Bu Blogda Ara

Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Şubat 11, 2024

İçim dışım Mustafa Kemal





Yaşam pek çok sorumluluk yüklüyor, “kendine zaman ayırmak” çok büyük bir lüks, bunu en iyi bilenlerdenim, dolayısıyla bir takım işlerin “mecburiyetten” değil de “isteyerek yapılması” kadar güzel bir şey, örneğin “istediğin kitabı okumak”  kadar şahane bir hobi var mı? 



Bu durumun  ayırdına vardığım anlardan birini Moskova’da yaşamıştım. Bir Tolstoy hayranı olarak kentte 
O’nun izlerini arayıp durdum, “müzeler, kitaplıklar, el yazmaları, içinden geçtiği sokaklar hatta sevdiği tablolar” peşinde koşmak beni hayranlıktan öte bir ruh haline sürüklemişti. Moskova’da geçirdiğim günlerde bana özveriyle rehberlik eden Rus arkadaşım Elena ile benim bu Tolstoy başta olmak üzere delice tutkunu olduğum Rus yazarlarına olan saplantıma şaşırmış gibiydi bir gün şöyle dedi:


-Eğer sen de küçük yaşlardan itibaren bütün okul yılların boyunca bu yazarları ve kitaplarını zorunlu ders olarak okusaydın, bırak sevmeyi, bu zorunlu vazife nedeniyle onlardan soğurdun


Hatta bununla da yetinmeyip bir arkadaş grubuyla gittiğimiz Puşkin adlı restoranda votka kadehini, bana göz kırparak kaldırmıştı:


-Rus Edebiyatına bizden daha çok merak saran Nursun için prost diyorum…


Bu sözler o an için bende etki yaratmasa da sonra daha iyi anladım Elena’nın demek istediklerini…


Çünkü bizi de zorlayan “okumalar” vardı okullarda, bu durum hepimizin anılarında yer etmedi mi? O zamanki değer yargılarımla şimdikiler arasında dağlar kadar fark olduğu için, o günlerde bize zorunlu okuma olarak verilen yazarların isimlerini saymak istemiyorum, üstelik Ankara Kız Lisesininin Fen Bölümünde okuyan öğrencilerdik. Atatürk’ün kurduğu okul, eğitimdeki iddiasını, her öğrencinin öncelikle “iyi bir okur” olması ilkesine dayandımıştı.


Sonraki dönemde dirsek çürüttüğümüz üniversite yılları başta olmak üzere “zorunlu okumalarımız” devam etti, hele gazetecilik mesleğindeki  “olmazsa olmaz okumaları” dikkate alırsak… Ardından,  edebiyat dergilerine yazmalar, bir takım söyleşilere hazırlanmalar, imza günlerine katılmalar, dost yazarlardan gönderilen  kitaplar  filan derken okuma maratonunda şaka maka bir zamanlar pistlerin uçan Afrikalı atleti Abebe Bikila’yla yarışsak onu geçerdim…


-Sadede gel, ne okuyorsun şimdi?


Diyen varsa anlatayım…


İçim dışım Mustafa Kemal” desem, dudak büker misiniz? -Yeni mi keşfettin?- diye mi sorarsınız, ne dersiniz?


Aslında itiraf etmesek bile büyük olasılıkla sizinle aynı düşünceleri, duyguları taşıyoruz. 


Neden mi?


Mustafa Kemal bize hep “klişelerle” anlatıldı da ondan… Geçtiğimiz haftalarda onun iki ciltlik “Söylev”ini başucu kitabı yapmıştım, “meğer bize ne çok şey yanlış anlatılmış-öğretilmiş” deyip durdum kendi kendime… Üstelik o günlerde bir kitap rafında gördüğüm, kimbilir hangi bakış açısıyla özetlenip, küçültülüp  tek cilde sığdırılmış Söylev’ini görmek içimi acıttı. 


Düşünün, Mustafa Kemal’in kendisini anlatmasına bile set çekiliyor, kimbilir hangi kafalar emrediyor bunu?


