Bu Blogda Ara

Sıhhiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sıhhiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Kasım 24, 2019

Ankara Kız Lisesi




Ankara Kız Liseli olmakla hep gurur duyduk... 
6 Fen A mezunuyduk. İçimizden ne mühendisler, ne doktorlar çıktı. Atatürk’ün Cumhuriyeti ilan etmeden 1 yıl önce kurduğu okulumuz hala yerinde dursa da ismi çoktan değişti... 

Neydi o trigonometriler, sentetikler, organik kimyalar? Tek kelimesi bile kalmadı aklımda. 

Kimya dersi veren Nilüfer Hanımın (*) notu nasıl da kıttı. 

Müdür yardımcısı, maksi modası varken aldığımız mantomun eteğini kestirivermişti de annem nasıl üzülmüştü, eteği kısa olanlar çok daha ucuzdu çünkü... Kantinin karışık tostuna bayılırdık, kantincinin kırmızı yüzlü oğlundan ise nefret ederdik... Genç kimya hocamızı kaprislerimiz ve aşırı ilgimizle delirtmiştik en sonunda.  

Okul çıkışında tren geçiyorsa Sıhhiye Köprüsünü, altından koşarak katederdik, dilek tutmak için! Dileklerimiz ne miydi? Oooo onu söyleyemem, sır... Ama hepsi olmasa da çoğu yerine geldi desem abartı olmaz.

İngiltere Kraliçesini görelim diye okulu asmış, Deniz Gezmiş’e kıydıklarında ağlamaktan helak olmuştuk... Evlerimize Akşam ya da Milliyet Gazetesi̇ girer, Çetin Altan’ın yazıları çok beğenilirdi.

Yanından geçerken, ‘ya içine düşsek?’ Diye ürperdiğimiz bir “Boklu Dere” vardı, sonra neyse ki üstü betonlanıp kapatıldı... Ulus Sineması, bitişiğindeki  babamla çay içtiğimiz Cevat Restoran, Büyük Sinema, Gölbaşı Sineması hep yok olup, tarihe karıştı... “Gökdelen”deki Set Kafeterya’nın supanglezine bayılır, gizli gizli sigara içerdik... 

Mezuniyet sınavlarına hazırlanırken “Elbet Bir Gün Buluşacağız” moda olmuştu hani, acaba bunca yıl sonra buluşmayı ve birbirimize muhabbetle sarılmayı hayal edebilir miydik?

(*) Nilüfer Gün, Ankara Kız Lisesinde 27 yıl müdürlük yapmıştır.



Pazartesi, Eylül 05, 2016

Yaprak Dökümü

Yaprak dökümü






Çocukluğumun, gençliğimin izleri yavaş yavaş kayboluyor... Makbule (Bengisu) Teyzenin kaybı o kadar acı oldu ki... Bir daha asla yaşanamayacak rengarenk anılar kafamda sürekli resmi geçitte, boğazım düğüm düğüm.
Bilmem çocukluğunuzda ev ziyaretlerine götürür müydü anneniz elinizden tutup? Hani o kristal çanaktaki şekerin ikram edilmesini sabırsızlıkla beklediğiniz, pastanın en büyük dilimini size verdikleri, büyüklerin  sohbetinden sıkılıp evin her köşesini merakla inceleyip durduğunuz ziyaretlere?

Makbule Teyzenin günleri her ayın "ilk çarşambası
" mıydı? Mutfağı ikram tepsileriyle dolup taşardı... O "otuzaltı böreği" nasıldı?

-Makbule Teyze, neden otuzaltı böreği deniyor buna?
-Canım o böreğin hamuru hazırlanıp yufkaları  açılırken otuzaltı defa katlanıyor da ondan...

Sadece börek mi? Bir muzlu kremalı pastası vardı mesela, kedi diliyle hazırlanır, bir gece buzdolabında bekletilirdi... Sonra mercimekli köftesi, kısırı, "şekilsiz kurabiye" dediği o muhteşem lezzet... En son, herkesin dokunmaya bile cesaret edemediği “iki ağızlı” tuhaf çaydanlıkta hazırladığı tavşan kanı çay gelirdi salona... Makbule Teyzenin elinden o çayı içmek, bence kutsanmaktan öte bir şeydi... Ne tatlı sohbeti vardı, çocukla çocuk, gençle genç olmayı nasıl başarırdı... Onunla paylaşmak isterdiniz herşeyinizi... Gülümseyerek anlattıklarınızı dinler, asla eleştirmezdi.

Zamanının en güzel kadınlarından biri olduğunu anlatırdı annem. Diş hekimi Sadi Bey Amca ile evlenip Akhisar'a yerleşmişler yıllar önce, bütün şehir güzel gelini görmeye taşınmış günlerce...

Sonra Sadi Beyle Ankara'ya yerleşmişler... Çocukluğumuzun en güzel sofralarıydı paylaştığımız sofralar... Sadi Bey Amca bizi bir an durmadan şakalarını sıralar, herkesi  kahkahalara boğardı,  Makbule Teyzemiz gülümsemekle yetinirdi...

Bir ara ben üniversitedeyken filan, altın fiyatları mı düşmüştü de, annem ve halamla birlikte Makbule Teyzenin kuyumcusuna gidilip "ikişer metre" uzunluğunda altın zincirler alınmıştı? Ben hepsini boynuma, kollarıma dolayıp karşılarında oynarken nasıl da gülmüşlerdi...

Yıllar yılları kovaladı, kah Aydınlıkevlerdeki evinin o sevimli balkonunda kah annemlerin Hanımeli Sokaktaki salonunda ne sohbetler, ne acılar ve mutluluklar paylaşıldı... Hatta bir keresinde bana uymuştu da, eski bir sandalyeyi kırıp, bizim şöminede yakmamış mıydık?



Oğullarım da onu çok sevdiler. Makbule Teyze yıllarca onların "babaannesi" olup çıktı... Hiç aklımın almadığı olaylardan biri, halamla birlikte oğlum Ali'yi elinden tutup, üşenmeyip, çaydanlığı, küçük tüpü, yiyecekleri  filan yüklenip Atatürk Orman Çiftliği ya da Çubuk Barajına gitmeleriydi... Bir keresinde de hep birlikte Mogan kıyısına pikniğe gitmiş, gölde deniz bisikletine bile binmiştik...

Ah ah, o kadar çok şey paylaşmıştık ki... 
 
Makbule Teyzecim seni çok özleyeceğim... İnşallah oralarda mutlusundur, bizimkilere de selam söyle, hep gülümse...

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...