Hepsini yaşadım...
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.
Bu Blogda Ara
Cumartesi, Ağustos 03, 2019
O güzel yıllar…
Hepsini yaşadım...
Cuma, Mayıs 25, 2012
O MUTLU GÜN
Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi belki ama ben pek farkında değildim ... Çocukluk işte, nereden bilebilirdim ki hayat serüveninde hızla büyüyüp, yetişkinliğe, hatta daha ilerisine varıldığında, dertler de misliyle katlanırdı?
Annemin işyeri Denizciler Caddesindeydi. Halamla birlikte onu ziyarete gitmiştik. Öğlen, bize Uludağ Kebabı ısmarlamıştı annem (nedense kendisine getirtmemişti yine!) Çıtır çıtır kızarmış pide parçalarının üstüne serili, tereyağına bulanmış incecik döner yaprakları, mis gibi kokusuyla (tabağın kenarında biraz yoğurtla közlenmiş domates ve biber de vardı her zaman) önce ne kadar lezzetli görünür, ama bir iki çatal aldıktan sonra hemen doyururdu da ben artık asla bir lokma dahi alamazdım...
Mutluluğumun parçası olan elbiseme gelince, robadan büzgülü, bebe yakalı, pastel pembeler-mavilerle işlenmiş, bir karışlık bir şeydi galiba. Ama incecikti, üstelik bu kez fanila da giydirmemişlerdi de kolsuz elbisenin açıkta bıraktığı kollarıma tatlı tatlı değen rüzgar, dertsiz tasasız yaz günlerini müjdeleyip durmuyor muydu?
Ne güzel gündü, hani şu eskilerin “şerbet gibi” diye tanımladıkları o gün...
Denizciler Caddesinde yürüdük yürüdük, sağımızda solumuzda ilgi çekici pek çok dükkan... Kuyumcular, tuhafiyeciler, saatçiler, dikiş makinası ve aksamı satanlar...
Tabelasında Eyüp Sabri Tuncer yazan kapıya geldik, içeri girdik... Neden o tezgahlar hep yüksek yapılırdı da biz çocuklar ayakkabılarımızın burnunda ne kadar dikilmeye çalışsak da tezgahtakileri göremezdik? Soluduğumuz hava nasıl birden değişmişti peki? Tezgahların ardında, yerden tavana kadar uzanan raflarda duran dev damacanalardaki rengarenk sıvılardan, tıpalarına inat dışarı süzülen o anlatılmaz çiçek kokularının mı yoksa daha küçük şişelerde saklanan egzotik esansların etkisi miydi bizi sarıp sarmalayan ve hülyalara sürükleyen şey?
Pespembe, yeşil, sarı, mor renkte kocaman cam balonlar... Heryerde... Sanki biri onları sabundan üflemiş de, rüzgarla uçarken o raflara konuvermişler gibi... Biraz sonra yeniden uçacakları izlenimini bozan tek şey cam gövdelerine perçinli bronz muslukları mıydı?
Sonra annemle tezgahtarın konuşması:
-Bu şişeye leylak istiyorum... Ama ağzına plastik tıpa koymayı unutmayın, çünkü o zaman çok dökülüyor kolonya... Bir de limon çiçeği istiyorum, onun için de şu Pe-Re-Ja şişesini alın...
-Hanımefendi lavanta da istemez misiniz? Bakın küçük şişelerde hazır. İsterseniz biraz damlatayım mendilinize bir bakın...
Kolonyalar...
Ayşegül’ün annesi Sevim Teyze, ille de “doksan derecelik limon çiçeği” bulundururdu evlerinde... Dahası, onların yaşamı bize göre daha “alafranga”ydı da Sevim Teyze yatak odasındaki etajerin üstünde, ince uzun bir şişede “Paris Gecesi” kolonyasını hep dolu tutmaz mıydı?
Sonra Denizciler Caddesini, Samanpazarını filan geride bırakıp sert bir yokuşa varmıştık, o yokuşu da çıktığımızda Kale’nin eteğindeki cennet gibi yemyeşil teraslı bahçelere ulaşmıştık. Dev ıhlamurun gölgesindeki tahta banklara oturmuştuk biraz dinlenmek için. Annem bana yirmibeş kuruş mu vermişti büfeden gazoz al diye? Uludağ gazozu... Önce şişeden yudum yudum içer, vanilya kokulu şekerli sıvı, susuzluğumuzu giderince, kalanını şişenin ağzını kapatıp sallayarak köpürtüp, sağa sola fışkırtmaz mıydık?
