Bu Blogda Ara

Turgut Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Turgut Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Kasım 05, 2024

Ahmet Türk ve Kürt sorunu



Meslek yaşamımız Kürt sorununa dair her çeşit çözüm önerisini izleyip, dinlemekle, konuşmaları, röportajları kaleme almak, hatta ilgililerin yargılandığı duruşmalara katılmakla geçti. Apo’nun İtalyan makamları tarafından 1998 yılında Roma’da bir villada “misafir edilme”  sürecini izleyen gazetecilerden de  biriydim.  


Elde ne var? Diye düşünüyorum:


Diyarbakır, Van, Batman ziyaretleri, yakılan köyler, Kürt insanının talepleri, Ankara’nın kimi üstenci, kimi kucaklayıcı yanıtları, çözüm önerileri, girişimler, karşılıklı suçlamalar… Cumhurbaşkanından  sokaktaki adama, her taraftan, her fikirden isimlerle konuşmalar… Dünya örneklerini incelemeler… 


-Kürtçe yasak mı değil mi? 

-Televizyon Kanalında Kürtçe var ama okulda neden yok? 


Soruları… 


Kapatılan, yeniden kurulan, yeniden kapatılıp yeniden kurulan  siyasi partiler. Yıllarca “yüksek atlama barı” gibi ta yukarlarda tutulan seçim barajı, baraja takılan oylar, asıl sahibine gitmeyip, birinci parti hanesine yazılan oylar… 


-Kürsüde Kürtçe yemin edişi sonrasında Meclisten polis zoruyla çıkarılıp tutuklanan, yıllarca hapsedilen milletvekilleri, siyasetten men edilen Leyla Zana. Görevden alınan belediye başkanları, kayyımla yönetilen kentler, kasabalar…

Geriye dönük linkleri sildirilen, yasaklanan haberler, tutuklanan hapislerde çürütülen yazarlar, aydınlar. “Bir Kürtçe şarkı söyledi” diye memleketi terketmeye mecbur edilen sanatçılar…

 

-“Dağdan in, düz ovada siyaset yap” diye davet edilip Habur’da davulla zurnayla karşılanan PKK’lılar…


Abdullah Öcalan’ı bir “bebek katili” diye yerin dibine sokup, bir “aman bize yakın mesaj versin” diye umut kapısı yapmalar, hatta meclis kürsüsüne davet etmeler…


Terörün PKK eliyle Demokles’in kılıcı gibi tepede durmadan sallandığı çözümsüzlük ortamı. 

Yıllardır önlenemeyen ölümler, ölümler, sayısız ölüm… Harcanan milyarlar… 


-Sonuç?

-Elde var sıfır…


——Çözümü yaşarken göremeyecek miyiz?——




Bu kaos ortamında, Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün “üçüncü kez” görevden alınıp yerine kayyım getirilmesi beni, “yaşarken Kürt sorununun çözümünü göremeyecek miyiz” diye kara kara düşündürürken, eskiye de götürdü. (12 Ekim 2005)



The New Anatolian gazetesinde zamanın DTP (Demokratik Toplum Partisi)  eş başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’la yaptığımız kapsamlı bir konuşmayı gözden geçirdim:


SORU: 1993 yılında HEP adına randevu alıp, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la görüşmüştünüz. Ardından Bekaa Vadisine gittiniz, Öcalan ile konuştunuz,  detay anlatır mısınız?