O zaman, o teğmenlerin ihracına yol açan süreci, yani bir genç adamın Mustafa Kemal’e kin duymasına yol açan eğitim sürecini düşünürsek onu mu, yoksa onu bu kin ve nefrete sürükleyenleri mi sorumlu tutacağız?


Kurucu liderine bu ölçüde saygısız davranan başka hangi milletler vardır acaba dünyada?


Gelelim sadede…


Şu sıralar Mustafa Kemal’in kendi “sözcükleriyle”  kaleme aldığı yaşam izlenimlerini, “kendi satırlarından” okuyorum, elimde iki kitap var, biri  Corinne Lütfü ile olan mektuplaşmaları, diğeri, Karlsbad-Karlovi Vari Hatıralarını da içeren günlükleri.


Mustafa Kemal’in bizlere bir asker, bir siyaset dehası olarak anlatılmasının ötesinde onu kendi anlatımıyla “insan” olarak tanımak müthiş sevinçler yarattı içimde. Kitapları irdelerken üzüldüklerim de oldu:


-Mustafa Kemal’in Peyami Safa’ya emanet edilen mektuplarından bazıları nasıl oldu da kaybedildi?

-Karlsbad Hatıratı başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in kayda geçen bütün anlatıları neden bugünün Türkçesine dönüştürülüp gençlerin dikkatine yeniden sunulmaz?


Ama eski deyimle “turbun büyüğü” şimdilik rafta… Değerli Taha Akyol’un kaleme aldığı “Ama Hangi Atatürk”ü de okuyacağım.


    

Cuma, Ocak 12, 2024

Mustafa Kemal’in SÖYLEV’i

 



Değerli dostlar, hepinize günaydın… 


Bu sabah sizlerle, minnet duygularımı paylaşmak, Türkiye’nin önemli devrimlerinden birini yaratmada emeği geçenleri saygıyla anmak istiyorum. Dil Devriminden sözediyorum. 


Tutkunu olduğum Halide Edib ile ilgili olarak son günlerde bir çalışma yürütüyordum, o yüzden sık sık Mustafa Kemal’in ‘SÖYLEV’ine başvurmam gerekiyordu. Bu amaçla ağabeyim Mehmet Alev’den yardım istedim, kendisi Atatatürk Lisesinin,
“ilk üçe girerek mezunu olan” başarılı öğrencilerdendi, söylev bu nedenle ona armağan edilmişti, ondan rica ederek değerli kitapları ödünç aldım. 

İki ciltlik Söylev’i sevinçle alıp eve getirdim. Masamda incelediğim sırada, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarına dair çok önemli kayıtları, büyük ATA’nın anlatımıyla içeren eserin, epeyce hassas ve yıpranmış durumdaki sayfalarını açmaya kıyamıyordum. 


Derken, büyük bir sürprizle karşılaştım… Çünkü baştaki düşüncem şuydu:


-Atatürk’ün TBMM tutanaklarına geçmiş kimi konuşmalarını okuduğum sıralardaki gibi ya Söylev’i okurken de dediklerini anlayamaz, Osmanlıca tercümeye başvurmak zorunda kalırsam?


Oysa ilk sayfalardan itibaren Söylev’in bu baskılarında pırıl pırıl bir Türkçe çıktı karşıma…


Çünkü bizdeki Söylev, Türk Dil Kurumu yayını olarak 1965 yılında basılmış, elimdeki ciltler ikinci baskısı, ancak bu Söylev’in çok önemli bir özelliği var, ön sayfasındaki ibare bunu açıklıyor:


“-Bugünkü dile çevrilmesinde çalışanlar:


Dr. Mehmet TUĞRUL

Salah BİRSEL

Cahit ÖZTELLİ


NOT: Kitabın ikinci cildinde Hamdi OLCAY çalışmalara katıldığı gibi, M. Sunullah  ARISOY da birinci cilt çalışmalarında çok kısa bir süre bulunmuştur…”


Bu değerli insanları sonsuz  minnet ve rahmet dilekleriyle anıyorum. Onlar olmasa benim bu hazine saydığım tutanakları eski deyimle “bi-hakkın” (hakkını vererek)  okuyup anlayabilmem mümkün olamayacaktı. 


