Bu Blogda Ara

Tercüman Gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tercüman Gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Haziran 01, 2024

Portreler… Mevlüt Işık en acı manşetin öznesiydi!

 


Bugün, Cebeci Asri Mezarlığında gazeteci Mevlüt Işık, kabri başında dualarla anılacak. En yakın arkadaşı Nazmi Bilgin sağlık mazereti dışında 36 yıldır her 1 Haziran günü saat 14.00’de orada 
hazır bulunarak Işık’ı  genç gazetecilere anlatıyor. 

——O’nu yitirdiğimiz gün——-


1 Haziran 1988 Çarşamba günü… Öğleden sonra, büro toplantısındayız, ertesi gün yayınlanacak  haberlerin üzerinden geçiyoruz, toplantı masasında Metin Işık da var. Bir telefon geliyor:


-Ankara Otelinde silah patladı, ölüler var…


Ankara Oteli, Tunus Caddesindeki Tercüman Gazetesi binasının arkasında, haber merkezimiz otelin havuzuna bakıyor, bize o kadar yakın yani…Metin Işık fırlayıp masadan kalkıyor, olayı izlemek, haberleştirmek için bürodan koşarak çıkıyor. Sonrası tam bir kabus. Çünkü Ankara Otelinde vurulan isimlerden biri onun ağabeyi Mevlüt Işık, Metin bu korkunç gerçekle karşılaşıyor, inanmak istemediğimiz  meşum haber bize de anında ulaşıyor, çok sevdiğimiz meslektaşımız Mevlüt Işık’ın henüz kırk yaşında yaşamını yitirdiğini öğreniyoruz.




Tam 36 yıl sonra gözümün önünden o trajedinin sahneleri birer birer geçiyor, Mevlüt’ün evine gidişimiz, yaşamının baharında, 40 yaşındayken yitirdiğimiz arkadaşımızın eşi, çocukları, annesi… Herkesin gözyaşları sel olmuş, tesellisi yok bu felaketin, hele Mevlüt’ün yakın arkadaşının menfur kurşununa kurban gidişinin izahı yok… (*)


——- Tercüman yılları—-


Mevlüt Işık’la Tercüman Gazetesinin Ankara Bürosunda masalarımız karşılıklıydı. Her sabah selamlaşır, şakalaşır, birbirimize çay ikram eder, ardından günlük işlerimize dalardık, çoğu kez düşünürüm:


-Onun kadar dürüst, sıcak, samimi, yardımsever dost bulunur muydu acaba? 

-Çok zor… 


Memleketi Kars’tan sık sık telefonla aranırdı, çünkü Mevlüt Işık herkesin derdine çare olmaya çabalardı, kimine akıl verir, kimine başvuracağı adresi söyler, hatta kimi hemşerileri akrabaları, “kızımız oldu, ne koyalım adını?” Diye soracak olurdu… Mevlüt’ün genellikle “Aybüke” deyişi hala kulağımda çınlar…




Bir ara 12 Eylül sonrasının askeri hükümeti Toprak Reformu tasarısını gündeme getirmişti, ikimiz tasarı metnini aynı günlerde ele geçirip haberleştirmiştik. Bir gün büro şefimizin haber kıskançlığından kaynaklı haksızlığına uğramıştı, Orman Bakanlığı bünyesindeki bir tesisin bahçesinde buluşup dertleşmiştik, şefe haksızlığını kabul ettirdik, Mevlüt masasına geri döndü.


—-Sigara içtiğinden haberim yok——-


Sigarayı bıraktığım günlerde herkesi sigaradan vazgeçirmeyi kendime iş edinmiştim, hedefimdeki isimlerden biri de Metin Işık’tı, Mevlüt’le konuştuk bu konuyu:


-Metin’i ben ikna ettim gibi… Sen de keşke arayıp ona destek versen, şevkini artırsan


Diyecek oldum, unutmuştum Metin’in onu baba yerine koyduğunu, aralarındaki ilişkinin gelenekten gelen, ataerkil bir tarzı olduğunu, dedi ki:


-Nursun ben onun sigara içtiğini bilmezden geliyorum, bıraksa çok sevinirim ama bunu ona söyleyemem çünkü içtiğinden haberim yok…


İşte o gün, biz çok değerli bir arkadaşı yitirdik ama Metin için ağabeyinin ölümü hiçbirimizin acısıyla kıyas kabul edilemeyecek kadar ağır bir darbe oldu. Zaman zaman dertleşirdik, ağabeyiyle geçirdiği yaşamdan anekdotlar anlatırdı, bekar yaşayan iki erkek kardeş için en kolay yemek olan yumurtanın envai çeşidini tükettiklerini, bu nedenle bir daha yaşamında yumurtanın y’sini bile duymak istemediğini söylemişti.  


