Bu Blogda Ara

sansür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sansür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Şubat 11, 2024

İçim dışım Mustafa Kemal





Yaşam pek çok sorumluluk yüklüyor, “kendine zaman ayırmak” çok büyük bir lüks, bunu en iyi bilenlerdenim, dolayısıyla bir takım işlerin “mecburiyetten” değil de “isteyerek yapılması” kadar güzel bir şey, örneğin “istediğin kitabı okumak”  kadar şahane bir hobi var mı? 



Bu durumun  ayırdına vardığım anlardan birini Moskova’da yaşamıştım. Bir Tolstoy hayranı olarak kentte 
O’nun izlerini arayıp durdum, “müzeler, kitaplıklar, el yazmaları, içinden geçtiği sokaklar hatta sevdiği tablolar” peşinde koşmak beni hayranlıktan öte bir ruh haline sürüklemişti. Moskova’da geçirdiğim günlerde bana özveriyle rehberlik eden Rus arkadaşım Elena ile benim bu Tolstoy başta olmak üzere delice tutkunu olduğum Rus yazarlarına olan saplantıma şaşırmış gibiydi bir gün şöyle dedi:


-Eğer sen de küçük yaşlardan itibaren bütün okul yılların boyunca bu yazarları ve kitaplarını zorunlu ders olarak okusaydın, bırak sevmeyi, bu zorunlu vazife nedeniyle onlardan soğurdun


Hatta bununla da yetinmeyip bir arkadaş grubuyla gittiğimiz Puşkin adlı restoranda votka kadehini, bana göz kırparak kaldırmıştı:


-Rus Edebiyatına bizden daha çok merak saran Nursun için prost diyorum…


Bu sözler o an için bende etki yaratmasa da sonra daha iyi anladım Elena’nın demek istediklerini…


Çünkü bizi de zorlayan “okumalar” vardı okullarda, bu durum hepimizin anılarında yer etmedi mi? O zamanki değer yargılarımla şimdikiler arasında dağlar kadar fark olduğu için, o günlerde bize zorunlu okuma olarak verilen yazarların isimlerini saymak istemiyorum, üstelik Ankara Kız Lisesininin Fen Bölümünde okuyan öğrencilerdik. Atatürk’ün kurduğu okul, eğitimdeki iddiasını, her öğrencinin öncelikle “iyi bir okur” olması ilkesine dayandımıştı.


Sonraki dönemde dirsek çürüttüğümüz üniversite yılları başta olmak üzere “zorunlu okumalarımız” devam etti, hele gazetecilik mesleğindeki  “olmazsa olmaz okumaları” dikkate alırsak… Ardından,  edebiyat dergilerine yazmalar, bir takım söyleşilere hazırlanmalar, imza günlerine katılmalar, dost yazarlardan gönderilen  kitaplar  filan derken okuma maratonunda şaka maka bir zamanlar pistlerin uçan Afrikalı atleti Abebe Bikila’yla yarışsak onu geçerdim…


-Sadede gel, ne okuyorsun şimdi?


Diyen varsa anlatayım…


İçim dışım Mustafa Kemal” desem, dudak büker misiniz? -Yeni mi keşfettin?- diye mi sorarsınız, ne dersiniz?


Aslında itiraf etmesek bile büyük olasılıkla sizinle aynı düşünceleri, duyguları taşıyoruz. 


Neden mi?


Mustafa Kemal bize hep “klişelerle” anlatıldı da ondan… Geçtiğimiz haftalarda onun iki ciltlik “Söylev”ini başucu kitabı yapmıştım, “meğer bize ne çok şey yanlış anlatılmış-öğretilmiş” deyip durdum kendi kendime… Üstelik o günlerde bir kitap rafında gördüğüm, kimbilir hangi bakış açısıyla özetlenip, küçültülüp  tek cilde sığdırılmış Söylev’ini görmek içimi acıttı. 


Düşünün, Mustafa Kemal’in kendisini anlatmasına bile set çekiliyor, kimbilir hangi kafalar emrediyor bunu?


O zaman, o teğmenlerin ihracına yol açan süreci, yani bir genç adamın Mustafa Kemal’e kin duymasına yol açan eğitim sürecini düşünürsek onu mu, yoksa onu bu kin ve nefrete sürükleyenleri mi sorumlu tutacağız?


Kurucu liderine bu ölçüde saygısız davranan başka hangi milletler vardır acaba dünyada?


