Bu Blogda Ara

Müyesser Yıldız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müyesser Yıldız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Ekim 12, 2024

Kongre tufanı (3) Can Pulak’la şampanyalı kutlama




Dostlukların son günü…


Cemiyet bünyesinde gördüğüm ve denetim kurulunun  nedense!  “yok saydığı” bazı usulsüzlükler nedeniyle yürüttüğüm işlerden geçen yıl istifa etmiştim, ayrıca bu ciddi sorunlara duyarsız kaldığı için Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin’e mektup yazarak Selim İleri’nin “Dostlukların Son Günü” kitabını anımsatmış, böylece onunla olan 40 yıllık dostluğumuzun benim açımdan sona erdiğini de ifade etmiştim.


Ertesi gün bir konu için Cemiyete uğramam gerekti, baktım oturduğu koltukta Selim İleri’nin kitabı elinde, sordum:


-Gereksiz olmuş o kitabı almanız, konuşmak daha iyi bir yöntem değil miydi?

-Neden gereksiz olsun? Sen Cumhuriyet Kitap ekinde onca insana kitap tavsiye ediyorsun, bana da özellikle birini tavsiye etmişsin, neden alıp okumayayım?


Kitabı gerçekten okudu mu bilmem ama dostluk benim için gerçekten o gün bitmişti.


O sayfa kapandı, şimdi gelelim cemiyette yeni açılan sayfaya… Cemiyetin 1688  Bin Altı Yüz Seksen Sekiz üyesi bence şu soruları kendine sormalı:


——Oyların gerekçeleri—-




-Yahu bunca yıldır içimizden bir kişi bile Nazmi Bilgin karşısına başkan adayı olarak çıkmadı, çıkamadı, çıkartılmadı. Bu Osmanlı’da yaşanan Kaht-ı Rical-Adam Kıtlığı olayı değildir de nedir?

-Bugüne kadar Cemiyet bize ne fayda sağladı da şimdi Başkan ve adamları kalkmış Beyhan Cenkci’nin Cemiyete kazandırıp, üyelerine miras olarak bıraktığı 300 milyon euro değer biçilen Kaş ve Kalkan arazilerini bir vakıf kurarak ona buna peşkeş çekmeye kalkışıyor?

-40 yıldır durdu durdu da Vakıf kurma işi şimdi mi aklına geldi? Kaş’a nakledip, “kayın biraderimin” dediği eve yerleşmesi büyük bir tesadüf değil mi? Vakfın merkezini Kaş’a taşıma niyetini, Vakıf Kurulduktan sonra Cemiyeti bırakma kararını herkes bilmiyor mu?

-Başkanın 295 oy ile karşısına çıkan ciddi muhalefete biz yeterince kulak verdik mi?

-Eğer Beyaz Kitap’ta anlatılanları o 295 üye gibi can kulağı ile dinleseydik, cemiyetten çıkar elde edenler ya da Nazmi Bilgin’e körü körüne inananlar ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bindirilmiş kıta gibi getirtilen, otellerde, rakı sofralarında ağırlanan 170’e yakın üye ile 32 otuz iki yıllık başkan bu kongreyi kazanabilir miydi?


—-Can Pulak’ın tutumu—-





-Can Pulak nasıl oldu da kongrede bu kadar taraflı davranabildi?

-Önceden Beyaz Sayfa ekibi ile görüşürken -ben ortak adayım, sorumluluğum büyük, söz kesmeyeceğim, süre kısıtlaması yapmayacağım- dememiş miydi?

-Göz göre göre, çoğunluk oylarını alan tüzük değişikliğini (başkanlık süresinin 2 dönemle sınırlandırılması) yanındaki trolün fısıldamasıyla tekrar ettirmeyi ve bu kez -oyları sayamadım- dediği halde reddettirmeyi kendine yakıştırabildi mi? 