Ne mutlu ki Metin, bayrağı ağabeyinin bıraktığı yerden aldı, onun hayallerinin neredeyse tamamını gerçekleştirdi, hem gazetecilikte hem siyasette çok başarılı oldu. 


—-Rüzgarlı’da geçen yıllar—-


Tuğrul Sarıtaş ve İlhan Kuyucu’nun birlikte hazırladıkları Rüzgarlı Gazeteciliği Belgeselinden bir alıntıda (**) Metin Işık ağabeyi Mevlüt’ü şöyle anlatıyor:


“Ben dünyaya gelince adeta gazete kağıdıyla kundak edilmiş  bir çocuktum, Kars’ta yayınlanan Ekinci Gazetesi ile matbaada çıraklıkla mesleğe merhaba dedim. 1972 yılının Aralık ayı, ortaokulda talebeyim, eksi 30 derecede gazete dağıtıyorum, ağzımdan çıkan nefes buza dönüşüyor, sonra okula gidiyorum, paydos zili çalınca matbaaya geçip mürettip çıraklığı yapıyorum.

Ağabeyim, ustam ve üniversitem Mevlüt Işık’tır.  Onun Ankara’ya ve Rüzgarlı Sokağa adım atması  1966 yılında olmuştur, bir yandan Ankara Belediyesinde çalışırken, bir yandan Ankara Ticaret Gazetesine yazı yazıyordu. 

Merhum Betül Uncular, Nahit Duru ve Barış Kaşıkçı Türkiye’nin gazeteciliğin okulunu okumuş ilk mektepli gazetecileriydi, biz de onların yanında çırak pozisyonunda alaylı gazeteciler olduk. Benim Rüzgarlı Sokağa adım atışım 1978 yılındadır. O yıllarda ağabeyim Mevlüt Işık, Mehmet Göktürk, Beşir Ayvazoğlu, Burhanettin Özbilgin ve Mete Bayındır’ın da aralarında olduğu güçlü bir kadroyla önce Yeni İstanbul, ardından Ayrıntılı Haber’in Ankara Temsilcisi olmuştu. Rüzgarlı Sokak bizim gazetecilik eğitimi aldığımız, haber ile yorum arasındaki farkı öğrendiğimiz yer oldu. “Haber Kutsal, Yorum Hürdür” ilkesiyle yetiştik, Berat Yurdakullar, Nazmi Bilginler’den feyz alma şansına eriştik. Gazetecilik bizim için hayatın anlamı olmanın yanı sıra geçim kaynağı olmuştu…”

Aramızdan ayrılışının 36. Yılında, meslektaşım Mevlüt Işık’ı sevgi ve özlem’le anıyorum, sabah sessizliğinde büroda, daktilosunun tuşlarından çıkan ses hala kulaklarımda, bugün yaşasa kimbilir hangi manşetlere imza atacaktı, belki siyasette önemli bir pozisyonda olurdu. Umarım gittiği yerde huzurludur. 

(*) https://gc-tr.org/mevlut-isiki-andik/#iLightbox%5Bgallery6154%5D/0

(**) https://www.facebook.com/share/v/QxNydXSHjtHMZ4DS/?mibextid=WC7FNe




Perşembe, Temmuz 14, 2022

Vehbi Koç’tan nasıl azar işittim!



 




Yaşam… Bir varmış, bir yokmuş…

Gazetecilikte deli gibi koşturduğumuz yıllar, Tercüman’dayım, genel yayın müdürü Güneri Civaoğlu, tiraj 1 milyonları geçmiş, ekonomi takibindeyim, -aman şunu atlamayayım, bununla görüşmem gerek, adam telefonlara çıkmıyor- karamsarlıkları, meslektaşlarla dayanışma hali, sabah telefonları:


-Vecdi Bey, hörmetler (Vecdi Seviğ ile aramızdaki özel hitap şekli!)

