Bu Blogda Ara

Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Ocak 07, 2023

Nobel ve “Bizim Kasımpaşalı!”

 




 

 

Seçim atmosferine girdik bir kere… 

 

Vaadlerin bini bir para, hem muhalefetten hem Beştepeden! Emekli maaş zamları bir gün açıklanıyor, ertesi gün, Beştepeden “olmaaaz yüzde 5 de benden” haykırışı geliyor. Hani Anadolu’daki kimi düğün törenlerinde “takı merasimi” sırasında çığırtkanın çığırdığı gibi:

 

-Gelineee halasındaaaaan bir çelik tencereeeee

 

Bu arada, seçimlerde iktidara talip olan “altılı masa” liderleri, bol bol “demokrasi, ifade özgürlüğü vs.” vaatlerinde bulunsalar da nedense HDP için çalan tehlike çanlarına (*) hiiiç değinmeyip, milyonlarca seçmeni “görmezden gelmeyi” demokratlıkla bağdaştırabiliyorlar. Doğrusu, “DEVA Partisi lideri Ali Babacan altılı masanın dokuz saat süren son toplantısında bu konuda bir kelime olsun konuştu mu acaba? Konuştuysa neden bu yaklaşımı sonuç bildirgesine yansımadı?” Sorusu kafamda dönüp duruyor. (**)

 

Yolda giderken radyoda duydum geçen gün, Pakistan senato başkanı Muhammed Sadık Sanjrani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, “Rusya-Ukrayna Savaş sürecindeki çabaları nedeniyle”  Nobel Barış ödülüne aday göstermiş. Aklıma, bizim TBMM Başkanı Mustafa Şentop geldi;

 

“Benim başvurum var. Farklı ülkelerden meclis başkanları ve milletvekillerinin başvuruları da olacak” demişti ya Nobel Barış Ödülü için… Eh artık,  Pakistan’dan sonra pek çok Afrika ülkesinin Erdoğan jestini de doğrusu ben bekliyorum…Nijerya, Kongo, Somali, Cibuti, Moritanya liderleri, haydi sıra sizde…

 

Ukrayna-Rusya savaşı hala devam ederken onlarca insan halen ölüyor olsa da  barış ödülüne aday gösterilen Erdoğan, umarım Nobel’i alır. Sonra da sıra, burnumuzun dibinde binlerce insanın öldüğü, şehirlerin, köylerin, kasabaların, binaların, köprülerin, yolların tahrip edildiği Suriye Savaşına gelir inşallah… 

 

Bu arada Fatih Altaylı’nın Nobel ödülünün Türkiye’ye verilmesine dönük ezeli çabasını da takdir etmek gerekir, ta ne zaman aday göstermemiş miydi Erdoğan’ı barış ödülüne:

 

“Yıllarca küçümsediğimiz -Kasımpaşalı- Dışişlerine güvenerek, kendi sıcak tavrını kullanarak ve hepsinden önemlisi -cesaret ederek- bence büyük iş başardı. Bence bu yılın Nobel Barış Ödülü, Recep Tayyip Erdoğan’ın hakkıdır.” (***)

 

Aaa pardon, eğer barış ödülü Erdoğan’a verilirse ödül törenine gidiş konvoyunu düşünebiliyor musunuz? Bilmem İsveçliler sükunetin hakim olduğu karanlık Stockholm sokaklarından caddelerinden birbiri ardına geçen, dakikalarca bitmek tükenmek bilmeyen resmi araba konvoyunu görünce ne düşünürler?


