Yaşam pek çok sorumluluk yüklüyor, “kendine zaman ayırmak” çok büyük bir lüks, bunu en iyi bilenlerdenim, dolayısıyla bir takım işlerin “mecburiyetten” değil de “isteyerek yapılması” kadar güzel bir şey, örneğin “istediğin kitabı okumak” kadar şahane bir hobi var mı?
-Eğer sen de küçük yaşlardan itibaren bütün okul yılların boyunca bu yazarları ve kitaplarını zorunlu ders olarak okusaydın, bırak sevmeyi, bu zorunlu vazife nedeniyle onlardan soğurdun
Hatta bununla da yetinmeyip bir arkadaş grubuyla gittiğimiz Puşkin adlı restoranda votka kadehini, bana göz kırparak kaldırmıştı:
-Rus Edebiyatına bizden daha çok merak saran Nursun için prost diyorum…
Bu sözler o an için bende etki yaratmasa da sonra daha iyi anladım Elena’nın demek istediklerini…
Çünkü bizi de zorlayan “okumalar” vardı okullarda, bu durum hepimizin anılarında yer etmedi mi? O zamanki değer yargılarımla şimdikiler arasında dağlar kadar fark olduğu için, o günlerde bize zorunlu okuma olarak verilen yazarların isimlerini saymak istemiyorum, üstelik Ankara Kız Lisesininin Fen Bölümünde okuyan öğrencilerdik. Atatürk’ün kurduğu okul, eğitimdeki iddiasını, her öğrencinin öncelikle “iyi bir okur” olması ilkesine dayandırmıştı.
Sonraki dönemde dirsek çürüttüğümüz üniversite yılları başta olmak üzere “zorunlu okumalarımız” devam etti, hele gazetecilik mesleğindeki “olmazsa olmaz okumaları” dikkate alırsak… Ardından, edebiyat dergilerine yazmalar, bir takım söyleşilere hazırlanmalar, imza günlerine katılmalar, dost yazarlardan gönderilen kitaplar filan derken okuma maratonunda şaka maka bir zamanlar pistlerin uçan Afrikalı atleti Abebe Bikila’yla yarışsak onu geçerdim…
-Sadede gel, ne okuyorsun şimdi?
Diyen varsa anlatayım…
“İçim dışım Mustafa Kemal” desem, dudak büker misiniz? -Yeni mi keşfettin?- diye mi sorarsınız, ne dersiniz?
Aslında itiraf etmesek bile büyük olasılıkla sizinle aynı düşünceleri, duyguları taşıyoruz.
Neden mi?
Mustafa Kemal bize hep “klişelerle” anlatıldı da ondan… Geçtiğimiz haftalarda onun iki ciltlik “Söylev”ini başucu kitabı yapmıştım, “meğer bize ne çok şey yanlış anlatılmış-öğretilmiş” deyip durdum kendi kendime… Üstelik o günlerde bir kitap rafında gördüğüm, kimbilir hangi bakış açısıyla özetlenip, küçültülüp tek cilde sığdırılmış Söylev’ini görmek içimi acıttı.
Düşünün, Mustafa Kemal’in kendisini anlatmasına bile set çekiliyor, kimbilir hangi kafalar emrediyor bunu?
O zaman, o teğmenlerin ihracına yol açan süreci, yani bir genç adamın Mustafa Kemal’e kin duymasına yol açan eğitim sürecini düşünürsek onu mu, yoksa onu bu kin ve nefrete sürükleyenleri mi sorumlu tutacağız?
Kurucu liderine bu ölçüde saygısız davranan başka hangi milletler vardır acaba dünyada?
Gelelim sadede…
Şu sıralar Mustafa Kemal’in kendi “sözcükleriyle” kaleme aldığı yaşam izlenimlerini, “kendi satırlarından” okuyorum, elimde iki kitap var, biri Corinne Lütfü ile olan mektuplaşmaları, diğeri, Karlsbad-Karlovi Vari Hatıralarını da içeren günlükleri.
Mustafa Kemal’in bizlere bir asker, bir siyaset dehası olarak anlatılmasının ötesinde onu kendi anlatımıyla “insan” olarak tanımak müthiş sevinçler yarattı içimde. Kitapları irdelerken üzüldüklerim de oldu:
-Mustafa Kemal’in Peyami Safa’ya emanet edilen mektuplarından bazıları nasıl oldu da kaybedildi?
-Karlsbad Hatıratı başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in kayda geçen bütün anlatıları neden bugünün Türkçesine dönüştürülüp gençlerin dikkatine yeniden sunulmaz?
Ama eski deyimle “turbun büyüğü” şimdilik rafta… Değerli Taha Akyol’un kaleme aldığı “Ama Hangi Atatürk”ü de okuyacağım.