-Hörmet bizden… 

-Sizde var mı şu taslak?

-İşte, geçtiğimiz haber kadar… Bugün belki bakanın basın toplantısı olacak zaten…


Bir yandan ev yaşamı, evden telaşla çıkarken yapılan,  çoğu kez sonuçlanmayan planlamalar:


-Kıymayı buzluktan çıkartmış mıydım? Ali’yi kreşe bugün Feyzan bırakacak da, acaba hangimiz alabileceğiz? A, zaten annemi göz doktoruna götüreceğim, öğleden sonra için şeften izin alırım, doktor çıkışı, Ali’yi de alır eve döneriz…


Ve büroya telaşla giriş, şef Selman Erdoğdu (*): 


-Aman Nursun şu Peşin Vergi (**) işini atlamayalım, gazetenin manşeti yarın onun üzerine kurulacak. Sen taslağın peşindeydin ne oldu? 

-Selman Bey, araştırıyorum Maliye Bakanına ulaşamıyoruz, alt kademeden birilerini bulmaya çalışıyorum.

-O zaman, bugünkü esnaf-tüccar zirvesini sen izle, mutlaka şikayet edecekler, oradan bir şeyler çıkar hatta Vehbi Koç da gelecekmiş, onunla mutlaka ama mutlaka konuşmalısın…

…….

Vehbi Koç… Erol Toy’un “İmparator”unu (***) üniversite yıllarımızda okumuşuz, önyargılıyız Koç’a… Hani Koç, Ankara’da küçük bir bakkalla işe koyulmuş da, kurtlanan peynirler, köylüden toplanan kiremitlerin fahiş fiyatla satışı filan derken büyümüş de imparator olmuş… 


Düşünceliyim, -Koç bana konuşur mu? Onca baba gazeteci varken… Zaten Ankara temsilcilerini filan bugün için oteline davet etmiş- onlar da viski içilirken tutup peşin vergiyi mi soracaklar Koç’a sohbette?


Derken, toplantının yapıldığı salona gidiyoruz. Odalar Birliğinden üst yöneticiler, Anadoludan gelen esnaf tüccar, iş dünyasından bütün temsilciler orada, bizi sadece toplantının açılışına aldılar, holde bekliyoruz. Bir ara bakıyorum, Vehbi Koç hole çıkıyor, peşinden koşuyorum:


-Efendim kısacık bir şey soracaktım?


Yanıt yok, koşar adım ilerliyor, o önde, ben arkada… Sorumu tekrarlıyorum, yanıt vermiyor, yanında koruması olmalı, birisi daha var, nazikce beni uzaklaştırıyor, zaten bir noktadan sonra takip edemiyorum, erkekler tuvaletine giriyorlar, kapı kapanıyor,  biraz sonra Koç dışarı çıkıyor, beni kapıda görünce kaşları çatılıyor:


-Yine mi sen?

-Ama efendim önemli, bu peşin vergi konusunda görüşünüzü…


Sözümü kesiyor:


-Sen şimdi ayak üstü benden laf mı almaya çalışıyorsun? Çekil bakayım önümden…


Koç’tan çocuk gibi azar işitmek ağırıma gidiyor, holde bir koltuğa ilişiyorum, boğazım düğümleniyor, ağlamaya hazırım, meslek büyüklerimin sözleri aklıma geliyor: 


-Bizim işimiz bilgiye ulaşmak, halkı aydınlatmak. Bize her yol mübahtır, ısrarcı olacaksınız, takipçi olacaksınız. Bilgiyi saklayanların kötü sözlerini sakın üzerinize almayın…


Toplantının bitişini bekliyoruz, garsonlar içeriye tepsilerle yemek taşıyor, karnım aç ağzım sulanıyor, -büroya dönüşte Pembe Panter’den (Tunus Caddesindeki ünlü sandviççi)  beyaz peynirli sandviç söylerim- diyorum, holdeki koltuklarda benimle birlikte bekleyen arkadaşların çoğu, hatta benim foto muhabirim Rafet Hüner de dışarıya çıkıyor, sigara molasındalar… Salonun kapısı açılıyor, o ne? Vehbi Koç… Direkt bana yöneliyor, -eyvah yine mi sen? Diyecek, bir azar daha mı işiteceğiz?- derken Koç yüzünde kocaman bir tebessüm, yaklaşıp, koluma giriyor:


-Gel buraya şöyle, senin adın ne bakayım?