-Hakarete uğrayan Emin Varol’a, Süleyman Ukav’a neden söz vermedi? Bu durumu sonradan yanımıza gelerek Emin Varol’un sırtını sıvazlayıp -Emin benim nazımı çeker- diye, Süleyman Ukav’ın omzunu okşayıp, -biz onunla eski dostuz- diye izah etmesi vicdanını rahatlattı mı?

-Başkanın listesinde yer almak, ekibiyle birlikte fotoğraf çektirmek, Pirus Zaferini kutlamak için kendine Cemiyette ikram edilen şampanyayı yudumlamak, acaba içini rahatlatıp, vicdanını rahatsız eden adaletsizlik hissini yok etti mi?


—-Şimdi ne olacak?——-


-Yönetim Kuruluna Nazmi Bilgin’in “lütfu” ile seçilenlerin çoğu zaten kurşun asker, önlerine ne gelse -evet efendim, sepet efendim- diyerek imzayı basacak. Zaten bugüne kadar, yönetim kurulu toplantılarında iki kişi dışında (Önder Sürenkök, Nursun Erel) ne  bir soru soran olmuş, ne en ufak bir itiraz duyulmuş.

-Akılları varsa yönetimdeki paragözlere uysunlar, -madem Avrupa Birliği gibi, Norveç Büyükelçiliği gibi kaynaklardan para dağıtılıyormuş, bize de verin- deyip sebeplensinler.

-Bir kadın üye, -fonu ben buldum, maaşı da ben  kaptım- diyormuş ya, onu örnek gösterip, -senin şahsına mı verildi o para? Zaten o işte senin en ufak bir payın yokmuş, başkası bulmuş, hem o para Gazeteciler Cemiyeti  adına alınmadı mı?- Diye sorsun. Ayrıca Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de duysun, yurtdışından kaynak bulmak için göbeğini çatlatıyor ya, bulduklarından kendisine pay verilsin.

-Vakıf kuruluşuna şiddetle karşı çıksınlar. -Cemiyetin 1688 üyesinin haklarını Vakfın Mütevelli Heyetinde ölünceye kadar yer kapan, tamamı Nazmi Bilgin yandaşlarından oluşan (5’i gazeteci bile olmayan!) 16 kişiye hangi hakla devrediyorsunuz? Diye sorsunlar.


—-Farelerden temizlensin—-


-Kadınların hiç ayak basmadığı” cemiyette bu durumun nedeni araştırılsın

-“Tavlacılar” için ayrı bir köşe açılsın

-Tuvaletlerdeki “sifonlar” çalışır hale getirilsin, “pislik” akıtılabilsin

-İç merdiven ele alınsın, yeniden inşa edilsin, “farelerden” temizlensin


Ben mi?


-Alnım ak, vicdanım rahat. Beyaz Sayfa kadrosu ile Ankara Basınının saygın üyelerinin  295 oyunu almışız, hepsine buradan ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

-Basın tarihine geçmesi açısından önemli bulduğum Beyaz Sayfa Hareketini bir kitaba dönüştürmek için kaleme alacağım, huzursuzluktan, vicdan azabından uzak, mutlu yaşamımı sürdüreceğim. 

-Biraz seyahat etmeyi de planlıyorum, belki Avusturya’ya gider Bregenz’de filan “ecdadımızın izlerini” de araştırırım.



Pazartesi, Şubat 15, 2021

Kara Delik mi yuttu?



13 şehit haberlerini okuyoruz, paylaşımlara bakıyoruz, savrulmalar yaşıyoruz... Öğreniyoruz ki bu 13 vatandaş, 6 yıldır PKK elinde rehin. Aralarında asker, sivil, polis memuru ve MİT mensubu olanlar var. Nedense (!) Malatya Valisinin açıklamasıyla isimleri (MİT görevlileri hariç!) açıklanıyor.

Peki:

-Bu insanlar kara delik tarafından mı yutulmuştu?

