Bu Blogda Ara

Anadolu Ajansı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anadolu Ajansı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Nisan 29, 2021

Turgut Özal ile “pijamalı bayram söyleşisi”



Anadolu Ajansında mesleğe yeni başlamıştım, hevesle çalışıyor, ekonomi alanında ilerlemek istiyordum. Turgut Özal, 12 Eylül Darbesi  sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilmişti, misyonu “Türkiye Ekonomisi fotoğrafını içeride ve dışarıda düzeltmek”ti . Bu nedenle bir grup genç gazeteci olarak deyim yerindeyse  Özal’ın “peşinden ayrılmaz” olmuştuk.  

AA’nın o yıllardaki güçlü kadrosunun önde gelen isimlerinden biri de, benim gazeteciliğine hayranlık duyduğum  deneyimli gazeteci Barış Kaşıkçı idi. Özal’ı yakın takipte olduğumuz için Başbakanlıktaki danışmanı Adnan Kahveci ile de sık görüşüyorduk. AA’nın  gece gündüz tıkır tıkır çalışan teleks bülteninden BK ve NRS paraflarıyla (imza kullanılmazdı) dökülen haberlerimiz, ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde yer alır olmuştu. 


Bir Ramazan Bayramı öncesinde Turgut Özal’dan randevu istedik, ekonomi gündeminde önemli yer işgal eden konuları konuşmak istiyorduk. Özal, “yarın, öğlene doğru gelsinler” demiş... Bayramın ilk günü, heyecanla hazırlandık, teybimizi kontrol ederken, Barış:


-Yahu gazeteci milleti ne teypler edinmiş, küçücük gömlek ceplerine bile sığıyor... Bizimkini gören, bavulla evrak taşıdığımızı sanacak


Diye güldü... Foto Muhabirimiz Kadir Şengün’ü de alıp, yola koyulduk, istikamet Özalların Farabi Sokaktaki “üç oda bir salon” kira eviydi. 1. Kattaki dairenin kapısını çaldık, biraz bekledik, kapıyı pembe sabahlığı ile açan Semra Özal bizi içeri buyur etti:


-A, çocuklar erken mi geldiniz? Turguuuuut bak, gazeteciler...


Salona geçtik, Turgut Bey üstünde lacivert eşofmanıyla yanımıza geldi:


-Yahu bu kadar erken mi geldiniz? (Saat öğlen 12.00) Neyse buyrun, hoşgeldiniz, konuşmamızı yapalım da fotoğrafı sonra çektirelim olur mu? Böyle pijamalı resim yakışık almaz. Sizin fotoğrafçı  biraz dışarıda gezsin dolaşsın iki saat sonra gelsin. 


Kadir’i, “yakınlarda, istersen Kuğulu Park’ta filan dolaş 2 saat sonra gel” diye evden gönderdik. 


Teybi çalıştıracakken, Özal:


-Bakın isterseniz mutfağa geçelim, tam kahvaltı ediyordum, siz geldiniz, oradaki masada daha rahat çalışırsınız.


Küçük mutfağa geçtiğimizde baktım, ocaktaki harlı ateşte fokur fokur kaynayan çaydanlıktan etrafa sular saçılıyor, not defterimi kalemimi masaya bırakıp, ocağın düğmesini kıstım, çayı demledim, sonra üstündeki tabaklarda bir kaç parça zeytin, peynir hatta bir iki dilim kızartılmış sucuk bulunan masaya geçip teybin düğmesine bastım:


Barış Kaşıkçı ile sorularımızı art arda sormaya başladık :


-Türkiye ekonomisi adeta moratoryum noktasında, bunu siz de defalarca ifade ettiniz. Şimdi sizin koordinasyonunuzda bir kemer sıkma paketi hazırlanıyormuş, en önemli ayaklarından birini de sıkı para politikası oluşturacakmış. İş camiasının bu önlemlere nasıl bir karşılık vereceğini düşünüyorsunuz?


Özal bir an düşünüp konuşmaya başladı. Ekonominin nasıl darboğazda olduğunu, yıllarca ihmal edilen önlemler, modası geçmiş Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununa dayanan uygulamalar, ve sabit kur nedeniyle üretim, ihracat ve istihdamın  köşeye sıkışıp kaldığını anlattı. Son cümlesini ise, “Yani anlayacağınız özel sektörde hiçkimse  kusura bakmasın, ya yaparlar...” derken susup,  yarım bıraktı.


Barış:


-“Ya giderler, öyle mi Sayın Özal?”  Deyince, Özal sözünü, “evet ya yaparlar ya giderler” diye tamamladı. 


