Bu Blogda Ara

Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Nisan 04, 2021

Ben yaşamı böyle sevdim




Bilenler bilir, arşivle uğraşmak belalı iştir. Üstelik bu iş, ömrün sonuna dek sürecek bir dipsiz kuyudur... Hele gazetecilik mesleği söz konusu ise o kuyunun dibine asla ulaşamazsınız. İşte aylardır, sayısız dosya, kupür, fotoğraf, belge, görüntüyü masama yığdım, cebelleşip duruyorum. Ya çekmecenin birinde tozlanan şu antika telefonu bulmaz mıyım? Ne güzeldi onunla hayat, hep iyi haberleri taşırdı...


Oysa dışarıda hava o kadar güzel ki, şu ne işe yaradığı bilinmeyen! “Covit Yasakları” (*) olmasa çık, göl kıyısına git, eşinle dostunla uzak uzak oturup, köpüklü kahve eşliğinde daldan dala sohbet et:


-103 amiral meselesine sen ne diyorsun? (**)

-Yahu ne var bunda? Montreaux, adamların yıllarını verdiği  mesleğin en önemli dosyalarından biri değil mi? Düşünsene, kadim anlaşmayı geçmişiyle, bugünkü boyutuyla yıllarca incelemişler, teğmenlikten al, komodorluğa, komutanlığa varan süreçlerde bizzat içinde yaşamışlar, iç-dış sorunlarla boğuşulan süreci  yönetmişler. Görüş belirtmesinler mi?

-Evet ya, adamları darbecilikle suçlayan kimi çığırtkanlara bir bak, eğitimleri, deneyimleri, durdukları yer neymiş? Şakşakçılıktan goygoyculuktan başka ne emekleri geçmiş ülkeye?

-Bir de sarıklı amiralle ilgili ima vardı sanki o duyuruda?

-Yahu o sarıklı cübbeli amiral niye Ayasofya’ya imam olmamış ki? Yanlış meslek  seçmiş kendine. Hazır Ayasofya İmamı da istifa etmişken, kadro açılmışken, alsın kılıcını (!) çıksın Ayasofya’nın minberine!!! 


Evet, “hayali sohbetin”  hayali bile güzeldi ama, yapacak çok iş var... Not defterlerimi, dosyalarımı tek tek açıp, gereksiz kayıtları ayıklamam gerek.


-Aaaaaa bu ne?


Yeşil kapaklı defterimde, İtalya’nın yolsuzlukla mücadelesinin “unutulmaz ismi”, savcı Di Pietro ile yapacağımız röportaja hazırlık notlarım var...  Milano’ya gidip, “Temiz Eller” operasyonunun savcısı ile görüşmüştük. Hey gidi günler, Abdullah Öcalan’ın Kenya’da ele geçirilip, Roma’da bir villada tutulduğu günlerdi... Roma’da Öcalan çevresindeki gelişmeleri izliyorduk. Basın toplantıları, açıklamalar, canlı yayınlar derken, haberlerimize “farklılık katmak” uğruna, F’sinden bile anlamadığım futbol maçı öncesinde Torino’ya gitmiş, Juventus’un merkezine girmiş, Zidan’ın peşinde koşmuş, Fatih Terim’le bile konuşmuştum. Çünkü hem İtalyan hem Türk futbol severler için Apo artık rafa kalkmış, gündem “Juventus-Galatasaray Maçı”na kilitlenmişti. Neyse işte defter o defter... Sayfaları çeviriyorum:





                                              


Bu kez Tahran’dayız... Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i izliyoruz... Tahran’da epey kalacağız, önceden randevumu almışım, ertesi gün Cumhurbaşkanı yardımcısı Ebtekar ile görüşeceğim. Yıllar öncesinin ABD Büyükelçiliği baskınının  (***) o unutulmaz asi kızı, Masume Ebtekar’la...


-Sen de mi İran’da tesettüre giriyordun peki?

-E tabii, mecbur tutuyorlardı. Ben meslek örgütlerimize seslenmiştim. -Kadın gazeteciler bu ülkelere gönderilmesin. Çalıştıkları kuruluş onlara seçim özgürlüğü tanısın-  diye, ama olmadı... Tepeden tırnağa örtündük zorunlu olarak. Hatta dönüşte TBMM’de, Başkan Bülent Arınç’a rastlamıştım da, “Oooo, çok yakışmıştı, darısı kalıcı örtünmelere olsun”  dememiş miydi? 


-Sen zaten örtünenlerin özgürlüğünü savunmuyor muydun hep?

-Evet, herkes kıyafetini seçmekte özgür olmalı... Ama buna karşı durmak eğer bir haksızlıksa, diretilen tesettür de o kadar büyük bir haksızlık bence


-Amaan işte, yıllar ne çabuk geçmiş, yolsuzluk dosyaları, TBMM’de sabahlanan bütçe görüşmeleri filan derken bugünlere gelivermişiz... Şu defteri artık çöpe atmalı 


Derken içinden düşen kupüre bakıyorum...