-Nursun efendim…

-Dursun demek, sen ailede son çocuk musun?

-Yok, Nursun Erel benim ismim.

-Ha, tamam, söyle bakayım evli misin bekar mı?

-Evliyim efendim, bir de oğlum var, Ali…

-Hah şimdi oldu… Zaten sana bir şey diyeyim mi?  -Bekarlık sultanlık-derler ama değil…


Kolumu bırakmıyor, çıkış kapısına doğru ilerliyoruz, “efendim bu peşin vergi konusunda siz ne düşünüyorsunuz?” Diye art arda soruyorum, yanıt vermiyor, arkamızda yürüyen adamı kapıda çalışır durumda bekleyen arabaya bindiriyor Koç’u, camdan gülerek el sallayıp gidiyor… Foto muhabirimiz Rafet Hüner şaşkın, -tuh resmi kaçırdım- diyor, ben ise resim peşinde değilim, haberi çıkaramadığıma hayıflanıyorum, büroya dönüyoruz, Selman Beyin yüzü asık, -İstanbul’a ne diyecek?- 


Ertesi gün (21 Eylül 1985) Yeni Asır gazetesinde Vehbi Koç’la birlikte, hem de 1. Sayfada  “haber olduğumuzu” görüyorum… O günlerin acar foto muhabiri Turgut Mantar olayı kaçırmamış, üstelik bizi! atlatmış…


Ya, yaşam işte böyle, bir varmış bir yokmuş…


(*)https://www.yeniasir.com.tr/izmir/2010/02/07/ikisi_yeni_asirdan_63_usta_gazeteciye_odul


(**) https://egazete.cumhuriyet.com.tr/katalog/192/1985/9/23/11


(***) https://www.kitapyurdu.com/kitap/imparator/370077.html


  


 

Cumartesi, Temmuz 09, 2022

“En baba mafya” Sedat Peker mi?



 

 

Sedat Peker için sık sık Twitter’ı yoklayıbugün yazmış mı?” Diye siz de bakıyorsunuz değil mi? Ben de… Nasıl bir Pandora Kutusuymuş yahu, bir açıldı bütün pislikler ortalığa saçıldıİlginç olan ise, ülkeyi yönetenler cenahındaki sessizlik… Pekerin gündeme getirdiği onca yolsuzluk, usulsüzlükle ilgili soruşturma, araştırma başlatılmasından geçtik, bu ciddi iddialar için ortada yorum bile yok. Dut yemiş bülbüller” gibi susuyor mübarekler. Geçenlerde de Peker, Mehmet Cengizle ilgili bir paylaşım yapmış, demişti ki:

 

-Seni ziyarete geldiğimde -yanındaki arkadaşlara dağıtırsın- diye bana zarfın içinde 200-300 bin doları hediye vermedin mi?

 

Merak da ettim doğrusu, Acaba Peker o parayı arkadaşlarına dağıttı mı? Diye, sanırım dağıtmıştır, 5 milyon dolar için bile fazla önemli değil diyen Sedat Peker için o para, belki de  leblebi çekirdek parası değil midir?

 

-Bu mafya yazısı da nereden çıktı? Pazar günleri sen hani daha yumuşak yazıyordun?

 

Diyorsanız, ben de şimdi sizinle bir anı paylaşmaya niyetliydim. 

 

Bir zamanlar Ankarade bir mafya lideri vardı İnci Baba namında. (*) Ankaradaki kamu ihalelerinin ondan, Mehmet Nabi İncilerden sorulduğu söylenirdi. Asıl Baba! Süleyman Demirel ile yakın olduğu da bilinirdi. İşte tam o sıralarda birgün, öğlene doğru, gazetede hummalı bir çalışmanın içindeyiz. Salona aniden beyaz gömlekli adamlar girdi, ellerinde kapaklı sahanlar var, herkes işini gücünü bıraktı, daktilolar sustu, telefonlar kapatıldışaşkınlıkla adamlara, birbirimize bakıyoruz, garson oldukları anlaşılan adamlar, ellerindekilerde masalara yaklaştılar:

 

-Masanıza örtü serecektim

 

Susup kalmıştık, garsonlar masalarımızdaki daktiloları, telefonları nazikçe kenara alıp, beyaz örtüleri  serdiler, sahanların kapakları açıldı, kebaplar, baklavalar ortaya çıktı.

