Bu Blogda Ara

çağdaşlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çağdaşlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Kasım 24, 2022

Örtmenlerim sizi çok seviyorum




Geçenlerde hoş bir hanımefendi ile tanıştım. Duruşu, gülümseyişi ve şık kıyafetini zarafetle taşıyışı çok şey anlatıyordu. Henüz isimlerimizi bilmiyorduk ama hemen sordu:


-İkizler burcu musunuz?

-Hayır 


Dedim, çünkü burçlara hiç inanmam, “zamanı kendi uydurduğumuz parçalara bölmek, hepsine ayrı ayrı isimler takmak, hatta burçlar filan diye anlamlar yüklemek, sonra da onun esiri olmak” fikrini saçma bulurum. Neyse işte, benim de içine yerleştirildiğim şablon, pardon! burç “koç”muş, söyledim ona. 


-A, üstünüzde incilerle dantelleri  görünce ikizlersiniz sandım, çünkü benim burcumdur


Dedi, sonra öğrendim, Ülkü Özer ile karşılıklı oturuyorduk, Deneme Lisesinin müzik öğretmeniydi. Emekli olmadan önce sayısız öğrenci yetiştirmiş, üstelik pek çok öğrencisi müzik alanında ün kazanmıştı.


Birden çevremizdeki herkes silindi, daldan dala süren, sonunda “dantel sevgisi”ne odaklanan ikili sohbetimizi koyulaştırdık. Krem rengi el örgüsü hırkasına  pırıl pırıl siyah düğmeler ve payetlerle yaptığı işleme Ülkü Hanımın kendi elinden çıkmış, çok beğendim, çokça  resim de gösterdi bana telefonundan. Siyah beyaz puantiyeli tayyörleri, başındaki şapkaları ve kırmızı rujlu gülümsemesiyle öyle şık ve zarifti ki. Resimlerden birindeki dantel yakanın öyküsünü anlattı sonra:


-Bu yakayı Saman Pazarındaki bir dükkanda gördüm, vuruldum, dükkanın sahibi satmamakta direndi, koleksiyon parçasıymış, bir hafta aşındırdım dükkanın kapısını, sonunda aldım da rahat bir uyku uyuyabildim.


Ben de dantel sevgimi anlattım Ülkü Öğretmene, çocukluğumda annemin gizli talimatıyla halalarımın elime tutuşturduğu tığlar, fındık kukaları ile boğuşa boğuşa el işlerini nasıl öğrendiğimi… Ama bütün bunlar “boş zamanlar” içindi. Annemin asıl öğüdünü anımsadım, beni hep, “kafanın dışını değil içini süsle” diye uyarmaz mıydı?


Düşünüyorum da, “Ülkü Öğretmen”in öğrencileri ne kadar şanslı olduklarının farkında mıydı acaba? Piyanoya oturup, tuşlara dokunduğu anda, o binbir ışık saçan melodilerin onları  karanlıklardan kurtarıp ne kadar aydınlattığını, ileriye götürdüğünü anlamışlar mıydı? 


Belki de günümüzde en büyük eksiğimiz bu. Son yıllarda okuluna giderken çantasında nota defteri, omzunda mandolin veya başka bir enstrüman taşıyan tek bir çocuğa rast geldiniz mi? 


Eh, “çocuklar Cuma namazlarına dersi bıraksın, camiye gelsin” diyen bir zihniyet tepe noktalarda ise ne beklenebilir ki?


Kadınlarla ilgili tartışmalarda bütün çekişme “kafadaki örtü”ye gelip takılmıyor mu? Yahu kim nasıl istiyorsa kafasını öyle taşısın, önemli olan “kafanın içindekiler” değil mi? 


Hani kadınların eğitimine, meslek edinip ekonomik bağımsızlığına kavuşmasına dönük girişimleriniz? 


Yurt çapında boş bulduğunuz her yere cami-mescit yapa yapa bir hal oldunuz, tarikat yurtlarını gizli gizli destekleyip durdunuz, peki çağdaşlığa giden yolda ne yaptınız? 


Nerede açtığınız yeni teknik okullar, enstitüler, meslek edindirme merkezleri, hele de kadına biraz “kendine ait bir zaman bırakacak”  kreşler, bakım evleri? Yok canım, sizin niyetiniz belli!


-Senin en önemli görevin doktora değil, çocuk yapmaktır 


Diyerek İstanbul Sözleşmesini bir gecede kaldırma sebebinizi de itiraf etmediniz mi?