Barış’la birbirimize baktık, ertesi günün gazete manşetleri çıkmıştı işte... Bu arada foto muhabirimiz Kadir Şengün de “dışarıdaki iki saatlik hava alma molasını” tamamlayıp, yanımıza dönmüş, makinasını hazırlamıştı.


Söyleşi tamamlanınca, Özal yanımızdan ayrıldı, biraz sonra Semra Hanımla birlikte iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olarak yanımıza geldiler. İşte bu tarihi fotoğraf bizim için o unutulmaz günü kayda geçiren fotoğraftır. 


Özal’la Türkiye ekonomisinin direksiyonunda bulunduğu yıllara dair pek çok anımız var, “moratoryum sözü” nedense bugünü çağrıştırdı da paylaşmak istedim... Acaba diyorum, bugünlerde ekonominin direksiyonunda kim var? Ben uzaktan seçemiyorum, gözlüğümü evde unutmuşum... Siz görüyorsanız bana söyler misiniz? 



 


Çarşamba, Mayıs 27, 2020

Süleyman Demirel ziyareti




Değerli meslektaşım Barış Kaşıkçı (*) ilginç bir paylaşımda bulunmuş, Nazmiye Demirel’in ölüm yıldönümü dolayısıyla Demirel çiftinin yaşamını hatırlatmış...

Yeri gelmişken ben de içinde Barış Kaşıkçı ve Ceyhan Altınyeleklioğlu’nun da yer aldığı bir anımızı paylaşayım:

12 Eylül’deki “zorunlu ikameti” sonrası, Süleyman Demirel’i Hamzakoy dönüşünde, Güniz Sokaktaki evinde biz de ziyaret ettik... Meslek büyüklerim Ceyhan Altınyeleklioğlu ve Barış Kaşıkcı ile birlikte...  Güzel bir çiçek de yaptırmıştık... Çiçeği evin girişine bıraktık... Bizi sıcak biçimde karşıladı Demirel, yanına oturttu, halimizi hatırımızı sordu. Kapatılan Adalet Partisinin 2 numaralı ismi Sadettin Bilgiç’le birlikte, Nazmiye Hanım da salondaydı, Nazmiye Hanım sohbeti dinlemekle yetiniyordu... Derken akrabadan olduğu anlaşılan bir genç girdi salona, Süleyman Bey ve Nazmiye Hanımın elini öptü, geçti oturdu, Demirel askerden yeni döndüğü anlaşılan gence sordu:

-Haydi geçmiş olsun, askerden döndün demek...
-Evet efendim
-E, nasıl geçti bakalım? Memnun muydun hayatından?

O anda Nazmiye Hanım sözünü kesti:

-Nasıl soru soruyorsun çocuğa? Askerliğin nesinden memnun olsun çocuk? Hani Sadettin Bey, “kimseyi düdükle yatırıp kaldırmayacağız” diyordu? Sizi bile orada (Hamzakoy’daki zorunlu ikameti kastediyor) düdükle yatırıp düdükle kaldırmadı mı askerler?

Salonda sessizlik oldu, Demirel, “O başka, bu başka” diyerek eşini susturdu, askerlik konusu böylece kapandı...

Biz de bir süre oturduktan sonra izin isteyip kalktık... Nedense çiçeğimizi de ortalarda göremedik, belki de biri alıp götürmüştü!

Ceyhan Bey ve Barış bana kızmasınlar ama şunu da şimdi açıklayayım... Süleyman Beye veda ederken ben elini öptüm (uzun hikayedir ve pek bilinmeyen bir sebebi vardır!!!) Ben el öpünce, Ceyhan Bey ve Barış da kendilerini zorunlu mu hissettiler bilmiyorum, el öptüler...  Bu ziyaret sırasında ben Tercüman gazetesinin Ankara Bürosundaydım, onlar Anadolu Ajansında çalışıyorlardı...

Bildiğim kadarıyla o zaman 12 Eylül yönetiminin AA’ya atadığı asker genel müdür, antenleri! vasıtasıyla “yasaklı politikacı” Süleyman Demirel’i ziyaret ettiklerini duymuş ve onlardan hesap bile sormuş...

Bunu da kendilerinin anlatmasını beklerim.
(*) https://www.facebook.com/kasikcibaris

Çarşamba, Nisan 01, 2020

Nerde o şampanya tepsileri?



Anadolu Ajansında mesleğe başladığım yıllardı, sabahları bir heves koşardım İbrahim Çıngay’ın yönettiği büroya... İşlerin biraz durulduğu anlarda Çıngay bir sohbet başlatır, hayranlık duyduğum kıdemli gazeteciler pası alır, neler neler anlatırlardı... Ağzım açık dinlerdim... 