TÜRK: Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında kan hala dökülmeye devam ediyordu, bizler HEP (Halkın Emek Partisi) milletvekilleri olarak barış çağrısında bulunduk ve kendisinden randevu istedik. Bizi Çankaya Köşkü’nde kabul etti. Dedik ki, “bu dökülen kanın durdurulması için biz de sorumluluk duyuyoruz, gerekirse Bekaa’ya bile gideriz.”  Kendisi bize aynen şunu söyledi,  kelimesi kelimesine aktarıyorum, -ben Süleyman Demirel gibi korkak değilim, çünkü ben sadece Allah’tan korkarım. Kendi iç meselelerimiz uğruna birbirimizle savaşarak zaman kaybetmekten artık vazgeçmeliyiz. Kürtler bizim insanımızdır, doğrusu ile yanlışıyla bizim insanımızdır, onları tekrar kazanmamız gerekir. Benim şöyle bir düşüncem var, bir genel af çıkaralım, bu insanların elinden birer dilekçe alalım (tabii ki PKK’yı kastediyordu ) ve onlara özgürlüklerini verelim. Eğer beş yıllık bir zaman sürecinde herhangi bir suç işlemezlerse bu aldığımız dilekçeleri yok edelim, benim planım budur- dedi. Özal’la yaptığımız bu görüşmeden sonra, bir grup HEP milletvekili olarak önce Şam’a gittik Türk Büyükelçisi ile konuştuk, ardından da Lübnan’a, Bekaa’ya giderek Öcalan’la buluştuk. Kendisinin Özal’a yanıtı, yani Özal’ın bu planına bakış acısı son derece olumlu oldu. Fakat ne yazık ki biz tam dönüş yolunda iken Özal’ın ölüm haberi geldi, dolayısıyla bu çözüm politikasının gerçekleşmesi şansı da ortadan kalkmış oldu.

 

SORU: Şu anda da bir genel af beklentisi var, hatta  çözüm önerisi olarak gündemde. Sizce bu katkı sağlarlar mı meselenin çözümüne?


TÜRK: Bu sorun sadece bir af meselesine indirgenemez. Eğer böyle yapılırsa toplumda gerginlik yaratır. Her şeyden önce yeni bir demokrasi yaklaşımı ortaya konulmalı, bütün politik ve psikolojik altyapı çözüm için hazırlanmalıdır. Aksi taktirde, eğer böyle bir genel af gündeme gelirse pek çok çevre tarafından reddedilebilir, toplumu germemek adına bunu hazırlıksız başlatmamak gerekir. Mesela Ermeni meselesi ile ilgili bir çözüm paketi önerdiler. (*) Bunun gibi biz de aslında öncelikle bir Kürt konferansı organize etmek istiyoruz meselenin bütün boyutlarıyla tartışılması için ve bunun çok yararlı olacağına inanıyoruz.


SORU: Bunu partiniz yapamaz mı?


TÜRK: Biz -bu sorunları Kürtler aramızda tartışalım-  peşinde değiliz bütün taraflar olmalı böyle bir konferansta…

SORU: Bunu engelleyen nedir? 

TÜRK: Siz bunun kolay olduğunu sanıyorsunuz ama aslında değil görmediniz mi Ermeni Konferansı ile ilgili tartışmaları…


(*) Dönemin AKP hükümetinin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Nisan 2005 günü Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan´a Gönderdiği Mektup ve ortak konferans önerisini kastediyor. 

(*)Ahmet Türk’ün yapılmasını istediği Kürt konferansı o günlerde Brüksel’de toplanmış, ben de gazeteci olarak izlemiş ve haberleştirmiştim. The New Anatolian gazetesinin arşivleri ne yazık ki dijital olarak muhafaza edilmediği için bu kayıtlara ulaşmak artık mümkün olmuyor. (N.E.) 


Perşembe, Mayıs 30, 2024

Portreler… Can Pulak, 82 yaşında bir delikanlı

Gazeteciler arasında Can Pulak’ın yeri farklıdır, pek çok konuda kendine sorumluluk biçmiş, mücadele vermiştir. Çevreyi, yeşili, denizi korumak başta olmak üzere… Bir dönem milletvekilleri Marmaris’te çok geniş bir alanda yazlık yaptırmak istemiş, onun mücadelesiyle Marmaris betonlaşmaktan kurtulmuştu. 

Şimdilerde Can Pulak Bodrum’da yaşıyor, bu kez mandalinayı korumak istiyor ancak mandalina bahçelerinin ranta karşı korunması o kadar kolay değil:

-Bodrum’un mandalinası o kadar değerli ki, ama şimdilerde para etmediği için o güzelim bahçeler bozuluyor, ağaçlar kesiliyor, yerlerine habire villa yapılıyor. Ben şahsi uğraşımla kurtarmak istesem de olmuyor, örneğin mandalina yetiştiren bir bahçe sahibinden mandalina ağaçları kiraladım, kendim toplayıp eşe dosta mandalina dağıtmak için, ama bir tek benim çabamla ne olabilir ki?

