-Müyesser Yıldız, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Murat Ağırel gibi başarılı gazeteciler, acaba bu eziyete neden reva görülür?
-Kamuoyunu aydınlatma görevini çok ciddiye aldıkları için olmasın? (**)
Kimileri de gazeteciliği şöyle görüyor:
-Ne güzel işte, imzanız var, kamuoyunda tanınıyorsunuz, bol bol seyahat, devletin tepesindeki isimlerle samimiyet...Daha ne olsun?
Oysa işin içyüzü öyle mi?
Milliyet Gazetesindeydim. Büroda olağanüstü sıcak bir gün yaşıyorduk, pencerem açıktı ama kavak ağacının yapraklarında en ufak kıpırdanış bile yoktu, şeytan beni kolumdan çekip uykuya götürme çabasındaydı! Derken telefonum çaldı, beni adeta yerimden sıçratan bir bilgi ulaştı.
Iraklı bir işadamı (Jamal Tahir) Ankara’da, tam da Genelkurmay Başkanlığı önündeki kavşağın inşaatına talip oluyor... Büyük paralar söz konusu, ortada doğru dürüst ihale mihale yok. Üstelik Milli İstihbarat Teşkilatı, bu işadamının lanetli RABITA örgütü (***) ile irtibatlı oluşunu, zararlı faaliyetlerini tespit ederek Türkiye’deki ikamet ve çalışma izinlerini kaldırmış...
“İşin sahibi kimdi?” Derseniz, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Yani Melih Gökçek.
-Ne var bunda?
Demeyin, devletin gizli istihbarat servisi, bu adam için “sakıncalı” diyor, siz adama Genelkurmay Kavşağı işini ikram ediyorsunuz.
Gelen bilgi kırıntıları üzerinde günlerce çalıştım, MİT damgalı “gizli istihbaratın belgesini” buldum, taraflarla, hatta Melih Gökçek’le, Jamal Tahir’in ortakları ile görüştüm. Gökçek ne dese beğenirsiniz?
-Ne demek sakıncalı? Bana böyle bir bilgi filan gelmedi. Madem bu adam sakıncalıymış, niye gizli belge ile bilgilendirme yapıyorlar? Açık açık söyleselerdi.
Uzatmayayım, haberi Milliyet’te bir kaç gün, farklı açılarıyla yayınladık, olayların püf noktasını oluşturan MİT Belgesi de haberimizde yer aldı.
-Ama sen arı kovanına çomak sokmuşsun. Gizli belge, Rabıta örgütü... Ne oldu peki sonra?
-Ne olacak, hakkımızda suç duyurusu yapıldı ve 8 yıl hapis istemiyle, Bakırköy’deki Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandık.
-Peki suçun neymiş?
-Gizli belgenin ifşası...
Bir kaç yıl sürdü dava... Önceleri ben durumu fazla önemsemedim, çünkü o sırada geçerli olan yasalar, basın yoluyla işlenen suçlarda “zincirleme sorumluluk” öngörüyordu. Kendi kendimi:
-Ne yani? Benimle birlikte genel yayın müdürü (Derya Sazak’tı o sırada) ve gazetenin sahibi (Aydın Doğan) da mı hapse atılacak?
diye rahatlatıyordum.
Aradan bir kaç yıl geçti, Milliyet’ten ayrılmış, Kanal D’de çalışıyordum. İstanbul’dan gazetenin avukatı aradı:
-Nursun Hanım, siz bu davayı ciddiye almıyorsunuz ama basın suçlarında zincirleme sorumluluk hükmü kaldırıldı. Yani siz davada artık tek başınıza kaldınız. Duruşmalara mutlaka katılın, bu iş ciddi, mahkumiyet alabilirsiniz.
İlk şoku atlatıp sordum:
-Peki mahkemede nasıl bir savunma yapayım?
-Buradaki en ciddi suçlama, gizli belgenin ifşası. Siz meslektaşlarınızla görüşün, -o belge bize de gönderilmişti, herkeste vardı, yani yaygınlaşmıştı- desinler, bu sizi kurtarabilir.
Hemen yerimden fırlayıp, soluğu TBMM’de aldım, basın koridorundaki arkadaşlarla birer birer konuşup ricada bulundum ama, genellikle aldığım cevap şu oldu:
-Nursun seni severiz ama, işin içinde MİT olunca akan sular durur, öyle ifade verirsek biz de okkanın altına gideriz. Kusura bakma...
Duruşma yaklaştıkça, giderek telaşlanıyordum. Tam o günlerde bir tanıdığım, “özel ve önemli bir konu” diyerek beni Milliyet’in bitişiğindeki pastaneye davet etti:
-Büroda konuşmak istemedim. Konu hassas. Bak, senin yargılandığın dava var ya...
-Evet?
-Seni tanıdığımı bilen bir istihbaratçı aradı bugün beni... Nursun Hanım 8 yılla yargılanıyor, bu iş ciddi, kendisi çoluk çocuk sahibi. Sonunda mahkumiyet alırsa çok üzülür. Şu mesajı ilet. Bize o belgeyi kimden aldığına dair bilgi versin, yani kaynağını açıklasın, davadan çekilelim...
Donup kalmıştım. Yasal hakkımız, hatta “namusumuz” olan “kaynağı gizli tutma” hakkımız pazarlık konusu yapılıyor, bir anlamda rüşvet teklif ediliyordu. Ziyaretçiye derhal olumsuz cevap verip yanından ayrıldım.
Bu süreç devam ederken, sıkıntılı durumumu gören meslektaşım, Metin Işık beni rahatlattı:
-Ne lazımsa yapayım. Nasıl bir ifade verilecek? Sen yaz, ben altına imzamı atarım...
Bir kaç gün sonra Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşma için İstanbul’a gittim...
Cinayetten, tecavüzden yargılanan, jandarma-polis eşliğinde, hatta zincirli-kelepçeli kimi tutuklularla birlikte mahkemeden içeri girdik... O gün hakim karşısına “iyi hal” ile çıkmak istiyordum, saçımı topuz yapıp, tayyörümü giymiştim, elimde dosyayla beni gören mübaşir, “cübbe ister misiniz?” Diye sordu, galiba beni avukat sanmıştı. Gülümsedim, kelepçeli sanıkların karşısındaki tek boş yere geçip duruşma sıramı beklemeye başladım, ismim okununca duruşma salonundan içeri girdim... Hakim, gizli belge ifşasının nasıl ciddi bir suç olduğuna dair savcı mütalasını okuyup, savunmamı istedi... Günlerce çalışıp hazırladığım savları bir solukta aktardım. Bu arada çocukluğumdan beri beni utandıran huyum heyecandan yine depreşmiş, kulaklarımda başlayan kızarıklık bütün yüzüme ve boynuma yayılmıştı... Derken karar açıklandı... Beraat etmiştim... Sevinçle ayrıldım duruşma salonundan...
MİT üst yargıya gitmedi ve bize yıllardır sıkıntı veren dosya böylece kapandı...
O günü yakın arkadaşlarım Yaprak Uras ve Nilgün Vural’la birlikte, Karaköy’deki Liman lokantasında geç bir öğlen yemeği ile kutladık... Onca sıkıntı ve heyecandan alev gibi yanan kulaklarım ve yanaklarıma bir kadeh buz gibi beyaz şarap nasıl da iyi gelmişti...
-Peki o Iraklı adam ne oldu?
-A, onu hiç sormayın... Yıllar sonra öğrendim. Meğer bu adam devlet adamlarımız için ne kadar kıymetliymiş ki, öldüğünde Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle ulu bir caminin bahçesine özel izinle defnedilmiş.