Bu Blogda Ara

Katar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Katar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Kasım 28, 2020

O külçe külçe altınlar





ABD’ye ilk gidişim...


Washington DC’den başlayarak 1986 yılının Kasım ayı boyunca, ülkeyi boydan boya gezeceğiz, yetkililer, özel sektör, üniversite temsilcileri, gazetecilerle buluşacağız, Amerikan ekonomisinin işleyişini, son durumunu öğrenmeye çalışacağız. Amerikan Dışişleri Bakanlığı,genç ekonomi gazetecileri için özel program” başlatmış, gazetem (*) beni gönderiyor. ABD’yi eyalet eyalet gezecek grupta, dünyanın heryerinden 10 genç gazeteci var. 


Şu sıralarda “kitaplık temizliği” yapıyorum ya, o günlere ilişkin notlarımı, fotoğraflarımı buldum, ayıklıyorum ama detayları bir kenara bırakarak, bir unutulmaz “an”ı sizinle paylaşmak istiyorum. 





Şimdi New-York’tayız... Ne çok dolaştık, Time Square’den tutalım da “İkiz Kuleler”in tepesinden kuşbakışı Manhattan’ı seyretmeye, ünlü 5. Caddedeki ultra lüks mağaza vitrinlerine bakıp, “eye-shopping”le yetinmeye, China Town’a, heryeri karış karış geziyoruz... Jazz Konserleri, Harlem, Ellis Adası, BM Genel Merkezi... Oooo, ne çok resim var önümde.  Hayalimde o günlerde yaşananları birbiri ardına canlandırabiliyorum bunca yıl sonra bile... Ama en heyecanlı randevumuz yarın:


-Yarın ne var programda?

-Federal Reserve’ün(**)-Amerikan Merkez Bankası- bodrumuna ineceğiz

-Bodrumu mu? Ne göreceğiz orada?

-Evet, yarını bekle...


Manhattan’ın göbeğindeki binaya sabah erken saatlerde ulaşıyoruz, gruptaki gazetecilerden kimileri uyanamamış, kimi programla ilgilenmemiş, Federal Reserve’ün önünde bekleyen sadece üç gazeteciyiz, binaya girerken x-ray’dan geçiriliyoruz, el çantalarımızı, fotoğraf makinelerimizi rehin alıp kasalara kilitliyorlar, bizi bodruma indirecek rehberimiz geliyor, birer rozet yapıştırıyor yakalarımıza, asansöre biniyoruz. 


Sanki uzun sürüyor, hatta dakikalar alıyor bodruma inişimiz, belki de 1924 yılında yapılan tarihi binanın asansörleri de o yılın “aheste yaşam izleri”ni taşıyor... Sonunda durduk, asansörden çıkıyoruz, görevliyle birlikte upuzun koridorlar boyunca yürüyoruz, önümüzde açılan özel düzenekli ağır kapılar ardımızdan kapanıyor ve...


-Aman tanrım bu gerçek mi? 


Diye çığlık atmak istiyorum... Çünkü önümüze açılan manzaraya inanamıyorum... 





Yarım futbol sahası büyüklüğünde bir alan boyunca, yerden tavana uzanan, “külçe külçe altınla dolu odacıklar”, demir kafesli kapılardan içlerini görüyoruz. Kimilerinde ülke ismi var, rehberimiz “İran” yazılı odacığın önünde durduruyor bizi:


-Bakın bunlar İran devletine ait altınlar. Ancak şu sırada İran’a ambargo uyguladığımız için İran makamlarının bu altınlar üzerinde tasarruf yetkisi yok.


O sırada iki görevli önümüzden altınlarla yüklü bir el arabasını ağır ağır sürerek geçiriyor:






-A, adamların ayakkabıları da özel galiba?

-E, tabii, düşünsenize o külçelerden birinin düştüğünü, ayak anında kırılır. Bir külçe altın, tam 12.7 kilogram. O yüzden buraya girdiklerinde darbeye dayanıklı, sert metal kaplamalı özel ayakkabılar kullanırlar.


Tabii ki Türkiye’nin altınları da oradaki odacıklardan birinde muhafaza ediliyordu. 


Hatta bir tarihte eski Merkez Bankası Başkanı Cafer Tayyar Sadıklar’la bu konuyu görüşmüştük de, yanlış hatırlamıyorsam Menderes Hükümeti döneminde altınların Türkiye’ye getirilmesinin düşünüldüğünü ancak bu işlemin “sigorta sorunu” yüzünden gerçekleştirilemediğini anlatmıştı... 


-Türkiye’nin tonlarca altınının yüklendiği uçağın veya geminin Atlantik Okyanusunda kazaya uğrayıp batma olasılığı mı düşünülüp vazgeçilmişti acaba?

-Valla hayal bile edemiyorum  öyle bir olasılığı... Tüylerim ürperiyor.


Yanılmıyorsam son yıllarda bu altın varlığı (bazı kaynaklara göre 220 ton) memlekete geri getirildi.


-E, onca yıl sonra nasıl getirildi altınlar?

-Valla o konuda pek çok söylenti, bilgi, haber var. Bunlara bakılabilir tabii (***)

-Peki o altınlar şimdi Merkez Bankasının uhdesinde mi, Varlık Fonuna mı devredilmiş? (****)

-Aman dur, ağzını hayıra aç... Altınlarımızı da şimdi Katar’a filan pazarlamaya kalkarlar da...


Ne yazık ki, “o güne dair” tek bir fotoğraf karesi bile yok elimde... Başta da söylemiştim, bizi Federal Reserve’e alırken üstümüzdeki her şeyi, çantaları, not defterlerini, fotoğraf makinelerini emanete alıp kilitlediler. Bize verilen broşürün üstünde ise bir tek siyah beyaz fotoğraf vardı. 


-Hem canım, fotoğraf varsın olmasın, ben tonlarca altını -al gözüm seyreyle- diyerek görmüşüm bir kere, artık gam yemem...


İşte böyle... 


O unutulmaz bodrum katında, bize “rüyada mıydık?” Dedirten ziyaretimiz 1 saat sonra sonuçlandı ve Amerikalı yetkiliyle onca kapıdan koridordan geçip yeniden asansöre bindik. Ben soracak oldum:


-Ama burasının güvenliği nasıl sağlanabiliyor? Hiç mi soygun şüphesi duyulmaz?


Adam şöyle bir baktı bana ve yüzündeki “ne biçim soru” der gibi bir küçümseme ifadesiyle sustu.


Adamla aramızda geçen bu olay tekrar ne zaman aklıma geldi biliyor musunuz? 


11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler felaketi yaşanırken... 


Binlerce insanın öldüğü böyle bir saldırı ABD gibi bir süper gücün “hem de tam kalbinde” nasıl yaşanabildi?


Bu soruya hala cevap bulunamadı bence...Komplo teorileri acaba doğru olabilir mi? diye de zaman zaman aklıma gelmiyor değil vallahi...



(*) Tercüman 


(**) https://www.newyorkfed.org/aboutthefed/goldvault.html

(***) https://www.aydinlik.com.tr/yurtdisindaki-altinlar-turkiye-ye-getirildi-ekonomi-mart-2019

(****) https://www.mahfiegilmez.com/2019/01/merkez-bankasnn-altnlar-konusundaki.html?m=1

Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...