Ana içeriğe atla

O MUTLU GÜN


Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi belki ama ben pek farkında değildim ... Çocukluk işte, nereden bilebilirdim ki hayat serüveninde hızla büyüyüp, yetişkinliğe, hatta daha ilerisine varıldığında, dertler de misliyle katlanırdı?

-Neydi peki o yıllar öncesinde kalmış ama bugün bile gülümseten mutluluğun sebebi? 

-Ah, hiç sorulur mu bu? Annesinin elini tutmuş yeşilliklerin ortasında yürüyen, üstelik de en güzel elbisesini giymiş çocuğa?

Annemin işyeri Denizciler Caddesindeydi. Halamla birlikte onu ziyarete gitmiştik. Öğlen, bize Uludağ Kebabı ısmarlamıştı annem (nedense kendisine getirtmemişti yine!) Çıtır çıtır kızarmış pide parçalarının üstüne serili, tereyağına bulanmış incecik döner yaprakları, mis gibi kokusuyla (tabağın kenarında biraz yoğurtla közlenmiş domates ve biber de vardı her zaman) önce ne kadar lezzetli görünür, ama bir iki çatal aldıktan sonra hemen doyururdu da ben artık asla bir lokma dahi alamazdım... 

O yüzden mi “ikiyüzelli gramlık kız” diye seslenirdi Kemal Abi bana?

Mutluluğumun parçası olan elbiseme gelince, robadan büzgülü, bebe yakalı, pastel pembeler-mavilerle işlenmiş, bir karışlık bir şeydi galiba. Ama incecikti, üstelik bu kez fanila da giydirmemişlerdi de kolsuz elbisenin  açıkta bıraktığı kollarıma tatlı tatlı değen rüzgar, dertsiz tasasız yaz günlerini müjdeleyip durmuyor muydu?
Ne güzel gündü, hani şu eskilerin “şerbet gibi” diye tanımladıkları o gün...

Denizciler Caddesinde yürüdük yürüdük, sağımızda solumuzda ilgi çekici pek çok dükkan... Kuyumcular, tuhafiyeciler, saatçiler, dikiş makinası ve aksamı satanlar...

Tabelasında Eyüp Sabri Tuncer yazan kapıya geldik, içeri girdik... Neden o tezgahlar hep yüksek yapılırdı da biz çocuklar ayakkabılarımızın burnunda ne kadar dikilmeye çalışsak da tezgahtakileri göremezdik? Soluduğumuz hava nasıl birden değişmişti peki? Tezgahların ardında, yerden tavana kadar uzanan raflarda duran dev  damacanalardaki rengarenk sıvılardan, tıpalarına inat dışarı  süzülen o anlatılmaz çiçek kokularının mı yoksa daha küçük şişelerde saklanan egzotik esansların etkisi miydi bizi sarıp sarmalayan ve hülyalara sürükleyen şey?


Pespembe, yeşil, sarı, mor renkte kocaman cam balonlar... Heryerde... Sanki biri onları sabundan üflemiş de, rüzgarla uçarken o raflara konuvermişler gibi... Biraz sonra yeniden uçacakları izlenimini bozan tek şey cam gövdelerine perçinli bronz muslukları mıydı?
Sonra annemle tezgahtarın konuşması: 

-Bu şişeye leylak istiyorum... Ama ağzına plastik tıpa koymayı unutmayın, çünkü o zaman çok dökülüyor kolonya... Bir de limon çiçeği istiyorum, onun için de şu Pe-Re-Ja şişesini alın...
-Hanımefendi lavanta da iste
mez misiniz? Bakın küçük şişelerde hazır. İsterseniz biraz damlatayım mendilinize bir bakın...

Annemin siyah rugan çantasından ütülü beyaz mendilini çıkarıp adama uzatması...
Kolonyalar... 
Çeşit çeşit kolonyalar nasıl da hayatımızın büyük parçasıydı o zamanlar... Eve gelen konuğa ilk ikramdı... Birisine bir şey olsa, başı dönse filan hemen kolonya yetiştirilmez miydi? Hele ateşliyken, öyle antibiyotikler filan bilinmezdi de, ilk önlem şakaklarımıza, bileklerimizin, kollarımızın içine ayaklarımıza bol bol dökülen limon kolonyası olmaz mıydı?
Ayşegül’ün annesi Sevim Teyze, ille de “doksan derecelik limon çiçeği” bulundururdu evlerinde... Dahası, onların yaşamı bize göre daha “alafranga”ydı da Sevim Teyze yatak odasındaki etajerin üstünde, ince uzun bir şişede “Paris Gecesi” kolonyasını hep dolu tutmaz mıydı?
Sonra Denizciler Caddesini, Samanpazarını filan geride bırakıp sert bir yokuşa varmıştık, o yokuşu da çıktığımızda Kale’nin eteğindeki cennet gibi yemyeşil teraslı bahçelere ulaşmıştık. Dev ıhlamurun gölgesindeki tahta banklara oturmuştuk biraz dinlenmek için. Annem bana yirmibeş kuruş mu vermişti büfeden gazoz al diye? Uludağ gazozu... Önce şişeden yudum yudum içer, vanilya kokulu şekerli sıvı, susuzluğumuzu giderince, kalanını şişenin ağzını kapatıp sallayarak köpürtüp, sağa sola fışkırtmaz mıydık?
Sağa sola hoplayıp sıçrarken ayakkabım ikide birde ayağımdan çıkıyordu da, annem yanına çağırıp incelemişti:
-A, bunun klipsi kopmuş... Haydi sana yeni bir çift alalım. Hem yaz geliyor, istersen sandalet tarzı bir şey olsun...