Çok zarif bir dantel örneği... Onca kafa yorulan, büyük emek gerektiren, stresle boğuşulan meslekte, benim kaçışım olan el işleri... Kimi gazeteler,  kadınlara seslendikleri sayfalarda el işi örneklerine yer verirdi. Benim bu merakımı bilen meslektaşlarım o sayfayı kesip benim için saklarlardı... Bant çözdüğüm sırada bunaldığımı gören bir büro arkadaşım, “haydi bir kahve söyle de sohbet edelim” deyip uzatıverirdi o güzelim sayfayı...


Nerede şimdi o gazete, TV büroları? O güzelim dostluklar? Hele hele sorularınızı asla yanıtsız bırakmayan devlet adamları? Siyasetçiler?  Bir keresinde iş çıkışı, evimizin sokağındaki Büklüm Kasabındaydım, kıyma çektiriyordum, telefonum çaldı, Çankaya Köşkünün Özel Kalem Müdiresi Emel Yatmaz’dı cep telefonumdan arayan, “Sayın Cumhurbaşkanımız görüşecekler” diyerek Süleyman Demirel’i bağladı, Cumhurbaşkanı: 


-“Nursun, nassın, eyi misin?” Diye söze girdi, şaşırıp kalmıştım. Kasabın “Gönül Hanıma yarım kilo kıyma, Hakkı Beylere on kalem kuzu pirzolası, Saygılar Lokantasına üç kilo sotelik ciğer hazırlanacak” diye siparişleri  kaydettiği deftere not almıştım Demirel’e sorduğum soruların yanıtını... Demirel durumu bilse patlatırdı espriyi:


-Yahu Nursun, sen benim laflarımı boşver, onlar karın doyurmaz... Kıymanı çektir, benden de selam söyle, yağsız kıymadan eyi dolma olmaz. Ona göre hazırlasın...


 Ben yaşamı böyle sevdim...


(*) https://www.haberturk.com/yeni-yasaklar-neler-yeni-koronavirus-tedbirler-neler-iste-yeni-icisleri-bakanligi-genelgesi-3022191


(**) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56628996

NOT: Bildiriye imza atan amirallerin sayısının 103 değil 104 olduğu açıklandı ve haklarında soruşturma başlatıldı.

(**) https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/montro-6337451/


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%


Perşembe, Kasım 26, 2020

Şam’da peşimize hafiye takmışlar




Öyle çok seyahat ettim ki güzel mesleğimde, “dünyayı gezdim” desem yeridir... 

Seçim propagandalarında, siyasilerle memleketin en ücra köşelerini karış karış dolaşmaktan tutalım da, liderlerin resmi yurtdışı gezilerine, özel dosya araştırmalarına, röportajlara, ülkelerden gelen davetlere kadar...


Mesleğe yeni başlamıştım Tercüman Gazetesinde, ekonomi alanında ilerlemeye çok istekliydim, dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ı takip ediyordum, gazetecilik yaşamımın ilk yurtdışı gezisi onunla Şam’a oldu. Şam’da Türk Heyeti soğuk karşılandı. “Hatay’ı içine alan Suriye haritaları” bütün resmi toplantılarda duvarlarda asılıydı, üstelik Abdullah Öcalan da yıllardır Şam yakınlarında “misafir” ediliyordu.


Hafız Esad’ın başında bulunduğu Baas Rejiminin etnik temizlik amacıyla Hama ve Homs’ta (*) kimyasal silah kullanıp binlerce  sivili katlettiği haberlerini duyuyorduk. O sırada Hürriyet’te olan sevgili meslektaşım Saygı Öztürk’le kafa kafaya verdik:


-Yahu Nursun, Özal’ın görüşmelerinden kayda değer bir şey çıkmıyor. Zaten ajanslar da takip ediyor. Biz keşke buraya gelmişken özel bir şey yapabilsek...


İkimizin aklından aynı şey geçiyordu besbelli, “Hama ve Homs’a gidebilmek...” Orada yaşananları resimleyip haber yapabilmek... Hatta Saygı’nın planı, Hama tabelasının önünde fotoğraf çektirip haberlerine vinyet olarak kullanmaktı.


Fakat biz iki genç gazeteci bu konuşmaları, resmi geziyi takip ettiğimiz sırada bize tahsis edilmiş olan arabada yapıyorduk. Şoförümüz sözde (!) “tek kelime Türkçe bilmiyordu... Çat pat Fransızcası vardı.” Bizimle işaret diliyle anlaşıyordu.


Sağa sola danıştık, otelimizdeki bir turizm acentesinin sahibiyle konuştuk ve bizi Hama-Homs’a götürecek bir araba temin ettik. Masrafları Saygı ile aramızda paylaşacaktık.  


