Bu Blogda Ara

Barış Kaşıkçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barış Kaşıkçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Ekim 23, 2024

Barış Kaşıkçı’nın ardından!


Barış Kaşıkçı
meslekte tanıdığım “en parlak” gazeteciydi… Dün gece ölüm haberi ulaştı, o dakikadan bu yana sayısız  “enstantane” geçit yapıyor belleğimde:

Anadolu Ajansının İç Haberler Servisinde mesleğe başlamışım,  büyükçe bir salonda çalışılıyor, masaların üstünde kimi büyük dev gibi, kimi portatif, kimileri F klavyeli, kimi Q’lu, onlarca daktilo var.  Hayranlıkla izlediğim kimi gazeteciler bant çözüyor, biri telefonla yazdırılan haberi tape ediyor, işi olmayanlar özel cihazdan akan rulodan AA mahreçli haberleri okuyor, ya da gazeteleri gözden geçiriyor.. 



 İbrahim Çıngay (ÇIN) (*) içeri giriyor:

-Arkadaşlar kulak verin… IMF heyeti geliyor akşam kadrosunu güçlendireceğim, havaalanına özel ekip gidecek…

Diyor, daktilolar susuyor… Çıngay gözlerini salonda dolaştırıyor, bende karar kılıyor,  foto muhabiri Kadir Şengün’le birlikte Esenboğa’ya gitmek için hazırlanıyoruz. El telsizini, kocaman teybimizi unutmamalıyız.

Biz çıkmaya hazırız, Barış Kaşıkçı, Çıngay’ı yanıtlıyor:

-IMF gelecek tabii. Baksana Süleyman Demirel 77’deki lafını tekrarladı, -70 cente muhtacız- dedi. Şimdi eğer IMF Türkiye ile stand-by imzalamayı kabul ederse, haydi bakalım yine kemer sıkma politikası başlatırlar…

——Arabadan inen başbakan——

Herkesin gazeteciliğine hayranlık duyduğu Barış Kaşıkçı hakkında söylenenleri hep dinliyorum, o sırada mesleğe küser gibi olduğunu… Bir gün Cinnah Caddesinden aşağı yürüyerek iniyor, aniden kaldırımın kenarında bir makam arabası duruyor, içinden Bülent Ecevit iniyor, Barış’a yaklaşıyor:

-Barış Bey saygılar, nasılsınız?

Barış koskoca Başbakanın nezaketine, arabadan inip kendisine saygı sunmasına şaşırıyor, Yeni Ortam Gazetesinden yeni ayrılmış, yine bir işsizlik sürecinde…Oysa Başbakan olsa da gazeteci olarak Ecevit, Kaşıkçı’nın parlak gazeteciliğini çok iyi bilen bir isim, onun  isteğiyle  Barış AA’da göreve başlıyor. (Bu olayı bir gün kendisi anlatıyor)

Biz de tam da o günlerde,  Bülent Ecevit hükümetinin düşmesi, Süleyman Demirel’in Başbakan oluşu ile AA’ya Ümit Zileli ile aynı gün başlıyoruz…

Barış kendisi mesleğe küskün olsa da biz gençlere  tam destek veriyor. Arada espriyi de eksik etmiyor:

-Aman siz okullular yok musunuz? Haberi kolay kolay yazamazsınız, önce 5 N 1 K’yı kafanızda evirip çevirmeniz gerekir…

Bir keresinde beni Ankara’nın ilk gökdelenindeki Set Kafeterya’ya davet ediyor, “gel bak seni kimle tanıştıracağım” diyor.  Asansörle üçüncü kata çıkıyoruz, aaa Attila İlhan var masada… Oturuyoruz, sohbet ediliyor. Ben susuyorum, sormaya utanıyorum, keşke sorabilsem İlhan’a, bütün okul defterlerimi süsleyen o Revolution şiirini kime yazmış diye…

——Haber atlamayan, manşet deviren  gazeteci——

O yıllarda anarşi-terör sokaklarda kol geziyor, her gün sokak çatışmalarında gençler öldürülüyor. Demirel hükümeti  olağanüstü gerilen siyasi ortama faza dayanamıyor, muhtıra yiyor askerlerden.  Parlamento kilitlenmiş, TBMM tur üstüne tur yapıyor, Cumhurbaşkanını bir türlü seçemiyor, Ümit Zileli ile birlikte gece nöbetçisiyiz, telefonlar susmuyor:

-Alo, buyurun, Anadolu Ajansı İç Haberler?