 Söylev’i okurken tek sıkıntım yalnızca bir sözcük üzerinde oldu, sayfalar ilerledikçe sık sık karşıma çıkan “andırı” sözcüğüne çaresizlik içinde takılıp kaldım, TDK sözcüklerinde mantıklı bir karşılık bulamadım, değerli kitap dostum Fevzi Bey’e (Yalım)  telefon ettim, onun yanıtı şöyle oldu:


“Nursun hanım, 

telefonu kapattıktan sonra biraz düşündüm. Bu sözcüğün ‘anmak’ kökünden geldiğine kanaat getirince, aklıma İngilizce ‘memorandum’ sözcüğü takıldı. Nitekim bu sözcüğün karşılığının da ‘muhtıra’ olması gerekiyordu. Redhouse sözlüğü beni doğruladı. Bu arada ekte kapak ve sayfa fotoğraflarını koyduğum 1938 basımı NUTUK’u da bulunca, düşündüğümün doğru çıktığına sevindim. Elaltı sözlüklerimden TDK 1992 basımı ( Milliyet Gzt. Armağanı) Türkçe  Sözlük’te de dediğiniz gibi böyle bir sözcük yok.”


Üstelik çok değerli Fevzi üstat bununla da

kalmamış, Söylev’in 1927 yılı baskısından alıntıları da benimle paylaşmıştı. Kendisine titiz çabası ve çok değerli katkısı için sayısız teşekkür ediyorum ve yaşama kayıt düşmek adına yazışmamızdan alıntıları buraya aktarıyorum. 

Şimdi sorayım sizlere…


Büyük Atatürk, ya  Türk Dil Kurumunu kurmamış olsaydı? (*) Benmerkezci hareket edip kendisinin konuşmalarının yeni dile çevrilmesine izin vermeseydi ne yapacaktık?


Körler ve sağırlar gibi birbirimizi mi ağırlayacaktık?


(*) https://tdk.gov.tr/tdk/kurumsal/tarihce-2/

(**) https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/S%C3%96YLEV-ORJ%C4%B0NAL.pdf

Pazartesi, Nisan 24, 2023

Sözde soykırım mı? Medz Yeğern mi? Sözcükler yaşamdan daha mı değerli?





Bizim meslekte bence büyük bir şanssızlık, kimi önemli projelerin gerçekleşmesini asla görememektir… Toplantılara katılırsınız, demeçler verilir, anlaşmalar imzalanır, yapılan röportajlar sayfalara sığmaz ama bütün bu kayıtlara bir daha dokunulmaz, hepsi tozlanır tarihe karışır, yıllarca üzerinde konuşulan, plan yapılan, adım atılan hayaller hiçbir zaman gerçekleşmez.


Türk-Ermeni devletlerinin yakınlaşması, kadim halklar arasında yüzyıllardır var olan dostluğun, işbirliğinin politik engellerden kurtarılması üzerinde bugüne değin ne çok konuşulmuştur öyle değil mi? 


Ama  24 Nisanlar gelir, dostluk söylemleri rafa kaldırılır, sözcükler çatışması başlar:


 -Ermenilerin başına gelen “sözde soykırım” mıydı? “Medz yeğern (*) miydi?” 


Bu sözcükler konuşulur durur, çözümler üzerindeyse bir arpa boyu yol bile alınamaz.


Atatürk’ün bir asır önce,  24 Nisan 1920 günü TBMM’yi açarken yaptığı konuşmada kullandığı “fazahat” (utanılacak işler) sözcüğünü bile sonraları kendimize yediremeyiz, sözde Türkçeleştirme gerekçesiyle bu sözlerini tutanaklardan şip-şak çıkarır, yok ediveririz.


-Hangi sözcük kullanılırsa kullanılsın yaşananlar silinebilecek midir peki?


Dedim ya, bizim mesleğin şanssızlığıdır onca çabanın sonuca bir türlü gidemediğini görmek.