Sağa sola hoplayıp sıçrarken ayakkabım ikide birde ayağımdan çıkıyordu da, annem yanına çağırıp incelemişti:
-A, bunun klipsi kopmuş... Haydi sana yeni bir çift alalım. Hem yaz geliyor, istersen sandalet tarzı bir şey olsun...
Sevinçten uçmuştum. Kalktık otobüse bindik... Biletçi, kösele çantasından çıkardığı koçandan iki bilet koparıp kurşun kalemle üstlerine birer çizik attı (çocuklara bilet kesilmezdi) annemle halama verdi. Hay Allah, otobüsün tavanına asılı kösele kayışlara yine yetişememiş, tutunamamıştım, Kızılay’da indik...
Orduevini, bahçesinde yüzü yapılmamış taştan bir aslan heykeli duran parkı, geceleri yanıp sönen toplarıyla cazip görünen ama gündüzleri sadece o solgun “Roma Dondurması” yazan tabelasıyla Boğaziçi Pastanesini geçtik, Kocabeyoğlu Pasajına girdik... İşte ayakkabıcılar hemen karşımızdaydı... Neşeyle buyur ettiler bizi...Beni bir tabureye oturttular. Bir çok ayakkabı denendi. Ben hepsini beğeniyordum ama tezgahtar parmağını ayakkabımın burnuna bastırıp:
Deyip duruyordu... Sonunda krem rengi sandalette mi karar kılmıştık? Yoksa pembeydi de sararan siyah beyaz fotoğraflar mı öyle gösteriyordu? Bilmem...
O gün dünyanın en mutlu çocuğu bendim...
Pazartesi, Mayıs 24, 2010
Sekiz silindirli 66 Buick ve yaşamımızdan yitip gidenler
Kimdi o komşular? Nereye gittiler? Oğullarının ismi Gürbüz, kızlarınınki Gülten miydi? Karşımızdaki Saadet Apartmanının sokağa bakan birinci katında otururlardı, evlerinin balkonunu çepeçevre saran mor salkımlı evde. Nisanda mı Mayısta mı açardı mor salkımlar? Ortalık nasıl bir yağlıboya resim şölenine dönüşürdü?
İlk taşındıklarında onlara “mahalleye hoşgeldiniz” demeye gitmiştik annemle.
Evin hanımı Gönül Teyze biz pırıl pırıl temizlenmiş, limon kolonyası kokan salonda misafir etmişti. Ev iki oda bir salondu, pardon salon salomanje... Duvarda, Saatli Maarif Takviminin hemen yanında duran saatin sarkacıyla, uzayıp giden kurma zincirinin ucundaki siyah abanoz kozalaklar nasıl da hoşuma gitmişti. Yakınına gidip, ayaklarımın ucunda yükselerek incelemiştim saati:
“Tik tak, tik tak...” sesleri arasında yelkovan ilerliyordu, birden üstteki minik pencere açılmış ve mavi minik kuş çıkıp “guguk guguk” diye dört kez öterek saatin dört olduğunu haber vermişti. Hiç beklemediğim için irkilmiştim kuşun hareketinden.
Kolonya ikram edilmişti anneme ve halama, benimse başıma döküvermişti damlaları Gönül Teyze.
Çocukluğumuzda bunu bize hep yaparlardı, bir keresinde gözüme kaçmıştı da nasıl canımı yakmıştı kolonya. Sonra bizleri beyaz Amerikandan (*) kolalı, çepeçevre dantelli örtü serilmiş masaya buyur etmişlerdi.
Peçetem boynuma iliştirilmişti. Fırından yeni çıkmış, mis gibi kokan bademli kurabiyeleri, şekerli “paşa çayıma” bana bana yemiştim. Hala damağımda hissettiğim o lezzet muhteşemdi. Kayık tabaklarda çıtır çıtır susamlı simitler, beyaz peynir ve çilek reçeli detayı tamamlıyordu...