Gelelim sadede…


Şu sıralar Mustafa Kemal’in kendi “sözcükleriyle”  kaleme aldığı yaşam izlenimlerini, “kendi satırlarından” okuyorum, elimde iki kitap var, biri  Corinne Lütfü ile olan mektuplaşmaları, diğeri, Karlsbad-Karlovi Vari Hatıralarını da içeren günlükleri.


Mustafa Kemal’in bizlere bir asker, bir siyaset dehası olarak anlatılmasının ötesinde onu kendi anlatımıyla “insan” olarak tanımak müthiş sevinçler yarattı içimde. Kitapları irdelerken üzüldüklerim de oldu:


-Mustafa Kemal’in Peyami Safa’ya emanet edilen mektuplarından bazıları nasıl oldu da kaybedildi?

-Karlsbad Hatıratı başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in kayda geçen bütün anlatıları neden bugünün Türkçesine dönüştürülüp gençlerin dikkatine yeniden sunulmaz?


Ama eski deyimle “turbun büyüğü” şimdilik rafta… Değerli Taha Akyol’un kaleme aldığı “Ama Hangi Atatürk”ü de okuyacağım.


    

Cumartesi, Ekim 21, 2023

Günümüzde gazetecilik





Gazetecilik mesleğinde öyle aşamalardan geçtik ki… İçerikle ilgili atmosferi  13 sözcük, 2 rakamla özetlesem  ne dersiniz? 

-12 Eylül koşulları, siyasi yasaklar, kontrollü seçimler, 28 Şubat dönemi, AKP’nin bitmek tükenmek bilmeyen iktidarı… 

E, bunlar işin “neler oldu?” Faslı… Bir de “nasıl bildirdik?” Sorusu var… Daktilo ile başladık, fax çıktı diye sevindik, 14 kiloluk kameralarla görüntülendik,  bugünlere geldik… 

-Peki sonrası?

Diye soruyorsanız, ve de üşenmezseniz, bir doktora tezi için bana yöneltilen soruları yanıtladım, bakıverin derim…

Gazetecilik dijital kuşatma altında. Farklı üretim araçlarının yanında tüketim kanalları da değişiyor. Bu durum gazetecinin ve gazeteciliğin geleceğini nasıl etkiledi/etkileyecek?

 

Alvin Toffler’in deyimiyle “3.Dalga”nın vurmasıyla, teknolojik devrimi yaşadık ve içinde bulunduğumuz yeni uygarlık, bizi artık her sabah büfelerde satılan gazeteleri satın almak yerine oturduğumuz koltukta, kucağımızdaki bilgisayar ya da elimizdeki telefonla dijital gazete okuru yaptı. Aslında ben  kuşatma” sözcüğünü uygun bulmuyorum, teknolojide kaydedilen gelişmelerin gazeteciliği de kaçınılmaz olarak yeni bir şekle soktuğunu düşünüyorum. 17. Yüzyılda ilk sayfalarını topluma sunan geleneksel gazeteler ve geleneksel gazetecilik artık devrini tamamladı, habercilik şimdi yepyeni bir kulvarda, üstelik de ışık  hızıyla ilerlemek durumunda. Bu kulvarda tökezleyen geleneksel gazeteler için kaçınılmaz son, yani “tükeniş” çok yakın. O kadar ki, hem dünyada hem de Türkiye’de bütün geleneksel kuruluşlarda kadrolar daraltılıyor ve istihdam kapıları ancak teknolojiyi bilenlere açılıyor. Dolayısıyla geleneksel gazetecilik öğretilerinin yerini dijitali kucaklayan, yeni öğretileri ve becerileri kazandıran müfredat programlarının alması gerektiğini düşünüyorum. Yani  yeni nesil gazeteciler için, artık iyi Türkçe okur-yazarı olmak, 5 N 1 K’yı haber girişinde düzgün biçimde verebilmek, haber metnini ters piramit ya da piramit yöntemiyle ortaya net biçimde koyabilmek, öyküsel anlatım diline hakim olmak gibi özellikler çok önem taşımıyor, habere konu olan ögeleri,  dijital mecraya kusursuz ve çekici biçimde taşımak, fotoğrafları-görüntüleri cazip hale getirebilmek için geliştirilen özel programları bilmek, algoritmalardan haberdar olup, haberi üst sıralara taşıyacak anahtar sözcükleri bulabilmek, yapay zeka, SEO gazeteciliği, robot gazetecilik gibi unsurları habercilikte kullanabilme gibi yetilere sahip olmak da gerekiyor. 

 

Aynı durum okur için de geçerli.

