Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ali Erel etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Barış Kaşıkçı’nın ardından!

Barış Kaşıkçı meslekte tanıdığım “ en parlak ” gazeteciydi… Dün gece ölüm haberi ulaştı, o dakikadan bu yana sayısız   “enstantane ” geçit yapıyor belleğimde: Anadolu Ajansının İç Haberler Servisinde mesleğe başlamışım,  büyükçe bir salonda çalışılıyor, masaların üstünde kimi büyük dev gibi, kimi portatif, kimileri F klavyeli, kimi Q’lu, onlarca daktilo var.  Hayranlıkla izlediğim kimi gazeteciler bant çözüyor, biri telefonla yazdırılan haberi tape ediyor, işi olmayanlar özel cihazdan akan rulodan AA mahreçli haberleri okuyor, ya da gazeteleri gözden geçiriyor..   İbrahim Çıngay (ÇIN) (*) içeri giriyor: -Arkadaşlar kulak verin… IMF heyeti geliyor akşam kadrosunu güçlendireceğim, havaalanına özel ekip gidecek… Diyor, daktilolar susuyor… Çıngay gözlerini salonda dolaştırıyor, bende karar kılıyor,  foto muhabiri Kadir Şengün’le birlikte Esenboğa’ya gitmek için hazırlanıyoruz. El telsizini, kocaman teybimizi unutmamalıyız. Biz çıkmaya hazırız, Barış Kaşıkçı, Ç...

Halide Edip ve bizim kızlarımız

Son zamanlarda Halide Edip’e yoğunlaştım, okuyor da okuyorum, “Mor Salkımlı Ev”i  müthiş bir hatırat. Bir babanın kızını bu kadar yüceltip, ilerletmesi, bütün imkanları ayaklarına sermesi “o devre göre!” İnanılmaz… Bunca yıl sonra, “bu devrin babalarına örnek olmalı!” Darısı bizim Leyla ile Ali’nin (Ali Erel) başına… İpek Çalışlar’ın Halide Edip’i de çok titiz araştırmaya dayanıyordu onu da çok severek okumuştum ama Halide Hanım’ı kendi kaleminden okumak, karşılıklı konuşuyormuşuz gibi, insanı büyülüyor… Niyetim Halide Hanımın İngiltere’de 1926’da yayınlanmış olan hatıratına da bir el atmak… ( Memoires of Halide Edib,The Century Co. London-New-York)  Zaman zaman “ zorunluluklar ”dan kurtulup “ daldan dala konabilme ” lüksüne kavuşmak ne müthiş bir şey… Halide Edip’in “ Mor Salkımlı Ev ”inden bir kaç alıntıyla, sizlere bu büyük fikir kadını, yazar ve felsefecinin yaratılışındaki “ baba etkisi ”ni paylaşayım: “İcadiye’ye gidişimizin asıl sebebi babamın beni Amerikan Kolej...

Nunu’dan Leyla’ya

Piticik , sen ne zaman büyüdün de “iki ” yaşına geliverdin bakiim?  Oysa dün gibi aklımda, annenle babanın bize “ bebek geliyo r” müjdesi verdiği günler…  Sen annenin karnında mışıl mışıl uyurken üçümüz Bodrum ’da denize girmiş de, paparazziye bile yakalanmıştık. Hele, İstanbul ’da yaşama gözünü açtığın o 16 Ağustos 2019 günü nasıl da heyecanlıydık. Pespembe gülümsemenle minik yatağına koyuverdiler seni de, hepimiz sevinç gözyaşlarına boğulduk… Yaşamımıza mucize gibi girdin. Sonra günler, aylar geçti, birlikte ne hoş, nasıl sevgi dolu zamanlar geçirdik di mi?  Sen “babaanne” diyemiyordun da “ nunu ” ismini takmıştın bana, plajdaki kocaman şezlongda neşeyle zıplayıp dururken “pis sinek ” (*)  şarkısını çaldırıyordun. Kumsaldaki  kedileri, “kopak”ları (Enecan Ablan köpeklere böyle diyordu!)  sarılıp sarılıp öpüyordun, ne çok sevdik seni, bağrımıza sıkıca bastık. Dilerim yaşamın hep aydınlıklar, mutluluklarla geçsin Leyloş , gölgeler karanlıkl...