—-Utanılacak İşler—-


E, peki ben kimim ki şimdi kalkıp “işin doğrusu neydi?” Diye yazı filan yazmaya kalkışayım? O halde sizinle sadece başıma gelen bir olayı paylaşmakla yetineyim, yorumu siz yapın, dinler misiniz?


Yıllar önce Taner Akçam’ın kaleme aldığı, ABD’de yayınlanan kitap “A Shameful Act” (Utanılacak iş) tartışılıyordu. Ben de tam o günlerde Erivan’daki İletişim Fakültesine, Ermeni öğrencilere “önyargılar” konulu bir panelde konuşma yapmak için davet edilmiştim. Uzun süre kafa patlattım “orada ne söylesem?” diye… Tam o sırada yaşanan bir olay, bana konuşma metnimi adeta gümüş tepsi içinde sunmuş oldu. 


Sabah Gazetesi yazarı Turan Alkan ile Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, Taner Akçam’ın Ermenilerin tehcir öncesi ve sonrasında yaşadığı trajediyi konu alan kitabına ağır eleştiriler yöneltiyor, üstelik eleştirmekle de yetinmeyip Akçam’ın ders verdiği üniversiteden atılması gerektiğini bile yazılarında dillendiriyordu. Çünkü onlara göre Atatürk mecliste asla böyle bir konuşma yapmamış, hele de Ermenilerin tehcirde yaşadıklarını “fazahat” (utanç verici) diye nitelendirmemişti.


Ancak TBMM tutanakları detaylı biçimde incelendiğinde Atatürk’ün gerçekten bu konuşmayı yaptığı ve “fazahat” sözcüğünü kullandığı ortaya çıktı. Bu kez de, “Atatürk bu konuşmayı gizli oturumda mı, açık oturumda mı yapmıştı?” polemiği yaşandı. (Atatürk’ün o sözcüğü kullandığı paragrafı iki haliyle de size yazımın sonunda sunuyorum.) Ne hikmetse, sonraki yıllarda Atatürk’ün konuşması daha anlaşılır bir hale dönüştürülerek yeniden tutanağa eklenmiş ancak bu sırada “fazahat” sözcüğü metinden çıkarılmıştı. Taner Akçam’a “yalan yazıyor” diye savaş açan yazarları yanıltan da belki buydu.


Neyse ki iki yazar bu gerçek karşısında yeniden birer yazı kaleme alarak özeleştiri yaptılar ve kamuoyundan özür dilediler.


Ben de bu örnek olaydan yola çıkarak Erivan Üniversitesinde yapacağım konuşmayı şekillendirdim, beni Erivan’a götürecek uçağa bindim .


——Virüs mü getirecek?—

 

Ancak ben daha havadayken, işler orada değişmişti. Erivan’a ayak bastığımda,  Üniversite rektörünün benim okula gidip konuşma yapmamı yasakladığını öğrendim, üstelik de rektör bu durumu, “Türk gazetecinin üniversitemde ne işi var? Ne anlatacak benim öğrencilerime? Olsa olsa beyinlerine virüs bulaştırmaya kalkar” diye bir demeçle izah etmişti…


-Sonra ne mi oldu? 


Ben öğrencilere gidemeyince onlar benim kaldığım otele “rektörden gizli” geldiler, uzun uzun sohbet ettik, onları dinledim. Rektörün bu açıklamasına karşı ben de bir yazı kaleme aldım. (**) Ayrıca, Ermeni  parlamento başkanından, Dışişleri Bakanına, gazetecilerden Daşnak Partisi yetkililerine, şairlere yazarlara kadar pek çok kişiyle röportajlar gerçekleştirdim. 


Hatta sevgili Leyla Emeç Tavşanoğlu’na da Erivan’da rastlamayayım mı? Onun Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan ile yaptığı röportaj Cumhuriyet gazetesinde (***) benimki de The New Anatolian’da yayınlandı. İkimiz farklı konular üzerinde durmuştuk ama Oskanyan’ın iki ayrı röportajdaki sözleri Türkiye’de büyük yankı yaratmıştı.