 

Okur için geleneksel gazete o günün tarihini taşısa bile  artık donuk, geride kalmış, günceli kucaklamayan bir kağıt parçası niteliğinde. Sabah o gazeteyi açmış, satır satır okumuş olsa bile gündemle ilgili fikir sahibi olabilir ama bilgisi artık yetersizdir, çünkü anlık değişimler için dijital mecraları takip etmek zorundadır. 

 

Haber üretiminde yaşanan değişimlerin gazetecilik pratiği üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gazeteciliğin avantajı mı yoksa dezavantajı mı oldu?

 

Gazetecilik pratiği için gereken altyapı hala gereken bir altyapı. Yani olayları, gelişmeleri sorgulama, analiz etme, okunası bir teknikle düzgün bir dil (ister yazılı ister görsel, isterse işitsel mecrada olsun) kullanarak habere dönüştürme gibi özelliklerden söz ediyorum. Bu özellikleri besleyen pek çok ayrı unsuru saymıyorum ama iyi bir gazeteci olabilmenin temel unsurlarının var olması gerektiğini dile getiriyorum. Dolayısıyla bu özellikleri “olmazsa olmaz” kabul edeceğiz. Ama günümüzde gazeteciliğin  dijital dönüşümünde bu özellikler artık ne yazık ki çok az şey ifade ediyor. İlk sorunuza verdiğim yanıttaki gibi ek özelliklerin de gazetecide mutlaka bulunması gerekiyor. 

 

Dijitalleşmenin getirdiği ortam haber üzerinde editörün varlığını nasıl etkiliyor? Gazeteci haber merkezine bağlı kalmaktan kurtuldu mu?

 

Günümüzde uzaktan çalışma koşulları o kadar iyileşti ki, belli düzeydeki, yetişmiş, başarısını kanıtlamış gazeteciler açısından “büroya gitme” koşulu, ya da “stüdyoda olma” gerekliliği kalmadı. İlk iki soruya yanıt olarak söylediğim altyapı koşullarını taşıyan bir gazeteci, her durumda editöre ihtiyaç duymadan haberini hazırlayıp, seçtiği her mecrada yayınlayabilir. Canlı yayınlar görsel habercilik açısından bu durumun önemli bir örneğidir. Dijital mecrada yayınlanacak haberleri konuştuğumuz taktirde ise editörün varlığı halen bir gereklilik. Haberin sayfada ne şekilde yer alacağı, hangi cazip başlıkla sunulacağı, fotoğraf-görüntü-link desteğinin ne şekilde sağlanacağı gibi unsurlar açısından editör hala kilit isimdir. 

 

Tüketicinin habere yüklediği anlam dijitalleşme ile birlikte değişti mi? Yeni bir tüketici profilinin varlığından bahsedebilir miyiz?

 

Tabii ki çok değişti, hem de pek çok açıdan… Örneğin okuyucu artık pasif bir birey değil, dijital yayınları proaktif biçimde takip eden bir okurdur, gerektiğinde mesajlar yoluyla beğenisini ya da eleştirisini sunar, yanlışlığa dikkat çeker, hatta işin doğrusu neyse bildiklerini bile dile getirebilir.  Eskiden diyelim ki sadece Hürriyet ya da Cumhuriyet Gazetesinin okuru, ya da TRT veya herhangi bir kanalın izleyicisi  olarak gelişmelerden haberdar olan birey artık sınırsız-hiper medyanın nimetlerinden yararlanabilmektedir. Üstelik dijital dünyada sadece metinler değildir karşısında duran. Ses, görüntü, rakamsal veriler gibi sonsuz kaynaklarla da karşı karşıyadır. İstediğini seçer, mecradan mecraya atlar, arşivlere girer, geçmişi irdeler, bugüne döner, dolayısıyla edinmek istediği bilgi açısından önünde uçsuz bucaksız bir dünya vardır. 

Üstelik dijital mecraların karşısındaki bu profil yaş, cinsiyet, yaşadığı yöre, eğitim, kültür düzeyi ve ekonomik durumu açısından da değişiklik göstermektedir, hatta bu değişiklik sabah, öğlen, akşam, gece gibi saatlere göre de farklılaşan bir profildir.    

Yalnız, sanırım dijital mecrayı genel olarak en aktif kullanan profil gençlerdir demek yanlış olmaz. 

 

Dijitalleşme haber üretimi ile birlikte yayılmasına nasıl etki etti? Burada haber tüketicisinin haberle olan tutumu nasıl şekilleniyor? 

