı detaylarını, yeni dönemde Türkiye’de uygulanacak özelleştirme planını anlatıyor, Thatcher’in bu konuya çok olumlu baktığını söylüyor. Türkiye o yıllarda liberal ekonomiye geçiş aşamasında. Thatcher-Özal diyalogu ise söylenenlere göre çok sıcak. Hatta Thatcher’in aslında Özal’dan etkilendiği bile konuşuluyor. ” (**)



İşte böyle, o günlerde bir genç gazeteci için bundan büyük mutluluk olur mu? Üstelik Semra Hanım, “gel şöyle otur bir resmimiz de birlikte olsun” demesin mi? 



Özallar’a teşekkür edip yerime dönüyorum, sıra bandı çözüp haberi hazırlamakta…  

Sevinçten içim içime sığmıyor, kolay mı? Ertesi günün manşetini kurtarmışız… Can Pulak’a teşekkür üstüne teşekkür ediyorum…


İyi ki varsınız sevgili Can Pulak, onur ödülü size çok yakışır, sizi çok seviyoruz. 


(*) https://gc-tr.org/gazeteciler-cemiyeti-2023-yili-meslek-onur-odulu-can-pulaka-verildi/


(**) https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/04/130410_thatcher_ozal


Çarşamba, Ekim 11, 2023

Bir siyah beyaz fotoğraf




Bu sabah WhatsApp  kutum çınnn dedi, baktım  bir mesaj, Nur Batur göndermiş, Tercüman yıllarımızdan bir siyah beyaz fotoğraf…Aklımdan neler neler geçti…


İki genç kadının Tunus caddesindeki bürodan içeri adım atışı… 


-Ürkek miydik?

-Hayır, kendimize güvenimiz tamdı… Nur dış politikada, ben ekonomide ne haberler yaptık, ne manşetler çıkarıp gündemi değiştirdik.

-Heyecanlı mıydık?

-Çokkk, heyecan olmadan bütün o işler yapılabilir miydi?

-Sevildik mi?

Evet, defalarca taltif edildik, kendi alanımızdaki bütün önemli toplantılara gönderildik, iç seyahatler dış seyahatler… Japonya’dan ABD’ye, Suriye’den Libya’ya dünyayı dolaştık.

-Kıskanıldık mı?

-Eh olmadı desem yalandır… Ortadoğu halklarının kanında “haset” vardır… Oysa kimsenin kötülüğünü istememiştik, tek derdimiz çalışmak, üretmekti…

-Resimdeki üçüncü kişi kim mi?

-Olcay’dı… Bizden gençti, sendika ağırlıklı çalışıyordu, gün geldi büyük bir haksızlığa uğradı, hepimiz tek yumruk olduk, karşı çıktık, patronlara geri adım attırdık…

-Kimler vardı peki yönetimde?

-Başta Güneri Civaoğlu… Genel Yayın Müdürüydü, gazetenin tirajını 1.5 milyona vurdurmuştu, her gün bir atlatma haber,  her an bir istihbarat…Gece-gündüz demeden haber takibinde kendimizle yarışıyorduk. 

-Özgür olabildiniz mi çalışırken ?

-Hem nasıl… 12 eylül sonrasında gazetenin defalarca kapatılması pahasına öyle haberler yapıldı ki, oysa “muhabirdik sadece!” Ama bir haber sorun yarattığında ilgililer yöneticiyi aradıklarında, “haberin altındaki imza kimse onunla konuşun” yanıtını alırdı…

-Aklında kalan bir iki anektod?

-Patron başımıza isteğimiz dışında bir yönetici getirmek istemişti, Nazmi Bilgin daktiloya öyle bir tekme attı ki, koridorda gümmmm sesi yankılandı, vazgeçtiler… 

-Tercüman nasıl yok oldu?

-Kemal Ilıcak’ın Bulvar gazetesini gündeme getirmesiyle… Ankara’ya gelmişti, bize, “evet Bulvar zarar ediyor ama benim karımın kürk merakı yok, pırlantaya düşkün değil, ne yapalım bu da onun merakı” dedi çıktı…

-Kimdi karısı?

-Nazlı Ilıcak… Ama bütün suçu ona yüklemek hata olur…Muhalif gazetecilik oldum olası ülkede sorundur, eninde sonunda pes eder sahibi ya da gazetesi televizyonu satın alınır filan… Söylenecekler çok ama lafı uzatmayayım… 



Bir siyah beyaz fotoğraf bana bunları anımsattı yetmez mi?

Pazar, Ekim 23, 2022

Aferin budalası olmak…

 


Bazen düşünüyorum da, “yaşama dair çabalarımız yeterince karşılık buldu mu?” Sorum yanıtsız kalıyor. Sanırım en iyisi “iyimserliğe sığınmak…”


Sabit fikir denecek ölçüde tutkuyla bağlı olduğum meslekte geçirdiğim yıllar içinde asla pişmanlık duymadım, “ucu kime dokunursa dokunsun,” o haberlerin yapılması, yazıların yazılması gerekiyordu. Kırıldığım, gözyaşı döktüğüm, yalnız kaldığım ya da bırakıldığım zamanlar olsa da, o haberler uğruna verilen çaba için hissettiklerim hep “mutluluk ve tatmindi…” 


Şimdi söylesem sayfalara sığmaz, ooo öyle sert eleştirilerle, tehditlerle, hatta olmayacak iftiralarla karşılaştık ki.


