Cumartesi günleri henüz tatil edilmemişti, yarım gün çalışılırdı, ben ilkokulda mıydım? Nasıl sevinçli dönerdim eve. Yarım gün de olsa Cumartesi, sonra da Pazar tatildi ya...
Radyoda Eyfel'den Müzik programı başlardı, kusursuz klarnetten süzülen Petite Fleur'ün melodileri sarardı salonu.
Bir de babamın yaktığı sigaranın dumanı... Yenice sigarası... Küçük, yassı karton kutuda 20 yassı sigara, fitresiz. Kibritin çakılışı, o müthiş sülfür kokusu ve sigaranın halkalanan masmavi dumanı.
Arka bahçede sigara kaçamağında yakalanıp, Naciye Teyzeden (Sağlam) azar işitmiştik de “delice öksürten, gözlerden şıpır şıpır yaş getirten zehir... Bu mu yahu sigara?” Diye pişman olmamış mıydık?
Kızıl saçlarını şöyle bir savurur, sigarasının dumanını öyle bir üflerdi ki... Gelinciğin üretimi durduruluğunda hastalar olup yataklara düşmemiş miydi?
Bahar sigarası yassı değil, kibrit çöpü misali, incecik silindirler gibiydi... İki, üç nefeste tükenir giderdi hatırladığıma göre.
Eve gelen, ağır bir misafir, hele Ziraat Bankasından babamın Müdürü Vedat Bey (Vedat Onur) ise, hemen bir koşu bakkala gidilir, bir paket Yeni Harman alınırdı. O daha iddialı, kalınca bir kutuda sunulurdu. Hem de “en pahalısı” idi sigaraların.
Yıllar geçti aradan, sigara tutkusu küllendi gitti.
Lise bitirmede (Ankara Kız Lisesi) son sınavdı İngilizce sözlüsü... Kürsünün arkasında oturan Nihal Hoca, aldığı cevaplardan mutlu, gülümseyerek, “Tamam, haydi güle güle ve başarılar sana” demişti, sonra önündeki paketten bir Çamlıca alıp yakmıştı, sevinçle çıkmıştım salondan...
Eve tonlarca yükten kurtulmuş, uçarcasına, hem de 'Lise Mezunu' olarak dönerken, ilk işim bakkala uğrayıp gizlice bir Çamlıca almak olmuştu. Mentollüydü ilk sigaram, daha doğrusu biz 'naneli' derdik o zamanlar Çamlıca’ya.
İlk sigaralar başımı döndürüp, genzimi, ciğerlerimi hafiften yakarken, sonrakiler nasıl keyif verir olmuştu... Gizlice içilen sigaranın keyfi de bi o kadar artıyor muydu ne?
Ya o az bulunan ithal sigaralar?
Kent'in paketi bembeyaz, markası nasıl afilliydi? Küllükte bırakıldığında, kendi kendine yanar biterdi.
Oysa bizim o yıllardaki Samsunlar, Maltepeler kolay kolay yanmaz, bir iki nefes sonra, hele tablada bıraktın mı hemencecik sönerdi, içinden çıkan kütükler de o kötü içimin cabasıydı korkarım.
Fazladan bir harçlık bulduysak Amerikan Pazarından gizli saklı alırdık. Hatta bir arkadaşımı sivil polis (ne derece doğruydu acaba?) Amerikan Pazarından çıkarken, oracıkta yakalayıp, “merkeze gideceğiz” diye alıp götürmek istemiş de arkadaşım gözyaşlarıyla yalvar yakar olup zorla kurtulmuş elinden.
Yıllar sonra Montreal’e gittiğimde otel resepsiyonunda sorulan soru beni çarpmıştı:
-Sigara içiyor musunuz?
-Evet
-O halde sizi otelin batı kanadında uzak bir odaya vermek zorundayım
İlk şok... Yıl 1984 idi, oysa ülkemin heryerinde sigara içmek tümüyle serbestti.
Sonra sigara içiminin uçaklarda, otobüslerde, trende yasaklanışı...
-“Hay allah bunca yıl bu ortamlarda nasıl içmişiz? Daha doğrusu içilmesine nasıl izin vermişler?”
Düşünceleri arasında kıvranma...
Sonra ani bir karar... Bir yılbaşı gecesi (1989) büyük aşkla vedalaşma...
-Ertesi gün biraz sinirli miydim?
Yok yahu biraz olur mu? Delice sinirliydim. Masama kocaman bi 'BİR' rakamı iliştirmiştim. Kaç kez dişlerimi fırçaladım o gün? Ya kaç bardak su içtim? Belki on, belki yirmi desem yalan mı olur? Masadaki sayılar ilk günler nasıl zorlukla değişti? Birken iki oldu, zor bela üç, beş, on... İşte 'on' sihirli rakam gibiydi, sonra uçtu gitti, seksenbeşe, ikiyüzelliye filan nasıl kolay ulaşabildik.
Artık geriye dönüş yoktu, çünkü gemiler yakılmıştı. Diş temizliği yapılmış, giysiler kuru temizlemeye verilmiş, perdeler yıkanmıştı...Onsuz da güzeldi yaşam...
Artık geriye dönüş yoktu, çünkü gemiler yakılmıştı. Diş temizliği yapılmış, giysiler kuru temizlemeye verilmiş, perdeler yıkanmıştı...Onsuz da güzeldi yaşam...
Hala güzel, “yıllar sonra” bile...
-Efendim? Siz hala bağımlı mısınız? Keşke bir deneseniz... Eminim başaracaksınız. Bol şanslar.