-Kızım ben İhsan Sabri Çağlayangil, bugün parlamentodaki seçimin sonucu ne oldu?

TBMM’den sonuç yok… Arada Bülent Ersoy’a, Emel Sayın’a oy çıktığı bile oluyor.

Ve sonunda demokrasi darbeyi yiyor… 

Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu hükümete el koyuyor. Başbakanlık görevi  Bülend Ulusu’da…

Bizim salondaki daktilolar artık eskisi gibi  tıkır tıkır çalışmıyor, çünkü haber akışı yok gibi, varsa yoksa MGK’dan gelen bildiriler… Sadece onlar haber yapılıyor…

Eylül ayı sürprizlerle dolu, Bülend Ulusu’nun Devlet İstatistik Enstitüsünde bir toplantıya katılacağı haberi geliyor, Barış göreve çıkmaya hazırlanıyor. 

—-AA flaş geçiyor—-

Günlerden 22 Eylül 1980, Ajansta sakin bir gün yaşanıyor. Darbenin üzerinden 10 gün geçmiş… Birden istihbarat şefi Atilla Girgin (A.G.)  ile Ceyhan Altınyelek’in (CAY) odasından zil sesleri geliyor:

-Çın Çın Çın Çın çınnnnnnnnn

Rahmi Özyazgan (Ro-Ro)  koşarak dalıyor içeri, cihazın başına geçiyor:

-Arkadaşlar, savaş çıktı… İran Irak savaşı…

Herkes susuyor… İstihbarat defterini alıp bakıyor Barış Kaşıkçı, bana sesleniyor:

-Teybini al gel…

DİE Binasına gidiyoruz, Barış merdiven basamaklarını üçer beşer atlayarak içeri giriyor,  Hürriyet Gazetesinin parlamento muhabiri Ali Utku’nun Bülend Ulusu ile konuştuğunu duymuş… Hemen gidip ikili konuşmanın tarafı oluyor. 

Ulusu İran -Irak Savaşı ile ilgili açıklama yapıyor, Barış, Uusu’nun söylediklerini derleyip,  haberi telefonla merkeze yazdırıyor. Toplantı bitiminde Ajansa dönüyoruz, Barış’ın yazdırdığı haber yine flaş olmuş, üstelik jest yapıp benim parafımı da (NRS) habere eklemiş… Fakat biraz sonra MGK’dan açıklama yapılıyor, AA’nın haberi iptal ediliyor, gerekçe: 

-Ulusu’dan izinsiz demeç yazılması…

Ertesi gün öğreniyoruz, bizdeki haber iptal edilince, Hürriyet de taşra baskısında sekiz sütuna manşet yaptığı haberi kaldırmak zorunda kalıyor…

—-İki büyükannenin karşılaşması—-

Ben ve Barış bir kaç ay ara ile evleniyoruz O Yıldız Telatar ile ben Feyzan Erel ile… İkimizin oğulları birbirine yakın semtlerde büyüyor, aynı çocuk parklarında salıncakta sallanıp, kaydırak kayıyorlar. Ali ile Barış Can… Bir gün iki çocuk tahtıravalliye biniyor, büyükanneleri aynı banka oturmuş sohbette:

-Sizinkiler de mi çalışıyor?

-Evet çalışıyorlar

-Ne iş yapıyorlar?

-Ali’nin annesi gazeteci, Nursun Erel sizinki?