Diyeceksiniz ki, “öldürülen meslektaşların bile olmadı mı?” Ne yazık ki evet… 


-Bu çağda bu ilkellik bu zulüm nasıl olabilir? Vicdanlarına (varsa tabii!) nasıl sığdırdılar o gencecik insanları yok etmeyi? O pırıl pırıl kalemleri susturmayı? 


Eh, işte herkesin bir kapasitesi var sonuçta… Siz bir eşeği saf kan atlarla yarıştırıp, mania atlasın diye ortaya sürebilir misiniz? Eşek bu sonuçta…


-Sözde aynı zaman diliminde yaşadığımız bu insanlar yoksa taş devrindenmi kopup geldi? Diye düşünüp siz de şaşırmıyor musunuz?



Sevgili annem Masume Alev zaman zaman yaşadıklarıma bakıp, gülümseyerek:


-Sen aferin budalasısın


Der, geçerdi.


O manşetler, yazılar, fotoğraflar, görüntüler çoktan gerilerde kaldı, bugün yazılanlar ve yazılacak olanlar da “suya yazılmışcasına” kaybolup gidecek. Biz asla iz bırakmayacağız, sadece yapabildiklerimizin huzuruyla çekilip gideceğiz yaşamdan.


-Bugün neden karamsarlığa kapıldın?


 

Diye soruyorsanız, hayır, karamsar değilim aslında, aferin filan da beklemiyorum ama “değer bilmez” kimi yaklaşımlar insana koyuyor. Neyse ki diyorum, beni “aferin budalası olmak”la eleştiren annem, çeşitli ikna çabalarıyla, halalarımı da aracı ederek bana el işlerini sevdirmiş… Onlar silnip gitmedi, tam karşımda duruyorlar. Şu dünyadan gelip geçerken gözyaşlarını, sevinçlerini ve belki herkesten gizli tuttukları aşklarını işleyen kadınların “isim yazmadan” bırakıp gittikleri iğne oyaları gibi… 


Pazar, Aralık 20, 2020

NOKTA... Aşk skandalı haber midir değil midir?



Ümit Zileli yönetimindeki NOKTA Dergisinin Ankara Bürosu bir dönem bize emanet edilmişti. Serhat Hürkan’la birlikte, mütevazı bütçeyle Farabi Sokak’ta kiraladığımız büroda, badana boya işlerini, iletişim altyapısını, bilgisayar-masa konusunu kısa sürede tamamlayıp kadroyu oluşturduk, Mustafa Pekcan, Neşe Sarıdoğan, Elif Kocabeyoğlu ve  Gülşah Balbay ile keyifli bir çalışma süreci geçirdik. Hepi topu 6 kişiden oluşan ekibimizle  siyasi haber, röportaj,  araştırma dosyası ve hatta Ankara Kedisi adını verdiğimiz renkli sayfadaki kulislerle, bilinmeyen pek çok olayı gündeme taşıdık.


Ne yazık ki, o ekipten iki kişi, Serhat Hürkan ve Mustafa Pekcan artık aramızda değil.  


Ekibimizde herkes “paralel düşünüp, aynı dili konuşarak”  ve büyük hevesle kendini işine adamıştı, ne yazık ki sonradan değişen üst yönetimle anlaşamadık ve NOKTA serüvenini hep birlikte “noktaladık.” 


Malum, kütüphane temizliğindeyim, o günlerden kalan dergiler elime geçti, şöyle bir karıştırdım da, meğer neler neler yaşanmış.


Emin Çölaşan bir ara Hürriyet’te Ertuğrul Özkök tarafından kışın ortasında,  zorunlu izne çıkarılmıştı, kamuoyunda tartışılan bu durum için röportaja gitmiştim Hürriyet’e, biz konuşurken rahmetli Bekir Coşkun birden teras camını açıp gülerek seslendi:


-Bu balkon benden sorulur... Siz benden habersiz nasıl öyle sohbet edip, üstüne üstlük kahkaha filan atarsınız bakayım? Haydi gelin içeri, size çay kahve ısmarlayayım. 





Resmin altındaki imza, çok sevdiğimiz foto muhabirimiz Mustafa Pekcan’a  ait. Onu  ne yazık ki, Irak’ta bir serseri kurşun gelip buldu ve tüm çabalara rağmen tedavi sürecinde yitirdik.