Can Pulak’la bir ağaç altı bulup yerleştik, gölgede eskileri konuştuk, yeni dönemi, AKP iktidarını değerlendirdik. Pulak, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’nin 22 yıldır süregelen iktidarını eleştiriyor, “AKP basına engel koymak yerine aklı varsa basındaki eleştirilerden ders alıp, kendine çeki düzen versin” diyor ama “22 yıldır ben bu iktidarda aklın A’sını filan göremedim” diye ekliyor. 

Peki basın neden eleştiri görevini yeterince yapamıyor? İşte Pulak’ın anlattıkları:

—-Yılmaz Özdil’in eksikliği——

-Basın için söylenecek çok şey var da, birini söyleyeyim, örneğin şu anda Yılmaz Özdil’in yazı hayatının dışında kalması bence büyük eksiklik, onu sürekli izliyorum, doğrusu gazeteci olarak heykeli dikilecek adam.

-Bu iktidarla basının sorunlarına çözüm bulunamaz, basın hürriyeti şurada dursun vatandaşın söz hürriyeti yok, hürriyete izin vermez. Bu durumda kim ortaya çıkaracak yolsuzlukları usulsüzlükleri? İşte şimdi kalkmış 45 bin nüfuslu Bayburt’a havaalanı yaptırmaya kalkıyorlar, yılda 2 milyon yolcu garantisi vermek koşuluyla. Oysa Bayburt’a çok yakın mesafede iki ayrı havaalanı var. 

—-İktidar denetlenemiyor—-

-AKP Genel Başkanı diyor ki -biz Sayıştay denetimine açığız, saygı duyuyor, önem veriyoruz.- Peki doğru mu? Hayır, tam tersine, Sayıştay görevini yapamıyor çok hazin. Zaten bu iktidarın gündem değiştirme taktiği çok, bir Anayasa tartışması başlatıyor o arada müfredat işini gözlerden kaçırıp kesinleştiriyor, devleti adeta kendi şirketiymiş gibi yönetiyor. Şu anda FETÖ’den daha tehlikeli bir tarikat Menzil, devletin neredeyse tamamına hakim olmuş…

—-Asker üniformayla çıkamıyor—-

-Neden ses çıkartılamıyor? Çünkü  herkesin kaybedecek bir şeyi var, bu yüzden şimdi korkaklar, ödlekler, suskunlar toplumu haline geldik. 

-Zaten vatan sevgisi, milliyetçilik duygusu yerle bir edildi, bütün değer yargılarımız, milli kurumlarımız tepe taklak oldu. Dikkat ederseniz ortalarda üniformalı asker artık göremiyoruz, insan içine üniformayla çıkmıyor asker artık. -Vesayetten kurtardık- diyorlar. Neyin vesayeti peki? 22 yıldır siz yönetmiyor musunuz?

-Ehliyet, liyakat bir kenara atıldı, heryere imam hatiplileri doldurdular evlere şenlik…Böyle bir skandal görüldü mü?

-Türkiye şu anda kendisini yönetenlerden hesap soramıyor, tasarrufmuş, meclisteki su bidonlarını kaldıracak arıtma koyacaklarmış, çocuk tiyatrosu yapsalar güler geçersin. 13 uçaktan vazgeçemiyorlar ama.

—-Cumhurbaşkanlığı harcamaları—-

-Cumhurbaşkanlığını denetleyen bir kurum var mı ortada? Harcamalar nasıl yapılıyor? Kim tarafından denetleniyor?