O günlerin unutulmaz isimlerinden biri genel müdür Atilla Onuk, diğeri iç haberleri yöneten Ajlan Akıncı idi. Atilla Bey için, kendi yazdığı abartılı bir haberle Başbakan olduğu yıllarda Süleyman Demirel’e “masaya yumruk attırdığı” efsanesi dolaşıyordu. Ajlan Bey ise şık giyim kuşamı, muhabirlere mesafeli ama nazik yaklaşımı ile hepimizi etkiler, habere objektif bakışı, liberal tutumu ile saygı uyandırırdı. 

Biz Ümit Zileli ile birlikte Ajansın en yenileri, daha doğrusu “çömez” muhabirleriydik. İç Haberler Müdürü İbrahim Çıngay’ın redaksiyon yeteneğine hayrandım, bir kelimeyi değiştirir, bir virgülü kaldırır, farklı bir başlık koyar, metni bambaşka bir hale sokardı. Yazılan haberler, redaksiyona muhabirin parafıyla gider, son şekli veren şef de paraf atardı. 


İbrahim Bey, bana, “Nursun Alev, sizin parafınız NRS olsun” demişti..


12 Eylül arefesindeydik, Ümit Zileli ile ikimize gece nöbeti düştü.  Ajans nasılsa sadece rutin haberleri takip ediyordu ve yöneticiler olağanüstü bir durum yaşanmayacağını düşünerek bize gece sorumluluğunu vermişlerdi. Nöbeti aldığımız gece, Ümit heyecanla geldi:


-Nursun, Süleyman Demirel açıklama yapacakmış benim Başbakanlığa gitmem gerekiyor. Telsizi alayım, sen de telsizle daktilonun başında dur, gerekirse haberi oradan yazdırırım.

-Haydi o zaman kolay gelsin...

-Ama tuh, böyle gidemem ki Başbakanlığa... Üstümde blucinle, ceketsiz...


Sonra bir koşu Ajansta arayışa çıktı, baktım beyaz bir ceketle kravat bulmuş, giymiş,  geldi:


-Nasılım ama


Diye soruyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyor... Beyaz ceketin yakasında boydan boya uzanan lacivert mürekkep lekesine gülüyormuş, 


-Olsun, lekeli mekeli ama ceket kravat var ya üstümde


Diyor. 


Biraz sonra Başbakanlıktan döndü ve haberi bana daktiloda yazdırdı. Ben bir yandan hayranlıkla Başbakanın sözlerini, soruları cevapları dinleyip yazıyor ve ortamı gözümde canlandırmaya çalışıyorum... Haberi tamamladık,  birlikte redakte ettik, paraflarımızı da gururla atıp masada kenara koyduk. Ben o arada sorup duruyorum Ümit’e


-Demirel’in yaklaşımı nasıldı? Sorulara kızdı mı? Kaç gazeteci vardı toplantıda?


Derken sohbeti koyulaştırdık, Ümit alt katta şoförler çay demlemişler, gitti, birer bardak getirdi, gece yarısına kadar oyalandık, sonra o  beni,


- Artık pek fazla iş kalmadı sen evine git, ben de yavaş yavaş toplanır çıkarım


Diye gönderdi.


Ertesi gün nöbete geldiğimde ne göreyim, bizim İç Haberler Servisinde kıyametler kopuyor, müdür yardımcısı Atila Girgin bas bas bağırıyor:


-Ajans tarihinde ilk kez bakanlar kurulu haberi verilmedi, başbakanın açıklamaları bültende yer almadı... Büyük bir skandala imza attık, bu nedir başımıza gelen?


Meğer biz haberi yazdıktan sonra kenara koyup sohbete daldığımız için haber metnini borudan atmayı tamamen unutmuşuz... O yıllarda ajansın üst katlarındaki servislerden alt kattaki teleks odasına uzanan borular vardı. Haber metinleri yuvarlanıp silindir yapılarak o borudan atılır, aşağıya giden metin, teleksçiler tarafından alınıp, dizilerek servise konulurdu...


Müdürümüz İbrahim Çıngay iyi ki çok anlayışlı bir insandı  ve işlediğimiz bu büyük hatanın üstünü kapattı...


Akşam, Ümit Zileli ile  epeyce mahçup, suskun bir halde çalıştık... Fakat geceyarısına doğru Başbakanlıktan bir açıklama geldi, heyecanlandık:


-Aman şunu hemen yazalım da servise koyalım... Yoksa kovuluruz vallahi.