Peki aradan geçen yıllarda ne oldu? İki ülke arasındaki sorunların hangisi çözülebildi? Dün 24 Nisan’ın yıldönümünde hala aynı sözcükleri kullanarak yine çatışmadık mı?


Sözcükler insan yaşamından daha mı değerli peki? 





(*) https://www.agos.com.tr/tr/yazi-etiket/11272/medz-yegern

(**) The New Anatolian 13 Aralık 2006

(***)10 Aralık 2006 Cumhuriyet gazetesi Pazar Konuğu Leyla Tavşanoğlu


Perşembe, Kasım 24, 2022

Örtmenlerim sizi çok seviyorum




Geçenlerde hoş bir hanımefendi ile tanıştım. Duruşu, gülümseyişi ve şık kıyafetini zarafetle taşıyışı çok şey anlatıyordu. Henüz isimlerimizi bilmiyorduk ama hemen sordu:


-İkizler burcu musunuz?

-Hayır 


Dedim, çünkü burçlara hiç inanmam, “zamanı kendi uydurduğumuz parçalara bölmek, hepsine ayrı ayrı isimler takmak, hatta burçlar filan diye anlamlar yüklemek, sonra da onun esiri olmak” fikrini saçma bulurum. Neyse işte, benim de içine yerleştirildiğim şablon, pardon! burç “koç”muş, söyledim ona. 


-A, üstünüzde incilerle dantelleri  görünce ikizlersiniz sandım, çünkü benim burcumdur


Dedi, sonra öğrendim, Ülkü Özer ile karşılıklı oturuyorduk, Deneme Lisesinin müzik öğretmeniydi. Emekli olmadan önce sayısız öğrenci yetiştirmiş, üstelik pek çok öğrencisi müzik alanında ün kazanmıştı.


Birden çevremizdeki herkes silindi, daldan dala süren, sonunda “dantel sevgisi”ne odaklanan ikili sohbetimizi koyulaştırdık. Krem rengi el örgüsü hırkasına  pırıl pırıl siyah düğmeler ve payetlerle yaptığı işleme Ülkü Hanımın kendi elinden çıkmış, çok beğendim, çokça  resim de gösterdi bana telefonundan. Siyah beyaz puantiyeli tayyörleri, başındaki şapkaları ve kırmızı rujlu gülümsemesiyle öyle şık ve zarifti ki. Resimlerden birindeki dantel yakanın öyküsünü anlattı sonra:


-Bu yakayı Saman Pazarındaki bir dükkanda gördüm, vuruldum, dükkanın sahibi satmamakta direndi, koleksiyon parçasıymış, bir hafta aşındırdım dükkanın kapısını, sonunda aldım da rahat bir uyku uyuyabildim.


Ben de dantel sevgimi anlattım Ülkü Öğretmene, çocukluğumda annemin gizli talimatıyla halalarımın elime tutuşturduğu tığlar, fındık kukaları ile boğuşa boğuşa el işlerini nasıl öğrendiğimi… Ama bütün bunlar “boş zamanlar” içindi. Annemin asıl öğüdünü anımsadım, beni hep, “kafanın dışını değil içini süsle” diye uyarmaz mıydı?


Düşünüyorum da, “Ülkü Öğretmen”in öğrencileri ne kadar şanslı olduklarının farkında mıydı acaba? Piyanoya oturup, tuşlara dokunduğu anda, o binbir ışık saçan melodilerin onları  karanlıklardan kurtarıp ne kadar aydınlattığını, ileriye götürdüğünü anlamışlar mıydı? 


Belki de günümüzde en büyük eksiğimiz bu. Son yıllarda okuluna giderken çantasında nota defteri, omzunda mandolin veya başka bir enstrüman taşıyan tek bir çocuğa rast geldiniz mi? 


Eh, “çocuklar Cuma namazlarına dersi bıraksın, camiye gelsin” diyen bir zihniyet tepe noktalarda ise ne beklenebilir ki?


Kadınlarla ilgili tartışmalarda bütün çekişme “kafadaki örtü”ye gelip takılmıyor mu? Yahu kim nasıl istiyorsa kafasını öyle taşısın, önemli olan “kafanın içindekiler” değil mi? 