 

—Ölüm Taciri—



 

Tabii bu tartışma sırasında Nobel Ödülüne dönük eleştirileri de bir gözden geçirmek lazım, başta bu ödülü ortaya koyan Alfred Nobel’in geçmişi olmak üzere… (****)

 

Hani insan kendinde neyi eksik bulursa sürekli  ondan söz edermiş ya, işte dinamiti icat edip sayısız ölüme sebep olan, hatta küçük kardeşinin bile kendi atölyesinde dinamit patlamasında, havaya uçarak öbür dünyaya göçmesine yol açan Alfred Nobel’den söz ediyoruz. Öldüğünde  bir gazetenin “Ölüm taciri öldü” manşetini attığı Alfred Nobel… 

 

Aman lafı uzatmayıp artık susayım, -bu ödül yerinde mi veriliyor? Yoksa başka etkilerle mi?- sorusunu artık size bırakayım, başka bir kulvara geçeyim;

 

Nobel’in beni en çok ilgilendiren “edebiyat” dalındaki seçimleri aslında bence özellikle son yıllarda pek yerini bulmamıştır. Öyle ya, sırf “İnce Memet”le bile bu ödülü binlerce kez alması gereken Yaşar Kemal dururken, Orhan Pamuk’a verilişi hepimizde buruk bir sevinç yaratmadı mı? Doğru dürüst sevinebildik mi o gece Orhan Pamuk’un konuşmasını canlı yayınlardan izlerken?

 

Şimdi de bu ödül Fransız yazar Annie Ernaux’a verildi. 



 Rastlantı eseri uzunca süredir Ernaux’u okuyup duruyordum. Aslında pek de sadık kalamamıştım kitaplarına, örneğin, “Seneler” uzun süredir elimde, araya pek çok kitap girip çıkıyor, ben yeniden en başa dönmek zorunda kalıyorum.

 

Hatta geçen gün bilmem kaçıncı başa dönmelerimden birinde şu paragrafı okurken;

 

Evlerde ne var ne yok, hepsi savaştan önce alınmıştı. Tencerelerin dibi kararmış, sapları düşmüş, kap kacakların emayesi  dökülmüştü, delinen ibriklere suyu sızdırmasın diye bir tahta parçası sıkıştırılırdı. Ceketler paltolar onarılır, gömleklerin yakası tersyüz edilir, eskiyen bayramlıklarla gündelik kıyafet yapılırdı. Boylarımızın uzamaya devam etmesi, bir şerit kumaş ekleyerek etek boylarını uzatmak, her sene bir numara büyük yeni ayakkabı almak zorunda kalan annelerimizi yılgınlığa sürüklerdi. Yazı hokkası, Lefranc boya kutuları, pötibör bisküvi paketleri, her şey bir işe yaratılırdı. Hiçbir şey atılmazdı…”

 

—Ayfer Tunç—

 

İşte tam da bu satırları okurken, “Ayol dedim, bizim Avrupa nezdindeki itibarımız 20 yıldır gerileyip durmamış olsa, şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın barış ödülüne aday gösterilmesi ile mi sınırlı kalırdık? Yıllar önce bu ödül Nobel edebiyat dalında Ayfer Tunç’a verilmiş olmaz mıydı?


 

Buyrun Ayfer Tunç’un “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabından alıntı:

 

“Tutumluluk çağıydı. Yanan iki lambadan biri söndürülür, eller sabunlanırken musluk kapatılır, bayat ekmekler biriktirilip papara yapılır, günlük pantolonların dizlerine yama dikilir, kaçık çoraplardan paspas yapılır; ama gecede on portakal yiyen ailelerin çoğu bunu beşe düşürmezdi. Tutumluluk meziyetti, takdir edilirdi, ama marifet yiyecekten kısmak değil, israftan kaçınmaktı. Varlıklı olduğunu belli etmek, soylu ailelere yakışmazdı. Gösteriş ayıptı. Ama sıra misafir ikramına gelince sunulan yiyeceklerin bolluğu gösterişe, varlığını ortaya koymaya değil, misafirperverliğe yorulurdu.”

 

Bence boş verelim ödülü mödülü… Okumaya devam edelim, kitap bizler için en güzel  sığınaktır, sizce de öyle değil mi?