-Neden bugüne kadar kayıp olduklarından haberimiz olmadı?

-Ailelerinin “6 yıldır uğraştık ama kayıplarımızın duyurusunu bile yapamadık. Kamuoyunda, basında sesimizi duyuramadık” yakınması neden tam 6 yıldır yankı bulmadı?

-Ya polis memuru Vedat Kaya? PKK tarafından 6 yıl önce rehin alınmış, sonra açığa alınmış, sonra bir KHK ile meslekten ihraç edilmiş... 

-Ya şimdi?

-Tam 6 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü tarafından “şehidimizin kanı yerde bırakılmayacak” diye duyuruluyor şehadeti...

Oysa aileler 6 yıldır başvurmadık kapı bırakmamışlar ama sonuç alamamışlar, herkese ama herkese başvurmuşlar, hatta Cumhurbaşkanına bile... Çareyi Kürt yöneticilerde de aramışlar...Aldıkları cevap şu:

-Yapacağımız bir şey yok. Olay bizi aştı...

Oysa 6 yıl önce kaybolanlardan biri olan Sedat Yabalak’ın ailesine yazdığı mektubu gazeteci Müyesser Yıldız (*) o zaman paylaşmış... O günden bu bugüne hiçbir açıklama yapılmamış Yabalak hakkında.

Duruma bakılacak olursa, yetkililer seyirci konumunda... Olayların seyri bunu ortaya net biçimde koyuyor. Oslo’lardan yola çıktılar, İmralı’da Abdullah Öcalan’la yıllarca  süren görüşmeler,  açılım süreçleri, akil adamlar, 6551 Sayılı Yasayla kendilerini suç çemberinden çıkarmalar vesaire vesaire derken oradan oraya savrulup bugünkü “sessizlik” noktasına ulaştılar...

Yani çözüm için kafalar bomboş, masa çoktan devrildi, yalnız “bizler”e ne demeli?

Kamuoyu olarak sessizliğimize ve vurdumduymazlığımıza hayret ediyorum.


NOT: Emniyet’ten yapılan resmi açıklamada Vedat Kaya’nın KHK ile işten atıldığı haberi yalanlandı ve “Şehit polis memuru Vedat Kaya'nın memuriyet hakları, PKK terör örgütü tarafından kaçırıldığı günden bu yana kesintisiz olarak devam etmiştir. Menfur olayın ardından şehitlik işlemleri de başlatılmıştır" denildi.


 https://muyesseryildiz.com/2015/09/12/pkknin-kacirdigi-polisten-mektup-var/

https://m.haberturk.com/hain-infaz-son-dakika-11-sehidin-kimligi-tespit-edildi-haberler-2972674-amp



Pazartesi, Ocak 11, 2021

Çileli meslek gazetecilik



Hava çok soğuk, hele gecenin bu saatinde...

Çalışma odam sıcacık, ne kadar değerli...Gazeteciler Cemiyetinin 75. Kuruluş yıldönümü yaklaşıyor, bir söyleşiye  hazırlanıyorum. Kimlerle konuşacağım? 

Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Uğur Mumcu’nun deyimiyle “sakıncalı piyade” dördü de...Ortaya koydukları yürekli gazetecilik, onları yıldızlaştırdı ama ağır bedel ödediler. Art arda açılan davalarla defalarca gözaltına alındılar, tutuklandılar, Silivri’de, Sincan’da buz gibi hücrelerde, sert ranzalarda onca eziyet çektiler, üstelik çileleri hala dolmadı.