-A, bizimkinin de babası gazeteci, Barış Kaşıkçı…

O dostluk büyükannelerden sonra da kesintisiz devam ediyor… İki çocuk büyüyünce Tevfik Fikret Lisesinde de aynı sınıfa düşüyor, yıllar geçiyor aradan, Barış Can ABD’de şimdi, Michigan Üniversitesinde profesör, Ali İstanbul’da, iş dünyasında…

Artık Barış Kaşıkçı yok…  Kocaman bir boşluk bırakıp gitti… Bütün ajanslar flaş geçmeliydi bu acı haberi, çın çın çınlamalıydı her yer…

(*) AA’da haberlerin altında muhabir ve editörün parafı yer alırdı

(**) Révolution

Sarmaşıklı bir ev güneşli tertemiz camları..
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Sen işinden, ben işimden dönünce akşamları
Soframız hazır, taze ekmek, limon çiçekleri,
Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz.
Sonra ben sana Nazım'dan şiirler okurken
Üşüşür penceremize gece kelebekleri.
Artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz.
Neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz..
Her sıçrayış bir birikişe bakar
Her birikiş bir sıçrayışı hazırlar.
Baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur.
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Saat kulesi gecenin on birini vurur.
Varıp deliksiz uyuruz uyuruz...
Sabahleyin bıraktığımız yerden hayata başlamak için...



Salı, Nisan 16, 2024

Ekose Etekli Levrek mi, Monaco İstakozu mu alırdınız?




İstanbul’dayım, bizim çocukların evinde misafirlikte, telefonum çaldı, arayan Barış Kaşıkçı:


-Şu istakozu filan bir kenara bırakıp İhsan Sabri Çağlayangil’in (*) Ekose Etekli Levrek Daveti olayına baksana…


Barış Kaşıkçı, benim hayran olduğum, çok şey öğrendiğim müthiş bir gazeteci, Anadolu Ajansında mesleğe başladığım yıllarda onun öncülüğünde atlatma haberler yapılıyor, A.A. bütün gazetelerde aynı anda manşetlere çıkıyordu, kimilerine benim de tanıklık etmişliğim, “teyp taşımak” gibi küçük katkılar sunmuşluğum bile var.


Hemen harekete geçiyorum, o tarihi olayı dile getiren bir kitap aklıma geliyor… Ahhh, ne yazık ki Ankara’daki kitaplığımda, olsun, çareler tükenmez, ilk işim kitabın yazarı, meslek büyüğüm Fethi Akkoç’u aramak oluyor:



-Fethi Bey, sizi Ekose Etekli Levrek kitabınız için aradım

-E, ben sana o kitabı imzalayıp vermiştim, açıp bir bak bakalım neler yazmışız? 

-Fethi Beeeeey, ne yazık ki ben İstanbul’dayım, kitabınız Ankara’da kitaplığımda duruyor, sizden rica etsem o olayı konuşabilir miyiz?

-Sor bakalım…

-Bu Ekose Etekli Levrek olayının Türk Siyaseti açısından önemi nedir?

-Ooo, çok önemli, Türkiye 1973 seçimlerine gidiyor… İki büyük parti kıran kırana yarışıyor, Bülent Ecevit liderliğindeki CHP ile Süleyman Demirel liderliğindeki AP (Adalet Partisi…) O sırada iki parti de değişim geçirmiş, Ecevit, CHP’nin efsanevi lideri İsmet İnönü'yü devirip gelmiş, Süleyman Demirel ise 12 Mart muhtırasını yemiş, Ferruh Bozbeyli filan AP’den ayrılıp yeni parti kurmuş. Ayrıca Türkiye haşhaş ekimini ABD talimatı ile yasaklamış… (**)

-Evet peki ekose etekli levrek bunun neresinde?

-Dur işte anlatıyorum, ABD Başkanı Nixon Türkiye’ye özel temsilci gönderiyor Demirel’le görüşmesi için Büyükelçi Parker Hart’ı… Fakat Demirel görüşmek istemiyor, diyor ki, -Bunlar yine bizden bir taviz isteyecekler, haşhaş olayında olduğu gibi bir dayatmada bulunacaklar, söz verip de tutmazsan halin harap, o yüzden ben görüşmem. Ama İhsan bir şey yapsın, bir davet filan versin, neymiş muradı anlayalım…-

-Ekose etekli levrek olayı?