Bir oğlum oldu, beni büyüttü

Kaç “ 1 Mart vardır”  yaşamında insanın? Bilmem, yetmiş mi? Seksen mi? Ama biri vardır ki unutulmaz... Her yıl daha da güzelleştirir yaşamı. Benim 1 Martlarımdan söz ediyorum. Yani oğlum  Ali ’nin dünyaya geldiği  1 Mart ı anımsayarak. Doğmadan önce bir kere görmüştüm onu, odamdaki çekmecedeydi. Çekmeceyi bir açıyorum  Ali ... Rüyaymış meğer, ama o kadar gerçek ki, ismini çoktan koymuşuz  Ali ’nin, “ Bizimkiler gibi zor gelmesin dile kulağa”  demişiz, doğdu, bir baktım, aynı o çekmecedeki  Ali ... Önceleri ağlayan bir sesti, doymayan bir ağız. Sonra büyüdü biraz, özel bir dil geliştirdik aramızda. Öyle bir dildi ki, sadece ikimiz konuşabiliyorduk. Daha da büyüdüğünde arkadaş olduk, yarenlik ettik, dünyayı tanımaya çabalıyorduk birlikte, arada dertleşiyorduk, beni ne çok güldürürdü...  Üzüldüğümüz de olurdu bazen, neyse ki hemen  bulurduk teselli sözcüklerini. Kavga etmedik mi? Çoook... Bilmem ki, kavga  etmese miydik? Kimler biliyor peki...

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi

24 Ocak 1993   Pazar günü çok soğuk, hatta bizim o taraflarda karlı bir gündü, şehrin epey dışında, Eryaman ’da oturuyorduk. Öğle saatlerinde   ailece Esenboğa ’ya   doğru yola çıktık. Eşim Feyzan   o gün yurtdışına gidecekti, onu havaalanına bırakacaktık, çocuklarımız küçüktü, evde yalnız kalmalarını istememiştik. O yıllarda , Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda muhabir olarak  çalışıyordum. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı dönemdi, zamanla yarışabilmek kaygısıyla gazeteden hepimize birer çağrı cihazı verilmişti. Çantamda duran cihazın mesaj anlamındaki sürekli!  bip lerini duyunca çıkarıp baktım:   -Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bomba infilak etti... (*) Tekrar tekrar okudum, inanamıyordum. Sanki okuduklarım kafama girmiyordu. Tam bir dumura uğramışlık haliydi...Çağrı cihazları sadece gelen mesajları gösterebiliyordu, yazışma yapılamıyordu. Kıvranıyordum meraktan, endişeden, ama yer demir gök bakırdı. Esenboğ a’ya vardığımı...

2021’in ilk günü...ŞEREFE

-Hiç aklıma gelir miydi torunum şampanya kovasıyla oynayacak ben de kahkahalarla güleceğim? -Eh, bunca yılbaşı geçirince insan, pek çok şeyle karşılaşıyor, hepsi ayrı bir hikaye... Hatırladığım ilk yılbaşı, Gaybi Yatır Apartmanı ndaki evimizde, 7 numaralı dairemizde geçiyordu mesela... Annemle babam bize birer tane oyuncaklı çikolata almıştı, benimki kız bebek, ağabeyiminki tavşan biçimindeydi.  Sonra oradan taşındık, Hanımeli Sokağın diğer tarafına geçtik, Hanımeli Apartmanı nda oturuyorduk. Babam, Ankara Sineması nda oynayan  bir Jerry Lewis*  filmine bilet almıştı, bütün aile gözümüzden yaş getiren kahkahalara boğularak filmi izledik.  Çocukluk ve gençlik yılllarımın en önemli ilkesi saat 24.00’ü gösterdiği anda ilk, Ayşegül ’le birbirimizi kutlamamızdı... Sonra araya yıllar girdi, o terk-i diyar eyledi, Paris ’e yerleşti. Yine sürdürdük ilk birbirimizi kutladığımız yılbaşıları... Millenyum ’da ailecek Paris ’teydik, Ayşegül ’ün evinde, o ne güzel sofraydı... Eyf...