Programımızı yaparken, bir gün önce gezide bulunan işadamı Emin Hattat bizleri Şam’ın epeyce dışında bir restorana davet etti. Aramızda Milliyet adına geziyi izleyen Derya Sazak, Cumhuriyet’ten Sedat Ergin, Yeni Asır’dan Ercan Deva, Anadolu Ajansı temsilcisi Ekrem Aktaş da vardı. Hatta biz yemekteyken Başbakan Yardımcısı Özal, Suriye lideri Hafız Esad ile görüşmüş ve biz bu buluşmayı görüntülemeyi atlamıştık... Neyse ki ajanslar haberi geçmiş ve önemli olay kayda girmişti. Bir varsayıma göre de Özal bu randevunun gizli tutulmasını istemişti. 


Neyse işte, dönüş yolunda, “tek kelime Türkçe bilmeyen şoförümüz” arabayı aheste aheste sürüyor, biz Saygı ile  bunları konuşurken, bir yandan da sevinçten içimiz içimize sığmıyor. Hama ve Homs’tan geçeceğimiz  “atlatma haberler” hayalimizi süslüyor.


Derken otelimize döndük, Hafız Esad-Turgut Özal buluşması haberine ufak tefek ilavelerle durumu kurtarmaya çalıştık ve odalarımıza çekildik. Planımız hazır, sabah erkenden yola çıkacağız, istikamet Hama...


Ben kim bilir kaçıncı uykumdayken, odamdaki telefon çaldı, saate baktım 03.00, “hayırdır inşallah?” Diyerek açtım:


-Aloo, Nursun Hanım, merhaba, ben Türk Büyükelçiliğinden arıyorum. Otelinizin lobisindeyim, lütfen aşağı inebilir misiniz?

-A, ne oluyor? Ne için?

-Telefonda konuşmak istemiyorum, lütfen aşağı inin, önemli bir konu var, mutlaka görüşmeliyiz.


Apar topar giyinip, aşağı indim, baktım bizim elçilikten genç bir diplomat ayakta bekliyor, direkt konuya girdi:


-Nursun Hanım,  Hama ve Homs’a gitmeyi planlıyormuşsunuz Saygı Beyle birlikte... Rica ediyoruz bunu yapmayın. Orada çok tehlikeli bir ortam var, hatta kimyasal silah kullanıldığına dair duyumlar geliyor, Türk Büyükelçiliği olarak hayatınızı garanti edemeyiz. Tavsiyemiz, bu plandan vazgeçmeniz. Hatta tavsiye de değil, can güvenliğiniz için ısrarlıyız bu konuda. 


Ben şaşırıp kalmıştım, “herkesten gizli tuttuğumuz” bu plan nasıl olup bizim büyükelçiliğe kadar ulaşmıştı da gecenin bir yarısında elçilik bize telkinde bulunmak için otelimize görevli yollamıştı? 


O saatte hemen Saygı’yı telefonla arayıp durumu anlattım, şaşırdı, bu haberin nasıl sızdığı sorusuna önce yanıt bulamadık ama, sonra ikimizde de jeton düştü... Bu işin arkasında  büyük olasılıkla bizim “tek kelime Türkçe bilmeyenSuriyeli şoför vardı, besbelli bu ajan-şoför arabadaki konuşmalarımızı günlerce dinleyip durmuş, sonra da durumu Suriye makamlarına jurnal etmişti, onlar da bizimkilere tabii...


Böyle ciddi daha doğrusu “hayati” bir uyarı alınca planımızı rafa kaldırdık, ertesi gün Özal’ın Şam’daki muhatabı olan Başbakan Yardımcısı Abdülkadir Kaddura ile röportaj randevumuz vardı, haberlerimizi geçtik, hazırlandık ve Özal’ın “tarifeli uçağıyla” Ankara’ya döndük.


Dönüş yolunda, “çiçeği burnunda muhabir” olarak benim başıma yine tuhaf bir olay geldi. Uçaktaki işadamları ile tek tek konuşup, Suriye izlenimlerini alıyor ve isimlerini sorarak not tutuyordum. “Kerli ferli adam” derler ya, işte tam da öyle görünen, orta yaşlı, kilolu bir beyefendiyle konuşup, nazikçe ismini sordum. Birden kahkahalarla gülmeye başladı ve etrafındakilere seslendi:


-Aman arkadaşlar bakar mısınız? Buyrun size beni tanımayan, hem de Ankara’lı bir gazeteci...


Kahkahaları öylece sürüp gitti, bense sıkıntıdan “kıpkırmızı” olmuştum. 


-Kimdi acaba ismini sorduğum o işadamı? O kadar ünlüydü de ben bu adamı  nasıl tanımamıştım?


Yine Saygı fısıldadı kulağıma:


-O adam Nezih Dural... Hani şu dünyayı ve Türkiye’yi sarsan  Lockheed Yolsuzluğu diye bilinen olayın baş kişisi... (**)


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/1982_Hama_massacre


(**) https://t24.com.tr/amp/haber/en-zengin-general-yolsuzluk-iddialari-icin-hakim-karsisina-cikmadan-oldu,302346






Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...