-Ya, amma sabırsızsın dinle… İhsan Sabri Çağlayangil, bu Parker Hart da dahil Türkiye’deki büyükelçileri Yalova Çiflikköy’deki evine davet edip bir yemek veriyor, yemekte kuş sütü eksik, hele masaya tepsi içinde bir levrek geliyor ki muhteşem, yeme yanında yat… Dev gibi balığa yemeğin davetlilerinden İskoç asıllı İngiliz Büyükelçisine jest olarak mayonezle şekil veriyorlar, oluyor sana ekose etekli levrek…

-Peki sonra?

-Sonrası şaşırtıcı… Ben o sırada Tercüman gazetesi adına Bülent Ecevit’le sürekli görüşüyorum, İstanbul’da 1 Mayıs mitinginden dönüyoruz, Bolu’da Koru Motel’deyiz, bana Adalet Partisi’nin seçimlere çok hızlı girdiğini, hatta 300 sandalyeyi bile yakalayabileceğini anlatıyor…Endişeli yani…

-Ama öyle olmadı değil mi? Ben hatırlıyorum, CHP çok güçlü çıktı seçimden?

-Ya, işte orası çok ilginç…Gerçekten o sırada AP çok güçlü durumda, fakat Demirel’in Hart’la görüşmemesi yani ABD’ye işbirliği için seçimler öncesinde göz kırpmaması aleyhine oluyor, basında bir “Basma ve Tuz Kampanyası” başlatılıyor… Yani Sümerbank’ın ürettiği basma kumaşın  ve hatta heryerden çıkarılabilen, kolayca elde edilen tuzun bile cepleri yakacak kadar pahalı oluşundan dem vuran bir kampanya… Tabii AP bu pahalılık söylemleri yüzünden seçimi kaybediyor, sadece 141 milletvekili çıkarabiliyor, seçimi CHP kazanıyor 184 milletvekili ile… (***) Yani ekose etekli levrek bile kurtaramıyor AP’yi, olay budur… Aslında bugün yaşanan pahalılık olayının AKP’ye yerel seçimde kayıp yaşatması gibi…

Heyecanlanıp internette arşivlere giriyorum, Olay Tan’ın Günaydın’daki tam sayfa manşetini buluyorum, daha sonra yazılanları inceliyorum, Barış Kaşıkçı’yı arıyorum:



-Barış, Fethi Akkoç’la konuştum, anlattıklarını yazacağım, sen bu istakozla levrek arasında nasıl bir bağlantı kurdun?

-Baksana, işte iki olay benzemiyor mu sence? Pahalılık, lüks merakı siyasetçilere nasıl irtifa kaybettiriyor?


Bu konuşmaların ardından Barış Kaşıkçı bana konuyla ilgili yazıları da gönderiyor fakat ciddi bir sorun var, ben “eski kuşaktanım” önümde F klavye yoksa tek kelime bile yazamam… 


-E, peki, sabahtan bu yana bunca konuşmalar yapılmış, arşivler karıştırılmış, resimler bile bulunmuş, yazma isteğiyle kıvranıyoruz, ne yapacağız?


Haydi misafirliği, kahve höpürdetmeyi, torun sevmeyi filan bırak şimdi… Bavulunu, lap top’unu bırakmıştın ya, oraya gidip geç bakalım klavyenin başına…


O anda telefonum çınlıyor, mesaj yine Barış Kaşıkçı’dan… Hıncal Uluç ve Mehmet Yalçın’ın o günlerin gazetecilik atmosferini, dostluklarını, hatta ekose etekli  levrek olayını dile getiren yazılarını göndermiş, özlem duyarak okuyorum… (****)


-Ah, nerde o eski çalışma ortamımız? O şefler, o meslek büyükleri, o heyecan, o siyasiler, o gazete büroları? 

Ya o okurlar? 