Haberi yazdık, paraflarımızı attık, borudan gönderdik... Gece itibarıyla önemli başka bir gelişme olmadığı için de mesai bitiminde, paşa paşa evlerimize döndük.


Ertesi gün sabah saatlerinde çalan ev telefonuyla uyandım, arayan Ümit Zileli’ydi:


-Uyuyor musun hala Nursun?  Çabuk kalk, ajansa gel... Müdür bizi acele çağırmış, sekreter çok sinirli dedi. İkimiz birlikte gidelim, kim bilir ne olduysa artık...


Hemen aceleyle fırladım,  giyinip, evimizin sokağındaki ajansa bir koşu gidip, nefes nefese üst kata çıktım... Müdürümüz İbrahim Çıngay ile şefler, Atila Girgin, Aysun Nebrekli ve Ceyhan Altınyeleklioğlu asık yüzlerle oturuyorlar salonda... Yüreğim pır pır atıyor.


Sessizlik bir süre devam etti, önce Atila Girgin konuştu:


-Dün Başbakanın basın toplantısını geçmeyi unutmuştunuz, size bunun ne kadar ciddi bir hata olduğunu, ajans tarihinde ilk kez böyle bir skandal yaşandığını anlattık ama ciddiye almamışsınız anlaşılan...


Ümit’le birbirimize bakıyoruz azar işitirken, “peki bunu biliyoruz da, şimdi ne oldu acaba?” diye... Sonra Çıngay aldı sözü:


-Dün gece de koskoca Anadolu Ajansı, Başbakanlık açıklamasını, üstelik de ikinci kez atlamış oldu...


-Ama biz haberi yazmıştık diyecek olduk... 


Sonra ikinci skandalın sebebi anlaşıldı... Meğer haberi yazıp borudan atmışız ama kağıt boruya sıkışıp kalmış, yani teleks servisine ulaşamamış ve yayına da verilememiş.


Neyse ki yöneticiler bu olayı araştırıp nasıl yaşandığını öğrenince bize fazla kızmadılar, belki de meslek büyüğümüz Barış Kaşıkçı’nın bizi savunan sözleri etkili oldu. Demişti ki:


-Yahu memlekette olağanüstü günler yaşanıyor, ordu yönetime el koyacak deniliyor,  siz kalkmış böyle bir ortamda gece nöbetini iki çömeze veriyorsunuz. Bu onların değil sizin hatanızdır...


Bizi hemen o gün, gece nöbetinden alıp, gündüze verdiler... Aslında ben bundan çok mutlu olmuştum çünkü gündüzleri, çok fazla haber takip ediliyor ve başımızı kaşıyacak zaman bulamıyorduk, tam aradığımız şeydi bu. 


O günlerde okullu olmanın güvenini taşısak da  mesleği icraatta öğrenmenin demirden leblebi yutmaktan farksız olduğunun da bal gibi farkındaydık. Önceleri bize “en rutin” işlerin takibi verildi. Örneğin Dışişleri Bakanlığındaki anlaşma imzalarını izlerdik. Fas’la ekonomik ve ticari işbirliği anlaşması mı imzalanacak? Ya da Tunus’la. Koş Nursun. Almanya ile çifte verginin önlenmesi anlaşması var, haydi çömezler, yürüyün bakalım. 


Tatlı bir heyecanla koşar giderdik. Yabancı büyükelçi ile Dışişleri yetkilisi, anlaşma metnini imzalar, basın bülteni dağıtılırdı. Sonra toplantı salonunun kapıları açılır içeri ellerinde kocaman tepsilerle kavaslar girerdi. 

Tepsiler silme şampanya kadehleri ile dolu olurdu... Aman ne keyifle yudumlanırdı o şampanyalar, bazen sabah saatlerinde, bazen akşamüstü... Ne gam... Mutlaka içilirdi o şampanya, basın bülteni koltuğumuzda bakanlıktan keyifle çıkar ajansa dönerdik.

Sonraları elimiz biraz kalem tutunca, kıdemli muhabirlerin yanında dışişleri sözcüsünün haftalık brifinglerini izler olduk, o günlerden aklımda kalan isimler, Armağan Anar, Ünal Menderes, Leyla Çambel, Mithat Sirmen,  Nilüfer Yalçın, daha genç kuşaktan Nur Batur, Sedat Ergin, Ufuk Güldemir.


Düşünüyorum da resmî yemeklerde bile alkolün a’sının yasak olduğu bugünlerde Dışişlerinde işler şimdi nasıl yürüyor? 

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...