Sanal ortamı geziyorum, oooo neler neler yaşamışlar. Haklarında sahte delil mi üretilmemiş? Çocuklarıyla eşleriyle doğru dürüst vedalaşamadan nasıl apar topar hapse götürülmüşler? Müyesser “çıplak aramalara bile tanık olduk” diyor... Bir kendini bilmez hapishaneye girişinde Barış Pehlivan’ı darp ediyor. Barış Terkoğlu’nun küçücük oğluna söylenmemiş  babasının hapiste olduğu... Kim bilir nasıl sayıklamıştır “babam nerede?” Diye... Murat Ağırel’in 8 yaşındak kızı Ada ise acılara merhem olsun diye sanki,  bir şiir yazıp gönderiyor “Sen Benim Kahramanımsın” diye seslendiği babasına...

-Yahu bu insanlar ne yaptılar size? Suçları neydi?

-Terör örgütü üyeliği, Cumhurbaşkanına Hakaret, Halkı Kin ve Düşmanlığa sevk, Özel Hayatın Gizliliğini İhlal, Devletin Gizli Belgelerini Yayınlamak... 

-Bu insanlar suç makinesi miymiş? Bütün bu dehşet suçları nasıl, neyle işlemişler?

-Ellerindeki kalemle...

Biliyorum aklınızdan neler geçtiğini... Neden sustuğunuzu da...

Çünkü 2021 Türkiye’sinde gazetecilik hala tehlikeli ve çileli meslek.

İşte bizim cemiyetimizin  başkanları... Neredeyse hepsi hapislerde süründürülmüş. Altan Öymen, Ecvet Güresin, Cüneyt Arcayürek...

Bizim dönemimizde de benzer olaylar yaşandı. 

Cumhuriyet ve Milliyet  Gazetelerinde çalıştığım yıllarda dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in mal varlığı sorgulanıyordu. Bu konudaki bir istihbarat için İstanbul’da Çiller’in “annemin yastık altık altında buldum” dediği 7.5 milyon dolarla ilgili araştırma yapıyordum. Annesi Muazzez Hanımın 7.5 milyon dolar şurada dursun, kira evinde oturduğu, hatta kirasını geciktirdiği için hacze uğradığını ortaya çıkarmıştım. Gazetenin genel yayın müdürü Derya Sazak’ı aradığımda öyle bir azar işittim ki:

-Sen beni böyle kritik bir konu için neden telefonla arıyorsun?

-Şu anda Muazzez Hanımın evindeyim. Kapıcısıyla, ev sahibiyle görüştüm, haciz olayını doğruladılar. Foto muhabiri isteyecektim.

-Hayır tamam, sen ayrıl oradan. İstersek biz  sonra foto muhabiri göndeririz.

“Haber ne oldu peki?” Diye sormayın, çünkü  onca emek harcadığım haber, patron Aydın Doğan’ın çıkarlarına halel gelir diye mi? Yoksa Derya Sazak’ın kendi inisiyatifi ile mi bilmiyorum, yayınlanmadı...

Sonra o kira evinin sahibi arayıp bana dert yandı:

-Yahu Nursun Hanım, beni de topun ağzına getirdiniz...

-Neden? Haberim yayınlanmadı ki...

-Aman aman, iyi ki yayınlanmadı, buna rağmen öyle bir gürültü kopardı, bana öyle baskılar yapıldı, tehditler savruldu ki... Ya bir de yayınlansaydı? Kim bilir ortalık nasıl birbirine girecekti?

TBMM’de Tansu Çiller’in mal varlığını sorgulayan soruşturma komisyonu da konunun üstüne gitmiş ve bu icra meselesini sorgulamıştı. Ancak sonradan bütün liderlerin mal varlıkları soruşturma kapsamına alınınca, iş sulanmış, Çiller’e can simidi atılmıştı. Tabii Başbakanlığının son günü, ‘örtülü ödenekten” bir özel bankadaki hesaba aktarılan 500 bin TL de, hiçbir zaman sorgulanmadı...

-Canım sen durumu hafif atlatmışsın, hapse mapse de girmemişsin...