(*)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hsan_Sabri_%C3%87a%C4%9Flayangil

(**)https://www.kitapyurdu.com/kitap/ekose-etekli-levrek/372112.html

       https://dergipark.org.tr/tr/pub/asm/issue/59793/827640

(***)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/1973_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7imleri

(****)https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-yalcin/ekose-etekli-levrek-ii,20402

           https://m.sabah.com.tr/yazarlar/uluc/2015/08/22/ekose-etekli-levrek






Perşembe, Ekim 05, 2023

Ahmet Telli’den kaynaklı…




Yaşamımız öyle hızlı geçiyor ki önemli bir an, bir söz hemen aklımızdan çıkıveriyor, bir kenara ufacık bir not bile almıyoruz, aslında sosyal medyanın varlığı bizi “deftere” yazmaktan da alıkoyuyor, ne kötü…


Bu sabah uyandığımda telefonu elime aldım, bir baktım Tevfik Dalgıç’tan Facebook’ta önemli bir paylaşım var, Ahmet Telli’den alıntı yapmış:


Ankarada

Kumrular sokağı hüzzamdı bir zaman
Kale’ye rast vaktinde çıkılırdı
Gariptir, Sezenlerdeki hanende
Çekip gitti Sarguttan bir ay önce

Posta caddesi, Taşhan, Karpiç ve diğerleri
Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da
Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da
Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması

Ahmet Telli’ye ne oldu?” derseniz… 12 Eylül’de içeri alıp kuru somyalarda yatırdılar, şimdilerde de “okuduğu şiirlerden” onu 77 yaşında yeniden hapislere yollamaya kalktılar…




Neyse işte, sabahın o saatlerinde ben de kalktım eski günlükleri, fotoğrafları filan buldum…

Bir kaç şey çiziktirdim yorum olarak, sonra çok değer verdiğim önemli gazetecilerden Barış Kaşıkçı’nın notunu gördüm, havalara uçtum… Eh, artık şart oldu bu paylaşımları paylaşmak, birkaç resim de eklemek… Ne güzeldi o yıllar…



-Kumrular’da ortaokulum vardı (Namık Kemal) 3 yıl ilkbahar-sonbahar- dizboyu karda kışları gittim döndüm… Acıbadem kurabiyesi ünlüydü tam okulun karşısındaki pastanenin,(tadı hala damağımda…)

Üniversite sonda, Sıdıka Yılmaz’la dondurucu soğukta haftalarımızı Milli Kütüphanenin üst katındaki buz gibi bir odada eski gazeteleri inceleyerek geçirdik… Nefesimiz buhar olurdu!

-Kale’ye sıkca gider, siyah beyaz resimler çeker, hocamız Hamza Inanç’tan (SBF-BYYO) aferin beklerdik.

-Sezenler bizim sokağı keserdi (Hanımeli), çok arkadaşım otururdu, ne hoştu o dört katlı binalardaki 2 odalı evler, Lale Apartmanı…

-Kızılay’da çok dolaşırdık, dolmuşlar Gima’nın karşısından kalkardı, o yemyeşil 

parklardaki salıncaklar, Kocabeyoğlu Pasajı, Büyük Sinema… Hepsi aklımda.

-Posta Caddesi bilumum elektrik malzemeleri filan içindi… Odama abajur almıştık.

-Karpiç’e yetişemedik, Piknik’i sonlarında yakaladık, gökdelendeki Set Kafeteryayı severdik, Baris Kaşıkçı beni orada Atilla İlhan’la tanıştırmıştı… Uzun sohbet etmiştik o gün…)

Çocukluğumda babamla Ulus Sinemasına bilet alır, önce Cevat Restoranda çay içerdik… West Side Story’i izlemiştik.


Bu şehirde doğdum yaşadım hep… Ahmet Telli gibi anlatamasam da…


Zaten ülkenin zalimleri hep iktidardaydı, hep aydınlara, şairlere, yazarlara zulmettiler… Hepsi birden cahil ve karanlık düşünceliydiler…”




Perşembe, Nisan 29, 2021

Turgut Özal ile “pijamalı bayram söyleşisi”



Anadolu Ajansında mesleğe yeni başlamıştım, hevesle çalışıyor, ekonomi alanında ilerlemek istiyordum. Turgut Özal, 12 Eylül Darbesi  sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilmişti, misyonu “Türkiye Ekonomisi fotoğrafını içeride ve dışarıda düzeltmek”ti . Bu nedenle bir grup genç gazeteci olarak deyim yerindeyse  Özal’ın “peşinden ayrılmaz” olmuştuk.  