 

(*)https://www.trthaber.com/haber/gundem/hdpnin-hazine-yardimi-hesabina-gecici-bloke-koyuldu-735940.html

(**)https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/ali-babacan-hdp-ile-bizim-bir-diyalogumuz-var-1959966

(***)https://www.hurriyet.com.tr/erdogan-nobel-baris-odulu-nu-hak-etti-214553

(****)https://onedio.com/haber/olum-taciri-olarak-anilan-alfred-nobel-ve-nobel-odulleri-nin-bir-hayli-sasirtici-hikayesi-1012821

 

 

 

 bennursunerel.blogspot.com

Pazartesi, Ağustos 05, 2019

Anna Karenina

Tolstoy’un toprağı bol olsun (100 yıl kadar önce öldü.) Anna Karenina’yı yazarken, kendi deyimiyle “mürekkep hokkasındaki kanına batırmış” ya kalemini... O kadar eziyet çekmiş yani... 

Aslında bir tek kendisi değil, karısı Sofia da en az onun kadar eziyet çekmiş... Kolay mı Tolstoy’un o kargacık burgacık yazısını okumak, o tuhaf giriş çıkışlarını, eklemelerini, çıkarmalarını filan algılayabilmek? 

-E, o zamanlar bilgisayar mı vardı? Sil, yap, boz, copy paste et!!! Nerdeee? 

Günlüklerinde anlatıyor Sofia, Tolstoy yazı masasından kalkınca, o alıyor kalemi kağıdı, başlıyor temize çekmeye. Böyle böyle derken Anna Karenina tam 8 (SEKİZ!) kez baştan temize çekiliyor...

-Eee, bu biçerdöverin, biçilmiş tarla resimlerinin ne ilgisi var?

Diyeceksiniz...


Var vaaar... Çünkü Tolstoy Anna Karenina’nın kayınbiraderi Levin’in, köyde orakla ekin biçme macerasına sayfalar sayfalaaaar ayırmış... Orağı nasıl ustaca kullandığını, biçilen ekinlerin nasıl bir simetrik düzen içinde kenara yatıverdiğini anlatıp durmuş. Aslında bu ekin biçme olayı belki de bir metafordu... Soğuk, itici ve sevimsiz Aleksey Aleksandroviç’e karşılık, sade, çalışkan, kendine güvenli kardeşi Levin... Aleksey orak kullanmada beceriksiz, aşkta da öyle, Anna Karenina onu terkediyor... Oysa Levin orağı öyle mahirane kullanıyor ki, karısı Kiti’yle de çok sıcak, sevgi dolu bir aşk yaşıyor.


 




Sonuçta insan “zamanın ruhu” denen şeyi burada da çok net görüyor... Orak filan kalmamış artık ortada... Bugünün biçerdöverleri o gün var olsaydı Tolstoy, belki de Anna Karenina’yı çok farklı kaleme alacak ve de epey sayfadan da tasarruf edecekti.

Pazar, Eylül 05, 2010

MASUMİYET MÜZESİNDE AŞK



Kitap Kulübümüzde önerildi Orhan Pamuk’un son kitabı, “Masumiyet Müzesi.” Ooo, o kadar sevindim ki bu kitabın seçilmesine. Günlerdir haftalardır duyuyor, izliyorduk kitabı içeren haberleri, yayınları.

Çünkü Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'ni yayınlamadan önce başarılı bir tanıtım taktiği uyguladı, güncel basına (ve nedense magazin sayfalarına bile!) verdiği çok sayıda söyleşi ile kitabını okuyucuya fena halde merak ettirdi.

Merak edilmez mi?

Aşk...

Yaşayan herkes için, aslında (beş duyusuyla tam anlamıyla yaşayan herkes) demek daha doğru olur, aşk bir varoluş sebebi (raison d'être) öyle değil mi?

Hele Orhan Pamuk, verdiği bütün söyleşilerde eğer “aşkın anlamı tam olarak nedir? Kitabımda buna yanıt aradım” demeye getirdiyse (*) herkesin kitapçılara koşup raflara dizi dizi sıralanmış olan kitaptan birer tane edinmesi gerekmez miydi sizce de? Hele benim gibiler, bir tane ile de kalmadılar, geçmiş olsun ziyaretlerinden, Büyükada buluşmalarına, ev hayırlamalarına, bayram beraberliklerine kadar pek çok vesileyle de arkadaşlarına kitabı ya götürdüler ya edindirdiler.