Sonra köşedeki divana oturmuş, hele elime bir cilt “Çocuk Haftası” (**) verilince nasıl kopmuştum dünyadan, hanımların sohbetinden:
-İşte böyle Emine Hanımcığım. Merzifon’dan tayinimiz çıkar çıkmaz bizim bey Ankara’ya gelip kiralık ev aradı ama öyle zor bulduk ki, ancak 100 lira havaparası (***) ile tutabilmiş burayı.
-İnsaf yok ki ev sahiplerinde Gönül Hanım, biz de havaparası ile girmiştik eve beş yıl önce. Ne yapalım, çocukların okuluna yakın, Pazartesi pazarına da. Kasabımız, bakkalımız hep ayak altı.
-Kasaptan memnun musunuz? Tavuk, sakatat filan da bulunuyor mu? Görümcemler gelecekler yarın, güzel bir karaciğer, kuzu gömleği filan bulabilirsem bir ciğer sarma yapayım diyorum.
Ben divanda Çocuk Haftasının sayfalarını büyülenmişçesine çeviriyor da çeviriyordum. Bir macerada Yıldırım Kaptan uzay gemisiyle gezegenler arasında mekik dokuyor. Bir diğerinde Süperman uçarak enselerine bindiği kötülerin hakkından geliyordu.
Annemler yemek faslını bırakıp çoktan saksıda çiçek yetiştirme bahsine geçmişlerdi:
-Ah şekerim o kadar severim ki begonyayı, sobadan uzak bir yere, pencere kenarına koyacaksın. Haftada bir sulayacaksın, bak görürsün nasıl güzel çiçek verir hemen. Canım her ayın beşleri kabul günüm, beklerim tamam mı ben de?
Sonra fısıltıyla konuşmalarından, benim duymamı istemedikleri bir konuya geçmişlerdi:
-Vallahi kardeşim, pek görüşülmüyor o hanımla. Nasıl anlatsam, nikahsız oturuyorlarmış Sadi Beyle. Metresiymiş yani. Aslına bakarsan Sadi Beyin nikahlı karısı ile evi Emek taraflarında bir yerdeymiş, buraya haftada iki gün geliyor.
-A, nasıl görüşülsün ki kardeş. Kızlarımız var, hiç olur mu? Sizin bey ne diyor bu işe?
-Ah şekerim, bir cürmümeşhut (****) olayı olur da mahallede rezalet filan çıkar diye korkuyor. Aslına bakarsan bizim bey pek karışmaz sağda solda ne olduğuna. Malum bankacılık zor iş, hele yıl sonlarında devamlı mesaiye kalır. Neredeyse geceyarısına doğru gelir zavallım eve. Amaan, geçinmek kolay mı bu zamanda?
“Nikahsız oturmak”, “cürmümeşhut” laflarını kafamda evirir çevirir, bir türlü “yedi” numarada oturan o güzelim Suzan Hanımla bağdaştıramazdım. Dalgalı sarı saçları aklıma gelirdi. Balkonda oturup, bacak bacak üstüne atarak sigara içişi, kırmızı ojeli, uzun tırnaklı o güzelim elleri hayalimde canlanırdı. Hep akşamüstleri çıkardı balkona, duvara gerilmiş iplere bir frenk gömleği, bir fanila asar, dalgın hülyalı bakışlarıyla Sadi Beyin gelişini beklerdi. Mahallenin çocukları sokakta “yakantop oynarken” Sadi Beyin gelişi hemen duyulurdu sekiz silindirli siyah Buick arabasının homurtusundan.
Saadet Apartmanının biraz ilerisine park eder, elinde paketlerle inerdi arabadan. Bir keresinde annemle Kızılaydaki Trakya Şarküterisinde alışverişteydik, Sadi Bey girdi içeri:
Ata’nın Kolibası
Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...
-
Son günlerde Bülent Eczacıbaşı’na atfedilen, aslında Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı bir yazı (*) dolaşıyordu paylaşımlarda, nefis bir yaz...
-
Gazeteciler Cemiyetinde bir kongre geride bırakıldı, “ 32 yıl yetmedi, devam” diyen Başkan Nazmi Bilgi n yeniden seçildi. Ancak başta ...
-
Geçenlerde İzmir’deydim, Asansör’ü hep duyar, merak ederdim, bir sabah erken yürüyüşe çıktım. İzmir Kız Lisesinin önünden geçerken Ankara’d...