 

Dijitalleşme haber üretimini ve yayılımını son derece kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Geleneksel medyada diyelim ki bir gazetede muhabirin olay yerinde bilgi toplayıp, merkeze dönmesi, haberi yazması, editöre düzeltme için göndermesi, düzeltilen haberin dizgiye gönderilip, matbaaya aktarılması, haberin sayfada yer bulup basılması, gazetenin dağıtıma-satışa çıkması şeklindeki zincir artık yoktur, bir kaç tıkla haber dijital sayfada yerini alıp okurun tüketimine anında sunulmaktadır.  Üstelik haberin konu edindiği olay ne ise, o olayla ilgili gelişmeler de dakikalar içinde dijital sayfaya metin-fotoğraf ya da görüntü olarak eklenmekte, yani olayla ilgili gelişmeler statik bırakılmamakta, sürekli güncellenmektedir. .

 

Evet, böylece haberin dijital mecrada, bir başka deyimle yeni medyada yer alışı ve yayılımı olağanüstü hız kazanmıştır ama şunu da unutmamak gerekir… Yeni medyanın dijital altyapısına ilişkin ileri teknikler hala ileri batı ülkeleri kaynaklı… Dolayısıyla  teknolojik olarak geri durumdaki ülkeler, ithal ettikleri bu teknoloji nedeniyle kültürel emperyalizmin de kurbanı oluyor. Hatta yeni medya aracılığı ile az gelişmiş ülkeler algoritmik manipülasyona bile uğratılıyor. O kadar ki, yapay zeka algoritmaları kullanılarak yeni medyadaki her türlü verinin kontrolü bile sağlanabiliyor. 

 

Yani haberin tüketicisi burada “kurban” durumuna bile düşürülebiliyor, bir takım şartlandırmalara uğratılıp, değer yargıları bile değiştirilebiliyor. Bu nedenle medya okuryazarlığının geliştirilmesi bence bütün toplumlarda ön plana çıkmalı, ilkokullardan başlanarak bu bilinç yerleştirilmeli. 

 

Haber okur/izleyici dijitalleşme ile birlikte kendi haber alma tercihini belirleyebiliyor mu? Daha çok hangi mecradan haber takibi yaptığını düşünüyorsunuz?

 

Bu noktada sanırım kişinin “abonelikleri” ya da “seçimleri”hatta “inançları” ve “cinsiyeti” bile etkili oluyor. Ayrıca dijital mecralar, kullandıkları algoritmalar ve “kilit sözcükler” yoluyla hangi kesimi okur yapmak istiyorlarsa onları etkileyip kendi sayfalarına yönlendirebiliyorlar. Kişilerin ideolojik tercihlerini de yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum. 

Gördüğümüz kadarıyla son yıllarda internet yoluyla gazete okuyanların çok büyük bir bölümü sosyal medyaya da odaklanmış durumda, özellikle Facebook veya Twitter gibi mecraların büyük oranda tercih edildiğine dair araştırmalar var. (Pew Center’in 2011 yılında yaptığı bir araştırma internet kullanıcılarının yüzde 11’inin Facebook ve Twitter’dan haber okuduğunu ortaya koymuş.)

 

 

Haber tüketimindeki farklılıklar toplumda sosyo-kültürel ayrımın bir göstergesi midir? Neden?

 

Tabii ki. Örnek vermek gerekirse Cumhuriyet Gazetesi okurunun genelde Posta gazetesi okuruna oranla çok daha iyi eğitimli olduğu bilinen bir gerçek. Aynı şekilde Telegram-Tik-Tok tüketicileri arasında da entellektüel düzey ayrımı var. Dijital teknolojinin Türkiye’ye ileri batı ülkelerinden yıllar sonra gelmiş oluşu da etkili. Türk okuru, dijital medya okuryazarlığını öğrenmekte geç kaldı. Bu konuda gençlerin bilgi-becerisinin çok daha yüksek olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

Şu anda ortaöğretimde özellikle dar gelirli ailelerin çocuklarına bile yeterli bilgisayar bulunamazken, ailelerin yetişkinlerinin dijital medya okuru olmalarını, en azından bu konuda yeterli bilince sahip olmalarını beklemek de biraz hayalcilik olur sanırım. Yani sadece sosyolojik-kültürel değil, ekonomik yeterlilik açısından da bireyin habere yaklaşımı değişkenlik arz ediyor.

 

 https://www.pewresearch.org/journalism/pj_2022-06-14_journalist-survey_0-07/


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...