-Emekli askerleri susturacaklarmış. Onlar yerine, TV’lerde her gece boy gösteren, bilgisi liyakati ortaokul düzeyindeki  profesörleri sustursunlar. Her sokağa üniversite açarsan olacak budur. Bunlardan mezun olanlar işsiz aç… 

-AKP nin kuruluş bildirgesine tüzüğüne bazen bakıyorum, orada şunlar yazmıyor:

-Memlekete milyonlarca sığınmacı yerleştireceğim, (ki tam bir faciadır,) referandum yapmadan anayasayı defalarca değiştirmeye kalkacağım, cumhurbaşkanlığı için en fazla iki kez seçim diyen anayasaya uymayıp üçüncü kez seçime gireceğim…

—Özal’ı tehdit eden gazeteciler—-

-Fakat CHP’ye bakınca orada da pek bir fark göremiyorsunuz, işte Ekrem İmamoğlu, Osman Gökçek’in dilinde, adam babasının yolsuzluklarını hırsızlığını unutmuş kalkmış İmamoğlu’nun dağıttığı ihaleleri diline dolamış…

-Eskiden basın çok mu cesurdu? Sayın Başbakan diye yarım sayfa mektupla seslenebiliyordu?

Bu olayın perde arkasını anlatayım, Özal, Erol Simavi, Dinç Bilgin, Kemal Ilıcak, Asil Nadir gibi gazete sahiplerini İstanbul’da topladı dedi ki, -size kağıdı sübvansiyonlu veriyoruz, fabrikalar zararda, bu yüzden kâğıt sübvansiyonunu kaldıracağız, işinize geliyorsa, yoksa ithal edin.  Ayrıca hepinizin bankalara çok ağır kredi borçlarınız var, bankaları sıkıya aldık, borçlarınız ödenmeden size yeni kredi açılmayacak.  E, ondan sonra tabii ki gazete sahipleri kıyameti koparttı, Özal’ı tam sayfa yazılarla tehdit etmeye kalkıştılar.

——Memurlara gelen hediyeler—-

-Özal beni müşavirliğe atadı, emrime arabalar sekreterler tahsis etmek istedi. Dedim ki, -bana bir Murat 124 yeter, 3 kişiyle çalışırım fazla oda da istemez.- Ama bir gün sekreter geldi, -Can Bey bize ilave odalar lazım- dedi, -neden?- Diye sordum, -çok fazla hediye geliyor size- dediler. Gülersin, kondisyon bisikleti, saat, televizyon bile var. Özal’a gittim dedim ki -bu hediye işine son verelim. Amerika’ya gittik ipek halı hediye götürdük, adamlar iade ettiler, 200 dolardan fazla değerli hediye alamayız diye. Biz de hediye işini yasaklayalım.- Ama, Özal karşı çıktı, -nasıl takip edeceğiz? Bu sefer evlerine gider hediyeler- dedi. Ben de sekretere dedim ki -gelen hediyelerin hepsini toplayın bir çuvala da çalışanların isimlerini yazın, kura çekilsin,  bana gelen hediyeleri dağıtın.- Öyle yaptık. 

—-Özal zengin mi oldu?—-

-Benim memurum işini bilir lafı da yanlış anlaşılmıştır. Milletvekilleri Özal’a şikayette bulunmuştu, -bakanları bürokratları göremiyoruz- diye, o da,-sizin yeriniz meclis, bakanlıklarda ne işiniz var? Ne için oralara gidiyorsunuz? Rahat bırakın memuru, memur işini yapsın- anlamında konuştu, başka yere çekildi.

-Bir de Özal için -devlette zengin oldu- lafları dolaştırıldı. E, öldü, nesi çıktı ortaya?

—-Evren’e adaçayı verilmedi——

-Beyhan Cenkçi (Gazeteciler Cemiyeti eski başkanı)  ile zaman zaman ters düştük, farklı ekiplerin içinde olduk ama birbirimizi çok severdik, bir ara askere gittim beni ilk ziyaret eden o oldu. 12 Eylül sonrası Kenan Evren halk önüne çıkmamıştı, onu ilk kez Beyhan Cenkçi ile biz Gazeteciler Cemiyetinde basın toplantısıyla halkın karşısına çıkardık.  Geldi oturdu, Beyhan -ne içersiniz?- diye sordu, Evren -adaçayı- deyince, -aman onu vermeyelim, adaçayı size iyi gelmez, ıhlamur ikram edelim- dedi, Evren bunun sebebini çok merak etmiş, sonra özel olarak sordu, Beyhan Cenkçi, -performansınız düşer, hanımınıza mahçup olursunuz- deyince bir kahkaha patlattı Evren… Ayrıca Cenkci 12 Eylül öncesi senatör seçilmişti ama olağanüstü durum nedeniyle parlamento toplanamıyordu, yemin edemediği için göreve başlayamamıştı. Evren’e dedi ki, -sizin bana borcunuz var, senatör oluyoruz diye kendime 3 elbise diktirmiştim, giymek kısmet olmadı, terzi parasını isterim.-