İşler durmuştu tabii… Kebap servisi tamamlanınca, bir de baktık ki, salona İnci Baba azametle giriyor,  meğer o sırada Ankara temsilcimiz olan Yavuz Donat’ı ziyarete gelmiş, gazete çalışanlarına da jest yapmak istemişöğlen yemeği olarak herkese kebap ve baklava getirmiş, aynı servis Yavuz Beye de yapıldı, hep birlikte kebaplara giriştik. 

 

Yani o zamanlarıen baba mafyası” İnci Babadan böyle bir ikram kabul etmişliğimiz var.

 

-Aaaaa, demek sen de birilerinden, hem de bir mafya babasından prim! almışsın” diyen olursa, yahu adamı o gün, yaşamımda ilk ve son kez görmüş oldum, siz bunu asıl, basındaki herkesin bildiği iş takipçilerine sorsanıza” Diye yanıt verebilirim.  

 

Pekerin yazdıklarını okudukça, düşünüyorum da, o dünyanın insanlarıkaynağı bilinmeyen kimi işlerden kazandıklarını”demek ki böyle cömertçe paylaşma adetindeler diyorum.   

 

İşte İnci Baba böyle ilginç bir insandı,  oturduğu ev bizim gazeteye çok yakındı. Bir sabah erken saatlerde büroya geldiğimde, baktım girişte iki kaplan duruyor, korkudan şoka girdim. Evet evet, yanlış duymadınız kaplanlar… Tamam, yanlarındaki adam yavru kaplanlar”ı zincirlemişti ama kaplan bunlar yahu, şaka yapılır mı

Adam benim şaşkınlığıma bakıp güldü, zincirlerinden tuttuğu kaplanları oradan uzaklaştırdı, ben de şaşkınlıktan dilim tutulmuş halde binadan içeri girebildim. Meğer İnci Baba, evinde kaplan, leopar hatta akvaryumlarda pirana balığı bile beslermiş, ben ne bileyim?

 

Bir gün de oğlumu yakındaki kreşten almıştım, arka caddedeki duraktan otobüse binip evimize dönecektik, birden sağanak yağmur bastırınca, (şemsiyemiz de yoktu,) kestirmeden mi gitsek? Diyerek oğlumu bir bahçeden geçirmek istedim, tam orada koştururken kafama dank etti, yahu burası İnci Babanın evinin bahçesi değil miydi? Kaplanlarından biri ya zincirinden kurtulup bize saldırırsa? Aliyi bir lokmada yutmaz mı?” Diye korkuya kapıldım, yüreğim buz kesti. Neyse ki böyle bir şey olmadı, oğlumla otobüse bindik, evimize sağ salim döndük.

 

-Peki İnci Baba yanındaki çalışanlara ve herkese öyle cömert davranırken sonu ne oldu?

 

Diye soruyorsanız anlatayım.

 

Bir güyanında çalışanlardan biri tarafından silahla vuruldu. Silahtan çıkan kurşun, İnci Babanın dizinin biraz altına denk gelmişti ama atardamarı” koparmıştı, kan kaybından öldüİnci Babaya, o çok cömert davrandığı ama pek cahil! çalışanları, basit bir turnike yapıp kan kaybını önlemeyi düşünememişti çünkü.

 

-Şimdi bu anlattığın olayda bir kıssadan hisse var mı? diye soracak olursanız… 

 

Damat Bey tarafından bile At izinin it izine karıştı” diye yorumlanan bir ortamda ben size ne söyleyeyim? 

 

İnşallah o izler” iyi sürülür de ülke bataktan kurtulur, hepimiz aydınlığçıkmayı başarırız.

 

İyi bayramlar olsun… 

 

(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Nabi_%C4%B0nciler

2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...