Diyorsunuz ama epey macera geçti başımızdan. Mesela benim telefon defterim üç kez kayboldu... düşünsenize, gazetede, çalışma masamın üstünde duran bir telefon defteri nasıl kaybolabilir? Artık bilemiyorum o defterler nasıl uçup gitti masamdan? Belli ki hangi kaynaklarla görüşerek bu haberleri derlediğimizi öğrenmeye çalışıyorlardı... İkide birde genel yayın müdürünü, gazetenin sahibini arayıp beni şikayet etmeleri, haberleri yayından kaldırtma çabasına girmeleri tuz biberiydi yaşadıklarımızın.

O sıralarda şehirden uzak bir semtte oturuyorduk Eryaman’da... Yılın ilk karı düşerken camdan sokağı seyrediyordum, eşim seyahatteydi, çocuklar uyumuştu, telefonum çaldı:

-Alo, Nursun Hanım?

Bir kadındı arayan.

-Buyrun?

-Beni tanımazsınız, İstanbul’dan geldim, fazla vaktim yok, sizinle görüşmek istiyorum. Önemli bilgiler belgeler vermek istiyorum. Buluşabilir miyiz?

Çok tuhaf göründü bu telefon, dedim ki,”Ben bu saatte evden çıkamam, çocuklar küçük, onları yalnız bırakamam...” ama ismini vermeyeceğim kadın, “o halde ben size geleyim” diye ısrarcı oldu, “benim evim çok uzak, hem kar yağışı da hızlandı” diye karşı çıksam da olmadı...Gazetecilik merakı ağır basınca reddedemedim, adresimi verdim. 

Dışarıda tipiye dönüşen karı camdan izlerken, geceyarısını biraz geçe, bir taksi geldi, yavaşladı ve evimizin önünde durdu. Taksiden inen kadın apartmana girdi, zilimizi çalınca buyur ettim.

Çay yaptım, iki saate yakın konuştuk, neler neler anlattı. Çantasından çıkarttığı bazı  fotoğrafları, belgeleri paylaştı:

-Bakın bunları ilk kez siz görüyorsunuz.…

Gece bir türlü uyuyamadım, sağa sola dönüp durdum. Özel yaşama ilişkindi konuğumun anlattıkları. Düşünüp taşındım, o saatte birlikte kitap kaleme aldığımız yakın arkadaşım, meslektaşım Ali Bilge’yi aradım, ertesi gün buluşup konuştuk:

-“Aaaa demek doğruymuş söylentiler “dedi. Fakat biz o bilgileri kullanmamaya karar verdik. Çünkü özel yaşama dair bilgilerin bizim kitapta yeri olmamalıydı.


Üzerimizdeki baskı bununla da bitmedi. Detayına girmek istemediğim bu baskılardan eşim ve kimi aile fertlerimiz bile nasiplerini aldılar.

-Yahu hep kötü olaylar mı yaşadın? Diye soruyorsanız, iyileri de başıma geldi ama ben enayiliğimden (!) fırsatı değerlendiremedim... Merkez Bankası Başkanlarından biri arayıp bir gün beni Ulus’taki çalışma ofisine davet etti, “önemli bir haber için olsa gerek” diye koşarak gittim... Bir sade kahve söyledi, sonra konuyu açtı:

-Yahu Nursun, sen ne diye uğraşıp duruyorsun bu çetrefilli işlerle? Bak sana ne diyeceğim, boşver gazeteciliği, gel bizim basın danışmanımız ol. Hem iyi maaş alırsın, hem gelecek güvencen olur ne dersin?

Güldüm, dedim ki, “Bu teklifi bana sizin durup dururken getirmediğinizi tahmin ediyorum... Teşekkür ederim, mesleğimden memnunum”  diyerek yanından ayrıldım. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile de pek çok sohbetimiz oldu… Başka bir sefere anlatırım…

Ya, işte böyle dostlar, çileli meslektir gazetecilik. 










Salı, Aralık 01, 2020

Fırtınada uçan defter (Japonya 1)





Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?


..........


Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 



Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.



Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori


2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...