——-Dayak da yedik—-

-Dayak da yedik… Talat Aydemir olayında nümayişçilerin fotoğrafını çekme uğruna iki gazeteci bir ağaca tırmanmıştık, Tuncer Tuğcu ağaçtan düştü, onu yakalayıp fena dövdüler, ben ses çıkarmadan ağaçta duruyordum, beni de görüp zorla indirip dayak attılar. 

-Okluk koyunda köşkün yapılmasına ben ön ayak oldum, çünkü Özal dinlenmek, biraz deniz tatili yapabilmek için otellerde kalıyor, otel sahiplerinin ondan bazı istekleri oluyordu. o zamanın devlet istatistik enstitüsüne ait bir kulübeyi genişletip küçük bir yazlık eve dönüştürdük. 

—-Okluk’a kimse giremiyor—-

-Şimdi artık o koya kimse giremiyor, bir de içine Millet Camii diye cami kondurmuşlar ama millet camiye giremiyor ki. Geçenlerde biz karayoluyla oraları gezmeye kalktık, baktık arkamızda beyaz bir jip, sordum -bunlar kim?- diye… MİT denildi, kibarca bize -oradan çıkın- dediler. 

—-Sigarayı 40 yıl oldu bırakalı—-

Zaman zaman Ortakent’te, sabah yürüyüşlerinde karşılaştığımız için Can Pulak’ın 82 yaşına karşın delikanlı duruşu beni şaşırtmıyor, yine de sırrını soruyorum, anlatıyor:

“Sigarayı bırakmaya karar verdim ve 1 hafta içinde  bıraktım, 40 yıldır ağzıma koymuyorum. Yılın 5 ayında hem yüzüyor hem yürüyorum, yılın geri kalanında da hep yürüyorum. Herkese tavsiyem, sigarayı bırakın, bolca yürüyün, yüzün.”


Pazar, Nisan 28, 2024

Partili gazeteciler… Pravda…



Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) ikinci gün oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir?” Başta olmak üzere pek çok soruya yanıt arandı. Yeni mecralarla ilgili bilgi veren konukların anlattıkları, özellikle genç gazetecilerin arayışlarına yanıt niteliğindeydi.

Yıllarca hep Moskova’dan bildirdikleriyle izlemeye alıştığımız gazeteci Hakan Aksayın anlattıkları dinlemeye değerdi. 

Aksay, 12 Eylül sürecinde  kendi deyimiyle “koşar adım gittiği” Moskova’da,  bir zamanların komünist rejiminde, Sovyet sisteminin ilkeleri doğrultusunda  aldığı gazetecilik eğitimini ve pratikte gazeteciliğin o yıllarda nasıl yapıldığını  anlattı. Bir hocasından söz ederken, iç hesaplaşmaya girerek, “Bazen sessiz kalmaktan insan sonradan pişmanlık duyuyor” dedi:

-Beğendiğim bir akademisyendi, aydınlık yüzü, sempatik tavrı, giyim kuşamı ile de beni etkilerdi, hatta bana çay ısmarlamışlığı bile vardı ama, Sovyetler’de -partili gazetecilik- alışılmış bir durumdu, dolayısıyla bizim hoca da gazetecinin zaman zaman halka yalan bile söyleyebileceğini anlatmasın mı?


Aksay, tüm dünyayı ve Türk halkını bir zamanlar dehşet içinde bırakan Çernobil’den örnek verdiği sözlerini şöyle sürdürdü:


-Partili gazetecilik yapılınca demek yalan söylenebiliyormuş. Düşünebiliyor musunuz? Çok önemli bir olayı örnek vereyim, sizlerin  anında öğrendiği Çernobil’deki nükleer patlama olayını biz günlerce duymadık, çünkü  Pravda gazetesi bu felakete hiç yer vermedi, yok saydı.  Bizler, yani o sırada Sovyetler Birliğinde  yaşayanlar Çernobil patlamasını o günlerde değil, çok sonra öğrenebildik.