Kitap, aşkı yaşamış şanslılar, ya da yaşamakta olanlar için aslında tam bir 'sağlama" niteliğindeydi bence, çünkü hüzünün, ya da daha doğru deyimiyle, kısacık mutlulukların peşinde çekilen eziyetin bir başka anlatımıydı. Hani, “insan insanın zehirini alır" derler ya...Bu kitap bir anlamda pek çok aşık için böyle bir işlevi de üstlenebilir diye düşünmek mümkün.

Ama kitap üzerinde hala kafama takılan pek çok soru var.

Örneğin, bakirelik kavramı gerçekten o yıllarda hele Istanbul'da sosyal yaşama bu kadar damga vurmuş muydu? Ben buna pek inanamadım doğrusu. Orhan Pamuk'un çok sevdiği ve hepsi de çoktaaaan ölmüş yazarların (**) romanlarında anlatılan aşklar çok mu istisnai durumları içeriyordu yani? (Bir örnek, Metres-Hüseyin Rahmi Gürpınar )

Ayrıca Orhan Pamuk aşkı ve erotizmi anlattığını söyleşilerinde sıkca ifade etmiş ya... Bence kitapta erotizm ne yazık ki yok...Tamam, eziyetli bir aşk var, duygular var, hayaller var, eziyet var ama erotizm bence yok...Bazıları belki pornografiye düşmenin bir yazar için bıçak sırtında olmakla eşdeğer olduğunu düşünüyordur ama bence çağımızda aşkı erotizmden uzak saymak mümkün değil ve çok sevdiğim yazarlar olan Orhan Pamuk ve Selim İleri erotizmi kitaplarında ne yazık ki hiç veremiyorlar.

Daldan dala atlayacağım belki ama, bu kitabın 592 sayfa olması gerekiyor muydu? Erendiz Atasü’nün dediği gibi, “iyi bir editör elinde acaba kitap yarı yarıya eksilmez miydi?”  Ha, editör demişken kitabın giriş paragrafının ikinci cümlesi acaba Türkçe bakımından tam doğru muydu? 

"Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?" (Masumiyet Müzesi, Sayfa 11)

Orhan Pamuk pek çok kitabında yaptığı gibi bu kitabında da kendisini roman kişilerinden biri durumuna sokmuş yine ama bu sanki biraz çalakalem olmamış mı? Hele Masumiyet Müzesinin fiziki olarak yer aldığı harita ve müzeye giriş bileti, deyim yerindeyse hiç hınzırca olmadığı gibi epey amatörce olmamış mı?

Kitabın kapağı acaba 592 sayfayı kaldıracak bir kapak mı yoksa 24 YTL ödenen yani hiç de ucuz olmayan bir kitap için biraz hafif kaçmamış mı? Acaba hardback olması imkansız mıydı?

Sorular böylece uzar gider...Ama kafamdaki en önemli soru şu, bu aşk Orhan Pamuk'un yaşamadığı bir aşk olsaydı böylesine yaşamışcasına anlatabilir miydi? 

Kendisi “hayır” dese de ben aksine inanıyorum.

(*) "Anna Karenina, Tolstoy'un en iyi romanıdır. Evlilik, aşk, bağlılık gibi konuları büyük bir toplumsal çerçeve içinde değerlendirmiştir. Yani Tolstoy kendi zamanına ne yaptıysa ben de çağıma onu yaptım, diyebilirim..." Orhan Pamuk (Sabah Gazetesi-Şirin Sever'le söyleşi.)
(**) "Derin bir roman parçası beni her şeyden daha çok mutlu eder ve hayata bağlar. Yazarının ölü olmasını da tercih ederim." Orhan Pamuk-Öteki Renkler.

Nursun Erel 7 Ekim 2009

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...