Hani kadınların eğitimine, meslek edinip ekonomik bağımsızlığına kavuşmasına dönük girişimleriniz? 


Yurt çapında boş bulduğunuz her yere cami-mescit yapa yapa bir hal oldunuz, tarikat yurtlarını gizli gizli destekleyip durdunuz, peki çağdaşlığa giden yolda ne yaptınız? 


Nerede açtığınız yeni teknik okullar, enstitüler, meslek edindirme merkezleri, hele de kadına biraz “kendine ait bir zaman bırakacak”  kreşler, bakım evleri? Yok canım, sizin niyetiniz belli!


-Senin en önemli görevin doktora değil, çocuk yapmaktır 


Diyerek İstanbul Sözleşmesini bir gecede kaldırma sebebinizi de itiraf etmediniz mi?


Ne istiyorsunuz bu ülkenin kadınından? Onun ilerlemesi, aydınlanması, güzelleşmesi, ışık saçması, yaşamdan keyif alması, çocuklarını aydın bireyler olarak yetiştirmek istemesi size neden dokunuyor? 

Kendisine çiçek uzatan bir öğretmene sırtını dönen!, “Türkçe bitmiştir” sözüyle eğitimde karanlık sayfa açan bir bakan Atatürk Türkiye’sine yakışıyor mu?


İyi ki varsınız sevgili örtmenlerim, sizleri çok seviyorum, sizlerle her şey  çok güzel olacak, ellerinizden öpüyorum. 


Pazar, Nisan 10, 2022

Atatürk’ten Erdoğan’a miras!

 


 

Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerinde kurulu Aksaraya geçenlerde bir meslektaşımla birlikte gitmiştim. 

 

-Ayol, Cumhurbaşkanı değildi herhalde muhatabın, oralarda ne işin vardı?

 

-Dediniz, doğru… Mahalle muhtarı değilim, partili hiç değilim, zaten kendisine yakın medyada da çalışmıyorum, Cumhurbaşkanı beni niye kabul etsin? 

 

Bağımsız gazeteci kimliği” ise Beştepede zaten tanınmıyor! 

 

İnanmayacaksınız ama, güvenlik önlemlerinin had safhada olduğu binaya girişte, basın kartımızı sunduğumuz görevli, başka kimliğiniz yok mu?” Diye ters ters bakıp, kartımızı iade etmesin mi? Kartıüstünde Cumhurbaşkanlığı amblemi var!” deyişimizi duymazdan gelip, ancak ehliyetimizi görünce lütfedip bizi içeri aldı… Belindeki tabanca ve kamuflaj giysisiyle camın arkasındaki hanım görevli öyle ürkütücü duruyordu ki, vallahi korktum” desem inanır mısınız?

 

-Ne için gittiniz peki?

 

Diye merak ettiyseniz, söyleyeyim, önceki yıllarda birlikte çalıştığımız bir meslektaşımıza ziyarete gittik.

 

Sayısız resmi arabanın yer aldığı, ucu bucağı görünmeyen otoparklardan geçtik, bilmem kaç odanın sağlı sollu sıralandığı koridorları arşınladık ve eski dostla, İlnur Çevikle (Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı)  sohbete daldık… Sohbet dediysem, havadan sudan konuşmalar… Ha, bir de yıllardır hobi olarak sürdürdüğü bitki düzenlemelerini bize gösterdi. Cam fanuslara mini köprüler, şelaleler yerleştirmiş, elektrik düzeneği eklemiş, yemyeşil bitkilerin arasından akan sularla adeta cennet bahçeleri” yaratmış, doğrusu hayran kaldık. 