Vesikalık fotoğraflar gibiyiz!

-Ne diye süslendin böyle sabah sabah? -Vize için fotoğraf lazım, vesikalık çektirmeye gidiyorum. -Boşuna zahmet etmişsin, nasılsa “sabıkalı” gibi çıkacaksın fotoğrafta. Gülümsemek yasak. Direkt vizöre bakacaksın, arka fon beyaz olacak, rötuş filan yapılmayacak, yüz neredeyse çerçevenin tamamını kaplayacağı için suratın kabak gibi görünecek. Nedir yahu şu vatandaşın çilesi değil mi? Elçiliklerin vize kuyruklarında beklemeler, kaçak muamelesi görmemek için toparlanacak bir sürü evrak, kanıtlanması gereken banka hesapları falan filan. Bu kaçıncı bahardır, hükümetler gelip gidip halka  söz verir dururlar, “Türk vatandaşının onurunu zedeleyen aşağılayıcı vize çilesini çözeceğiz...” diye.  Vize fotoğrafları kenara bırakılırsa, Türk insanının kendisiyle ve fotoğrafçı ile önemli imtihanlarından biriydi vesikalık çektirmek... İlk kez ilkokula başlarken adım atılır, sonra da yıllarca  diploma hazırlığı, ehliyet evrakı, evlilik yoluna girişteki  gibi pek çok nedenle çalınırdı ...

BLUZ DEYİP GEÇME!

17 Şubat 2020...  Heyecan dorukta, Feyzan 12 Aralık 2019 gününden beri süren bir hastane serüveninin başkişisi... Telaş, korku, merak, üzüntü...  Duyguların girdabındayız. Ailemiz su sızdırmaz bir dayanışma içinde... Dostlarımızla kenetlenmişiz... Doktorlarımız Murat Akova ve Ahmet Rüçhan Akar bizim kahramanlarımız, hemşireler, hastabakıcılar hepsi ayrı bir değer... İşte o puslu ve sonu belirsiz gün... Hastanedeyiz...  Ali ve Mehmet’le konuşmadan, öylece oturuyoruz,   Feyzan yatakta...  Ertesi günü bekliyoruz, Feyzan ameliyata sabah erken alınacak... - Ne olacak? Ne olacak? Başarılı geçecek mi? Zor mu olacak? Ne kadar sürecek? Haftalardır yaşanan kabus bitecek mi? Birden aklıma geliyor: - Çocuklar ben bir Kızılay’a gidip geleyim... Aklımdaki şu: - Hastane süreci kimbilir ne kadar devam edecek... Oyalanmak için birşeyler bulmak gerek... Getirdiğim kitaplar yetmiyor, gidip dantel ipliği alayım... İşte bluza dönüşmeden önce, o dantelin öyküsü böyle başladı, ...

Kahramanımız Ahmet Rüçhan Akar

Çok teşekkür ederim, bütün dostlarımıza... Sevgili Betül ve Alişan Soylu’ya. Onlar bizim bu mucizeyi yaşamamıza vesile oldular. Şu anda saat 23.00 hastanedeyiz (*) Meğer ne ağır, ne zor  bir ameliyatmış bu by-pass, oysa yıllardır duyarız, üstelik çok yakınlarımıza da bu piyango çıktı ama ne zaman başımıza geldi, o zaman tam anlamıyla idrak edebildik. Boşa söylenmemiş demek ki söz: -“Ateş düştüğü yeri yakar”... Önce “Feyzan hemen yoğun bakım sürecinden çıktı” diye sevindik, sonra bir baktık, heryerinde direnler, atar damar, toplar damar yolları,  kablolar... Hele o göğsünü yaran bandajın altındakini düşünmek insana nasıl da acı veriyor... Bir bakıyorsunuz, sakin ama iştahsız, bir bakıyorsunuz gözleri çakmak çakmak, ateşi çıkmış... Korkular, telaş, ilaçlar ilaçlar... Neyse ki Ali ile Mehmet’in olağanüstü desteği var... Galiba hayatta yaptığımız en doğru iş onlar! Kolay değil, “Hastaneler! Serüvenimiz”in  (**) üçüncü ayındayız... Umutsuzluk, karamsarlık, i...