Aksay halen de Rus basın ve medyasını sürekli izlediğini ancak,  “herkesin aynı fikirde oluşu, benzer görüşleri dile getirmesi” nedeniyle bu durumdan sıkıntı duyduğunu da dile getirdi. Aksay bunu söylerken, Türkiye’deki  kendisini “muhalif” diye adlandıran ya da “iktidar yanlısı” diye bilinen kanalların yayıncılık tarzına gönderme yaparak bu örnekleri verdi, “bütün konuşmacıların aynı fikirde oluşu, aynı şeyleri söylemesi size de garip gelmiyor mu?” Diye de sordu.


Aksay’ın sözleri bana eski bir olayı anımsattı. 12 Eylül yönetiminin “ekonomiden sorumlu” ismi Turgut Özal’ın istifasını… Bülent Ulusu kabinesinden istifa edişi sonrasında bana o sırada çalıştığım Tercüman Gazetesi için Side’de randevu vermişti, foto muhabir arkadaşım Kubilay Çalıkoğlu ile  birlikte  gitmiştik. Özal, istifasının gerekçelerini anlatırken, kendisine yapılan sert muhalefetten yakınarak,  “Bab-ı Ali’nin Pravda’sı” diye adlandırdığı Cumhuriyet Gazetesini hedef göstererek, topa tutmuştu, bizim gazete bu sözleri manşete taşımıştı. Nedense bunu sanki ben söylemişim gibi yıllarca üzülüp durdum, yıllar sonra Cumhuriyet gazetesinde Cüneyt Arcayürek’le çalıştığımız o harika dönemde bile…



Meğer Pravda  Rusçada, “gerçek” anlamına geliyormuş, bunu dün Hakan’dan öğrenmiş oldum, “tuh” dedim, kendi kendime, demek yıllarca boşuna vicdan azabı çekmişim … 


O zaman, yaşasın  “Bab-ı Ali’nin Pravda’sı” 

Cuma, Ocak 05, 2024

Can Pulak’a onur ödülü





Gazeteciler Cemiyetinin “onur ödülü” (*) bu yıl değerli gazeteci, meslek büyüğümüz sevgili Can Pulak’a veriliyor, şimdiden kutluyorum. Doğrusu Can Pulak’la ilgili o kadar “mutluluk ve sevgi dolu” anekdotlar var ki aklımda, paylaşmasam olmaz…

Bir yılbaşı arefesinde kapımız çalındı, baktık kargodan kocaman bir sandık gelmiş, heyecanla açtık, tepeleme mandalina var içinde. Harika, hem de ünlü “Bodrum Mandalinası.” Bir de kart iliştirmiş Can Pulak, “En iyi dileklerimle yeni yılınızı kutluyorum” diyor. 



Biraz şaşırıyorum ama durur muyuz? Hemen birer mandalinanın kabuğunu soyup ağzımıza atıyoruz, enfes rayihayla mest olmuşken elimdeki kartın arkasını çevirip bakıyorum ki, aslında farklı bir isme gönderilmiş mandalinalar, yani nasıl olduysa -belki de sekreterin hatalı tutumuyla- bize gelmişler…


-Tuh diyorum içimden, hemen telefona sarılıyorum:


-Aloo, Can Bey?

-A, Nursuncum sen misin?