Sevinçten uçmuştum. Kalktık otobüse bindik... Biletçi, kösele çantasından çıkardığı koçandan iki bilet koparıp kurşun kalemle üstlerine birer çizik attı (çocuklara bilet kesilmezdi) annemle halama verdi. Hay Allah, otobüsün tavanına asılı kösele kayışlara yine yetişememiş, tutunamamıştım, Kızılay’da indik...
Orduevini, bahçesinde yüzü yapılmamış taştan bir aslan heykeli duran parkı, geceleri yanıp sönen toplarıyla cazip görünen ama gündüzleri sadece o solgun “Roma Dondurması” yazan tabelasıyla Boğaziçi Pastanesini geçtik, Kocabeyoğlu Pasajına girdik... İşte ayakkabıcılar hemen karşımızdaydı... Neşeyle buyur ettiler bizi...Beni bir tabureye oturttular. Bir çok ayakkabı denendi. Ben hepsini beğeniyordum ama tezgahtar parmağını ayakkabımın burnuna bastırıp:

“-Hımmm, bu yakında küçükhanımın ayağını sıkabilir. Yarım numara büyüğünü giydirelim

Deyip duruyordu... Sonunda krem rengi sandalette mi karar kılmıştık? Yoksa pembeydi de sararan siyah beyaz fotoğraflar mı öyle gösteriyordu? Bilmem...
O gün dünyanın en mutlu çocuğu bendim...

Yorumlar

  1. Çok şeker bir yazı halacığım ellerine sağlık. :))
    İnsan bazan o günlere geri dönmek istiyor.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KONGRE TUFANI (1) Nazmi Bilgin: “32 yıl yetmedi”

Gazeteciler Cemiyetinde bir kongre geride bırakıldı, “ 32 yıl yetmedi, devam” diyen Başkan Nazmi Bilgi n yeniden seçildi.  Ancak başta OY’unu Beyaz Sayfa Kadro Hareketi için kullanan 295 değerli meslektaşımız olmak üzere aslında Cemiyetin yeni yönetim kuruluna ve  tüm üyelerine  olan sorumluluğumuz gereği, söylenecek çok şey var.  Bugünden itibaren bunları bir bir paylaşacağım:  1-32 (OTUZ İKİ) yıllık Başkan Nazmi Bilgin, benim bulunduğum her toplantıda “ Bu benim son dönemim, bir daha aday olmayacağım ” diyordu, Vakıf Senedi’nin mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine haykırarak, “ Ben bu Vakıf Kuruluncaya kadar başkanlığa aday olacağım ” demedi mi?  Gazeteciler Cemiyetinin her türlü menkul ve gayrimenkul varlığının, üyelikleri ölünceye kadar sürecek 16 kişilik mütevelli heyete geçmesinden muradı neydi acaba da başkanlık koltuğunu terk etmemekte bu kadar ısrarcı oldu? Bu durumu sizlerin yorumuna bırakıyorum.  2- Yüzlerce üyesi olan bir Gazet...

Basın Meslek Örgütü Sansür Uygular mı?

Basın meslek örgütü sansür uygular mı? Gazetecilik camiasında son günlerde bir tartışma sürüyor, ortadaki soru şu: -Sansürle mücadele etmek için kurulmuş bir basın meslek örgütü, kendi üyelerinin paylaşımına sansür uygular mı? Sözü hiç dolandırmadan, geçen hafta yaşanan bu olayı direkt anlatalım: Gazeteciler Cemiyetinden bir grup üye, 33 yıldır başkanlık görevini sürdüren yönetime eleştirilerini bir yazılı bildiriyle ortaya koydu:   -E, sonra? Sonra kıyamet koptu… Gazeteciler Cemiyeti adına “ görevlendirilen” bazı isimler, pek çok web sitesinde yer alan bu bildirideki iddiaları yanıtlamak yerine, tek tek web sitelerinin yöneticilerini arayarak sansür ettirme çabasına giriştiler. Bazılarında başarılı oldular, bazıları ise bu “ basın özgürlüğüne ihanet ” sayılan girişimi reddetti.  -Nasıl yapabilmişler bunu? -Kimilerine bazı vaadlerde bulunmuşlar, kimilerine - tüzüğün falanca maddesini işletir, sizi üyelikten atarız - demişler. -Ne vaadiymiş o? -O bildiriyi ...

KONGRE TUFANI (2) Alo 198’e sormuş!

  Gazeteciler Cemiyetinde yaklaşan kongre için, adaylığım üzerinde ısrarlar yoğunlaşınca epey düşündüm: -Kırk yıl emek verdiğim gazetecilik mesleği bana artık bir örgüt sorumluluğu yüklemiyor muydu?  -Gazeteciler Cemiyetinde yürüttüğüm çalışma sırasında gözlemlediğim ciddi yanlışlar için çaba göstermek gerekmez miydi? -Biz başımızdakileri, “ koltuğa yirmi üç yıldır yapıştınız, denetimden kaçtınız, adaletsiz davrandınız ” diye eleştirirken, “ tam otuz iki yıldır başımızda durmakta ısrar eden, denetime, adalete, eşitliğe kapalı yol yürüyen ” yöneticilere ne diyecektik? Uzun uzun düşündükten sonra kararımı verdim ve adaylığımı açıkladım. İstifa ettiğim gün başkan beni telefonla arayıp, dedi ki: - Nursun ben zaten senin ayrılacağını tahmin ediyordum. Belki de adaylık düşünüyorsun, e tabii, demokratik hakkındır. Bu sözler kulağımda çınlarken, elimde “ Cemiyetin aday listesini talep eden dilekçemle ” yola çıktım, Üsküp Caddesi 35 numaradaki cemiyetin bahçesinden içeri ...