 

Bir acı kahvesini içmeye” gitmiştik ama, sağolsun yemeğe de bizi bırakmadı, tabldota hep birlikte kaşık salladık. Ay, merak ettiniz değil mi? Ezo Gelin çorbası, somon ızgara, ve irmik helvası” vardı tabldotta

 

Kendisi itiraz etmediği için sosyal medya hesaplarımda resimlerimizi paylaştım, epey yorum yapıldı. (*) 

 

-Tabldotta somon mu olur? Kim bilir kaça mal olmuştur!” diyen de oldu, şimdi “İlnuru oradan gönderirler” diye şom ağzını açan da

 


Yahu, Atamız tarafından bizlere, yani Türk halkına miras kalan 55 bin dekarlıçiftlik arazilerinin küçüle küçüle neredeyse 20 bin dekarlara gerileyip kuşa dönüşünü, hatta sadece resmi kurumlara değil, özel kişilere bile! peşkeş çekilişini” hiç sorguladık mı bugüne kadar da, tabldottaki somonu” konuşuyoruz? Üstelik üst mahkemelerden defalarca alınan yürütmeyi durdurma” kararlarına rağmen…  (**) 

 

Şimdi de ben size sorayım: 

 

-Pekala, bütün bu usulsüzlükler sizce neden yaşanıyor?

-Neden bunca zamandır sessiz kaldınız?

 

Acaba diyorum, Atatürk’ün vasiyetnamesinin eklerinde yer alan Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin tapu senetleri sonradan kaybolmuş, zaten bu arazilerin bağışlanması vasiyetnamede değil de Atatürk’ün imzasını taşıyan bir tezkerede yer alıyormuş” dedikodularına mı inandınız?

 

Bakın, lafı uzatmaya hiiiç gerek yok aslında, şu anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğana bağlı olarak çalışan Devlet Denetleme Kurulunun resmi kayıtlarında yer alan, önceki yıllara ait şu rapordaki ifadeye bakın yeter, her şeyi “şıp diye” anlarsınız:

 

Atatürk’ün, Çiftlik Müdürlüğü arşivlerinde korunmasını emrettiği tapu senetleri, 1996 yılında Kültür Bakanlığının bir yetkilisince rastlantı sonucu İstanbulda sahaflarda bulunmuş ve Devlet arşivlerine kazandırılmıştır. Bu senetler çok eksiktir.Atatürk’ün kamu kurumlarına ya da kişilere devrettiği parsellere ilişkin senetlerin bütününe ulaşılamamaktadır. Mülkiyet değişiklikleri konusundaki bilgiler yetersiz olduğu için satılan topraklar tam olarak belirlenememektedir.” (***) 

 

Üzüldünüz, hatta kahroldunuz değil mi?

 

Ben de… 

 

Hatta bu yazıyı yazarken, doğma büyüme bir Ankaralı olarak “çocukluğum” gözümüönünden geçti. Güzel havalarda haftasonları, Sıhhıye istasyonundan komşularla birlikte trene binip Atatürk Orman Çiftliğine pikniğe giderdik. Piknik sepetleri herkesin kolunda, tepeye tırmanılır, yemyeşil ağaçların gölgelediği huzurlu bir alana kilimler serilip yerleşilirdi… Sonrasında sepetler açılır, piknik masalarına, ya da kilimlere yayılan örtülerin üstüne çeşit çeşit zeytinyağlılar, kuru köfteler, börekler yerleştirilirdi. Ateşi yakıp, ızgara hazırlığı yapmak ailedeki erkeklerin işiydi. Sonrasında semaverde demlenen çay, sıcacık sohbetlere kapı açardı.

 


Çocuklardan büyükçe olanlar, izin çıkarsa Karadeniz Havuzuna yüzmeye gider, biz küçük kızlar evcilik oynardık, oyuncak paylaşımında tartışıp birbirimize küstüğümüzde, anneler bizi şu sözle barıştırırdı:

 

-Mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi?

 

-Bilmem siz bu atalardan kalan söz” için ne dersiniz? Peki, Atamızın halkına vasiyet olarak bıraktığı çiftlik arazilerinin bunca yıldır yağma edilişi sizce hak mıdır, adalet oralarda hiç mi işlemez?   

 

(*) https://www.facebook.com/540002869/posts/10159631678852870/

(**) http://www.mimarlarodasiankara.org/_media/14/13277.pdf

(***) http://www.aocmucadelesi.org/_media/3/2583.pdf

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...