-Evet Can Bey, yeni yılınızı kutlamak için aradım

-Canım senin de kutlu olsun

-Yalnız Can Bey, bana sizin yeni yıl kutlaması kartınızla birlikte kocaman bir mandalina sandığı ulaştı. Kargo adresi ve isim benim ama içindeki kartta başka birisinin ismi var. Eğer adresi bana söylerseniz ben o arkadaşınıza sandığı göndereyim…


Can Bey kahkahalarla gülüyor:


-Aman Nursuncum isabet olmuş, ne güzel işte, mandalinalar tam da yerini bulmuş, eşinle birlikte afiyetle tüketin…


Can Pulak’ın cömert ve esprili tutumu karşısında sevinmedim desem yalan olur, mandalinaları günler boyu afiyetle tükettik, hatta mandalina kabuklarını kurutup çayımıza kattım, reçel bile yaptım…

Bodrum’da sabah yürüyüşleri



—-Can Pulak’tan ilk jest—-



Telefon konuşmamız sırasında sadece mandalinalar için teşekkür etmekle kalmadım, Can Pulak’a epeyce eskilerde  kalmış bir başka jesti için de teşekkür ettim, onu da anlatayım. 


Yıl 1985, Tercüman gazetesinde çalışıyorum, Başbakan Turgut Özal İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in resmi konuğu olarak Londra’ya gidecek, gazetem geziyi benim izlememi istiyor… Çok heyecanlıyım, çünkü 12 Eylül Darbesi sonrasında batı dünyasının sırt çevirdiği Türkiye bu resmi ziyaretle belki Avrupa tarafından yeniden “demokratik ülkeler ligi”ne kabul edilecek.


Uzatmayayım, haber takibinde uykusuz, gece gündüz  çalışarak geziyi izliyorum, ardından Özal ve resmi heyetle birlikte aynı uçakla Ankara’ya dönüyoruz.


O yıllarda sevgili Can Pulak Başbakan Özal’ın Basın danışmanı, uçağa binmeden önce kendisinden rica ediyorum, 


-Can Bey acaba Sayın Başbakandan kısa bir değerlendirme alsam izin verir mi acaba? Siz yardımcı olabilir misiniz?


Can Bey yanıt vermiyor, Özal’a yakın bir koltuğa geçiyor. Uçağın motorları çalışıyor, pist başı yapılıyor ve Heathrow’dan kalkıyoruz…


Aslında uçakta biz gazetecilerin deyimiyle “deve dişi” gibi meslek büyükleri var, Türkiye gazetesinin sahibi merhum Enver Ören’i çok net hatırlıyorum, o yıllarda elinde küçük bir bilgisayar var ve çevresindekilere onu gösterip, marifetlerini anlatıyor. Cumhuriyet adına sevgili dostum Sedat Ergin de var gezide, hatta bir ara ikimiz Özal ve ekibinin kaldığı otele sızıp, Savunma Bakanımızla görüşüp “atlatma” bilgi ediniyoruz. 


Neyse işte, havadayız artık, kemerlerimizi çözüyoruz, ben elimde teybim, not defterim “hazır ol” konumundayım, sürekli Can Pulak’a bakıyorum, bir kaç dakika sonra bana eliyle işaret ediyor, “gelebilirsin” diye, heyecanla koşup Özal’a teybimi uzatıyorum, Thatcher görüşmesinin bazı detaylarını, yeni dönemde Türkiye’de uygulanacak özelleştirme planını anlatıyor, Thatcher’in bu konuya çok olumlu baktığını söylüyor. Türkiye o yıllarda liberal ekonomiye geçiş aşamasında. Thatcher-Özal diyalogu ise söylenenlere göre çok sıcak. Hatta Thatcher’in aslında Özal’dan etkilendiği bile konuşuluyor. ” (**)



İşte böyle, o günlerde bir genç gazeteci için bundan büyük mutluluk olur mu? Üstelik Semra Hanım, “gel şöyle otur bir resmimiz de birlikte olsun” demesin mi? 



Özallar’a teşekkür edip yerime dönüyorum, sıra bandı çözüp haberi hazırlamakta…  

Sevinçten içim içime sığmıyor, kolay mı? Ertesi günün manşetini kurtarmışız… Can Pulak’a teşekkür üstüne teşekkür ediyorum…


İyi ki varsınız sevgili Can Pulak, onur ödülü size çok yakışır, sizi çok seviyoruz. 


(*) https://gc-tr.org/gazeteciler-cemiyeti-2023-yili-meslek-onur-odulu-can-pulaka-verildi/


(**) https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/04/130410_thatcher_ozal


2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...