Ne istiyorsunuz bu ülkenin kadınından? Onun ilerlemesi, aydınlanması, güzelleşmesi, ışık saçması, yaşamdan keyif alması, çocuklarını aydın bireyler olarak yetiştirmek istemesi size neden dokunuyor? 

Kendisine çiçek uzatan bir öğretmene sırtını dönen!, “Türkçe bitmiştir” sözüyle eğitimde karanlık sayfa açan bir bakan Atatürk Türkiye’sine yakışıyor mu?


İyi ki varsınız sevgili örtmenlerim, sizleri çok seviyorum, sizlerle her şey  çok güzel olacak, ellerinizden öpüyorum. 


Cumartesi, Aralık 05, 2020

Nasıl ayrı düştük?



“Dünyaya geldik bir kere
Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle
Sevdikçe güler her çehre
Amaçlar hep bir olsun
Kalpler birlikte...” (*)


70’lerde çıkmıştı Şenay’ın seslendirdiği bu unutulmaz şarkı... Kuşkusuz pek çoğumuz hala hatırlıyoruz. Henüz doğmamış olanları bir kenara koyarsak, kimimiz çocuk, kimimiz yetişkindik o yıllarda, belki üniversitedeydik, kim bilir ne hayallerimiz vardı, hayata atılmak üzereydik.



Ama bu şarkı bana neler düşündürdü biliyor musunuz?

Çocukluğumuzu hatırladım, ilkokula başlar başlamaz pek çoğumuzun eline tutuşturulan nota defterini,  mandolini... Hayat Bilgisi, Aritmetik ve Yurttaşlık dersiyle neredeyse eşdeğerdi Müzik dersi. Biz mandolin çalmayı öğrenirken pek çok arkadaşımız TRT’nin Çocuk Korolarına devam ediyordu, Hikmet Şimşek, Muzaffer Arkan ve başka ünlü şeflerin yönetiminde çok sesli müzik eğitimi verilirdi küçük çocuklara. O korolara herkes giremese de, Cumartesi günleri radyodan 1 saat boyunca yayınlanan programdaki birbirinden güzel kayıtları dinler, bizler de öğrenmeye, eşlik etmeye çabalardık.

Ana okulları pek yaygın değildi o zamanlar, çalışan anne babalar bu yüzden büyük sıkıntı çeker, büyükanneler, büyükbabalar imdada yetişirdi. O yıllarda  büyük kentlerde Kur’an Kursları nadirdi. Dindar anne babalar çocuklara evde din eğitimi verir, “Allah korkusu”nu küçük yüreklere yerleştirmeye çabalardı. “İyi insan olmak”tı  ana öğretiydi...

12 Eylül Darbesiyle “muhafazakarlar” her alana el attılar, “zorunlu din dersi” tartışmasını onlar başlattı, İmam Hatipleri yaygınlaştırıp, kimsenin meselesi olmayan “başörtüsü”nü “mesele” haline getirip toplumu ayrıştırdılar. Üniversite yıllarımızda kimsenin sorunu değildi “başörtüsü”, az sayıda arkadaşımız bu şekilde gider gelirdi okula. Okulun yakınlarındaki kahvelere birlikte gider, sohbet eder, King oynayanlara takılır, bir şeyler, hatta bira içerdik. 

Peki insanların “gözüne sokarak” aşırılığı yaygınlaştırmak kime ne fayda sağladı? İnsanları ayrı mahallelerde toplamak ileri mi götürdü toplumu?

Soruyorum size, çağdaş ortamın dışında kalmak ne sağlar çocuklara, gençlere?

Güzel bir müzik dinlemek, hatta bir çalgı öğrenerek onu icra etmeye çalışmak, şarkı söylemek insanı mutlu etmez mi? Geriye mi  götürür ileriye mi?

Güzel giyinmek, güzel bir koku sürmek, zarif bir görünümle sokağa çıkmak fenalığa neden davetiye çıkarsın?

Kadını neden arka plana atmak, görünmez kılmak istiyorsunuz? Kendinize güveniniz mi yok acaba? O halde kadınla, yani annenizle, eşinizle, kızınızla, komşunuzla, üst yöneticinizle  eşit koşullarda diyalog kurmayı, yaşamayı, onu yüceltmeyi neden istemiyorsunuz?

Hurafelerle doldurulan genç kafalar, karanlık hedeflere şartlandırılmış o güzelim insanlar keşke silkinip, yanlış öğretilerden geri dönebilse, yapay bariyerlerle bölünmüş mahalleler yeniden bir araya gelebilse ve kucaklaşabilse.

Dileğim bu.

(*) https://youtu.be/B_jgYzkX5kM

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...