AA’nın o yıllardaki güçlü kadrosunun önde gelen isimlerinden biri de, benim gazeteciliğine hayranlık duyduğum  deneyimli gazeteci Barış Kaşıkçı idi. Özal’ı yakın takipte olduğumuz için Başbakanlıktaki danışmanı Adnan Kahveci ile de sık görüşüyorduk. AA’nın  gece gündüz tıkır tıkır çalışan teleks bülteninden BK ve NRS paraflarıyla (imza kullanılmazdı) dökülen haberlerimiz, ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde yer alır olmuştu. 


Bir Ramazan Bayramı öncesinde Turgut Özal’dan randevu istedik, ekonomi gündeminde önemli yer işgal eden konuları konuşmak istiyorduk. Özal, “yarın, öğlene doğru gelsinler” demiş... Bayramın ilk günü, heyecanla hazırlandık, teybimizi kontrol ederken, Barış:


-Yahu gazeteci milleti ne teypler edinmiş, küçücük gömlek ceplerine bile sığıyor... Bizimkini gören, bavulla evrak taşıdığımızı sanacak


Diye güldü... Foto Muhabirimiz Kadir Şengün’ü de alıp, yola koyulduk, istikamet Özalların Farabi Sokaktaki “üç oda bir salon” kira eviydi. 1. Kattaki dairenin kapısını çaldık, biraz bekledik, kapıyı pembe sabahlığı ile açan Semra Özal bizi içeri buyur etti:


-A, çocuklar erken mi geldiniz? Turguuuuut bak, gazeteciler...


Salona geçtik, Turgut Bey üstünde lacivert eşofmanıyla yanımıza geldi:


-Yahu bu kadar erken mi geldiniz? (Saat öğlen 12.00) Neyse buyrun, hoşgeldiniz, konuşmamızı yapalım da fotoğrafı sonra çektirelim olur mu? Böyle pijamalı resim yakışık almaz. Sizin fotoğrafçı  biraz dışarıda gezsin dolaşsın iki saat sonra gelsin. 


Kadir’i, “yakınlarda, istersen Kuğulu Park’ta filan dolaş 2 saat sonra gel” diye evden gönderdik. 


Teybi çalıştıracakken, Özal:


-Bakın isterseniz mutfağa geçelim, tam kahvaltı ediyordum, siz geldiniz, oradaki masada daha rahat çalışırsınız.


Küçük mutfağa geçtiğimizde baktım, ocaktaki harlı ateşte fokur fokur kaynayan çaydanlıktan etrafa sular saçılıyor, not defterimi kalemimi masaya bırakıp, ocağın düğmesini kıstım, çayı demledim, sonra üstündeki tabaklarda bir kaç parça zeytin, peynir hatta bir iki dilim kızartılmış sucuk bulunan masaya geçip teybin düğmesine bastım:


Barış Kaşıkçı ile sorularımızı art arda sormaya başladık :


-Türkiye ekonomisi adeta moratoryum noktasında, bunu siz de defalarca ifade ettiniz. Şimdi sizin koordinasyonunuzda bir kemer sıkma paketi hazırlanıyormuş, en önemli ayaklarından birini de sıkı para politikası oluşturacakmış. İş camiasının bu önlemlere nasıl bir karşılık vereceğini düşünüyorsunuz?


Özal bir an düşünüp konuşmaya başladı. Ekonominin nasıl darboğazda olduğunu, yıllarca ihmal edilen önlemler, modası geçmiş Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununa dayanan uygulamalar, ve sabit kur nedeniyle üretim, ihracat ve istihdamın  köşeye sıkışıp kaldığını anlattı. Son cümlesini ise, “Yani anlayacağınız özel sektörde hiçkimse  kusura bakmasın, ya yaparlar...” derken susup,  yarım bıraktı.


Barış:


-“Ya giderler, öyle mi Sayın Özal?”  Deyince, Özal sözünü, “evet ya yaparlar ya giderler” diye tamamladı. 


Barış’la birbirimize baktık, ertesi günün gazete manşetleri çıkmıştı işte... Bu arada foto muhabirimiz Kadir Şengün de “dışarıdaki iki saatlik hava alma molasını” tamamlayıp, yanımıza dönmüş, makinasını hazırlamıştı.