Gecenin bir saatinde dergileri karıştırırken “güleriz ağlanacak halimize” dedirten bir başka haber karşıma çıktı. O sırada Devlet Tiyatrosu Genel Müdür Yardımcısı olan Tamer Levent’le Trabzon Valisi arasında yaşananlar... İyi ki detayları kayda geçirmişiz. Tamer Levent, birlikte Atatürk heykeline çelenk koyacakları tören için Valiye yaklaşırken, Vali beklenmedik bir hareketle Levent’e arkasından  bir tekme savuruyor, bununla da yetinmeyip, Genel Müdür Yardımcısına, “ellerini cebinden çıkar” diye haykırıyor. İş bununla da bitmiyor, akşam saatlerinde Levent’in kaldığı otele gelen polisler, “sizi alkol muayenesine götüreceğiz” diye tutturuyorlar.  Böyle bir olayın yaşanmış olduğuna inanmak bile zor ama doğru.(***)


Bir başka olay, gazeteci Nuri Sefa Erdem’le ilgili. Karabük’te gecenin bir yarısında Huzurevini ziyaret eden Başbakan Tayyip Erdoğan’a “yaşlıların o saatte uyandırılıp karşılamaya getirilmesiyle ilgili” soru sormak istiyor, cevap beklerken azar işitiyor:


-Ağzın leş gibi alkol kokuyor... (****)


E, işte, pandemi sürdecinde hafta sonu yasakları sırasında marketlerde içki satışına engel konulması meğer ta o günlere dayanıyormuş. AKP, “kimsenin yaşam tarzına, dünya görüşüne karışmayacağız” diyerek iktidara gelse de, “alkol ile olan mücadelesini” aslında o günlerde başlatmış.


-Bizden sonra gelen ekiple neden mi anlaşamadık?


BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) o sırada merkezini Ankara’dan  İstanbul’a nakleden İş Bankasından boşalan “dev” gökdelene taşınmıştı, yeni atanan başkan, kendisinden önceki üst yöneticilerle diyalog kurmak şurada dursun, onların yüzünü bile görmek istemiyordu. Hemen gereği yapıldı, bürokratlar kızağa çekildi ama başkan bununla yetinmeyip, koskoca binada onlarca oda bomboş dururken, Maltepe’de eski Gölbaşı Sinemasının yanındaki eski apartmanda küçük bir daire kiralatıp, bürokratları oraya sürgün etti. Koca gökdelenden her gün bir resmi araba ile çıkan özel ekip yollara düşüyor, imza defteriyle üvey evlat durumundaki bürokratlara gidip imzalarını alıp, ana binaya dönüyordu. Akşam mesai bitiminde imza ekibi yine yollara düşüp imzaları alıp dönüyordu. Bu trajikomik durumu taraflarla görüşüp, binaların resimleriyle  habere yansıttık, metni İstanbul bürosuna geçtik. Ve beş on dakika sonra BDDK basın müşaviri telefonla aradı:


-Nursun Hanım, böyle böyle bir haber hazırlamışsınız. Biz bunun yayınlanmasını istemiyoruz. Yayınına engel olacağız…


Belli ki henüz yayınlanmamış (!)  haberimiz,  durumdan vazife çıkaran birileri tarafından BDDK’ya uçurulmuş ve yayını engellenmişti. Böyle bir olay meslek yaşamımda ilk kez başıma geliyordu.


Bir diğer olay ise kabinenin önemli bir ismi etrafındaki bir haber nedeniyle yaşandı. Sonradan FETÖCÜ denilerek AKP’den uzaklaştırılan bu bakan evli ancak bakanlık özel kaleminde çalışan başka bir hanımla birlikteydi, ikinci hanım devlet lojmanında kalıyor, hamile kalınca doğum için yurtdışına gönderiliyordu. Nikahlı eş bu durumdan şikayetçiydi, kocasını gidip Başbakanın eşi Emine Hanıma da şikayet etmişti. Dünyanın heryerinde “haber değeri” taşıyan bu skandali Ankara Büromuzdaki arkadaşlarımız günlerce araştırıp ortaya çıkarmışlardı, ancak haberi gündeme getirdiğimizde şöyle bir yanıt aldık:


-A, sizler bu kadar tutucu musunuz? Düpedüz aşk bu, haber değil...


İşte Serhat Hürkan’la kader birliği yaptığımız NOKTA serüvenini bu tatsızlıkların ardından noktaladık. Ne yazık ki değerli meslektaşım Serhat Hürkan’ı da genç yaşta geçirdiği bir kalp krizi sonrasında yitirdik. Bence yıllar boyu maruz kaldığı stresli meslek yaşamının da bu erken ve acı sonda mutlaka büyük payı vardı.

Şimdi düşünüyorum da, gazetecilik gerçekten adanmışlık ve özveri gerektiren, çok zevkli ama bir o kadar da eziyetli meslek diyorum. Bilmem siz ne dersiniz?


(*)https://kidega.com/yazar/serhat-hurkan-161558

(**) https://www.medyatava.com/amp/haber/gazeteci-mustafa-pekcan-yasamini-yitirdi_6346



(***)https://amp.evrensel.net/haber/150384/trabzon-valisi-br-nbsp-nbsp-nbsp-sanatciyi-hazir-ol-da-istiyor


(****) https://www.milliyet.com.tr/amp/siyaset/kendini-tutamiyor-5129692



Salı, Aralık 01, 2020

Fırtınada uçan defter (Japonya 1)





Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?


..........


Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 



Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.



Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori


Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...