Söyleşi tamamlanınca, Özal yanımızdan ayrıldı, biraz sonra Semra Hanımla birlikte iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olarak yanımıza geldiler. İşte bu tarihi fotoğraf bizim için o unutulmaz günü kayda geçiren fotoğraftır. 


Özal’la Türkiye ekonomisinin direksiyonunda bulunduğu yıllara dair pek çok anımız var, “moratoryum sözü” nedense bugünü çağrıştırdı da paylaşmak istedim... Acaba diyorum, bugünlerde ekonominin direksiyonunda kim var? Ben uzaktan seçemiyorum, gözlüğümü evde unutmuşum... Siz görüyorsanız bana söyler misiniz? 



 


Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


Çarşamba, Mayıs 27, 2020

Süleyman Demirel ziyareti




Değerli meslektaşım Barış Kaşıkçı (*) ilginç bir paylaşımda bulunmuş, Nazmiye Demirel’in ölüm yıldönümü dolayısıyla Demirel çiftinin yaşamını hatırlatmış...

Yeri gelmişken ben de içinde Barış Kaşıkçı ve Ceyhan Altınyeleklioğlu’nun da yer aldığı bir anımızı paylaşayım:

12 Eylül’deki “zorunlu ikameti” sonrası, Süleyman Demirel’i Hamzakoy dönüşünde, artık asker korkusundan kimselerin kapısını çalmadığı Güniz Sokaktaki evinde biz de ziyaret ettik... Meslek büyüklerim Ceyhan Altınyeleklioğlu ve Barış Kaşıkcı ile birlikte...  Güzel bir çiçek de yaptırmıştık... Çiçeği evin girişine bıraktık... Bizi sıcak biçimde karşıladı Demirel, yanına oturttu, halimizi hatırımızı sordu. Kapatılan Adalet Partisinin iki numaralı ismi Sadettin Bilgiç’le birlikte, Nazmiye Hanım da salondaydı, Nazmiye Hanım sohbeti dinlemekle yetiniyordu... Derken akrabadan olduğu anlaşılan bir genç girdi salona, Süleyman Bey ve Nazmiye Hanımın elini öptü, geçti oturdu, Demirel askerden yeni döndüğü anlaşılan gence sordu:

-Haydi geçmiş olsun, askerden döndün demek...
-Evet efendim
-E, nasıl geçti bakalım? Memnun muydun hayatından?

O anda Nazmiye Hanım sözünü kesti:

-Nasıl soru soruyorsun çocuğa? Askerliğin nesinden memnun olsun çocuk? Hani Sadettin Bey, “kimseyi düdükle yatırıp kaldırmayacağız” diyordu? Sizi bile orada (Hamzakoy’daki zorunlu ikameti kastediyor) düdükle yatırıp düdükle kaldırmadı mı askerler?

Salonda sessizlik oldu, Demirel, “O başka, bu başka” diyerek eşini susturdu, askerlik konusu böylece kapandı...

Biz de bir süre oturduktan sonra izin isteyip kalktık... Nedense çiçeğimizi de ortalarda göremedik, belki de biri alıp götürmüştü!

Ceyhan Bey ve Barış bana kızmasınlar ama şunu da şimdi açıklayayım... Süleyman Beye veda ederken ben kendisine sarılıp öptüm. Ben Demirel’i öpünce, Ceyhan Bey ve Barış da kendilerini zorunlu mu hissettiler bilmiyorum, onlar da öptüler...  Bu ziyaret sırasında ben Tercüman gazetesinin Ankara Bürosundaydım, onlar Anadolu Ajansında çalışıyorlardı...

Bildiğim kadarıyla o zaman 12 Eylül yönetiminin AA’ya atadığı asker genel müdür, antenleri! vasıtasıyla “yasaklı politikacı” Süleyman Demirel’i ziyaret ettiklerini duymuş ve onlardan hesap bile sormuş...

Bunu da kendilerinin anlatmasını beklerim.
(*) https://www.facebook.com/kasikcibaris

2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...