Bu Blogda Ara

Metin Uca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metin Uca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Kasım 21, 2023

Şu “yakılarak ölmek” mevzuu!



Bilmem kaç kelimelik X kısıtlaması bir yana, herkesi uyuşturup, saatlerce esir eden, “görüntü izleme tutkusu” yüzünden millet okuma yazmayı unuttu… Resimde görüldüğü gibi, meğer Metin Uca “yakılarak ölmek” istiyormuş… 



-Ayol yaşama hep gülümseyerek bakan bir adam niye yakılmak istesin? 

-Acaba “öldükten sonra beni yakın” demiştir de siz kasten veya “az Türkçeniz” yüzünden böyle kaleme almış olabilir misiniz?


Hayret, onca paralar harcanıyor YouTube kanalları filan açılıyor ama… 


Neyse işte, umarım okullardaki Türkçe veya Edebiyat derslerinde öğretmenler saçlarını başlarını yolmuyorlardır.


Gelelim yakılma olayına…



Yıldız Kenter de bunu istemişti. Yıllar önce Bodrum Turgutreis’teki evinde sorularımı yanıtlarken kendisinden önce yaşama veda eden Şükran Güngör’e olan aşkını dile getirerek demişti ki:


-Böyle muhteşem bir adamla aşk yaşadığım için kendimi dünyanın en şanslı kadını kabul ediyorum. Öldü ama onu hala yanımda hissediyorum, dün gidip mezarını ziyaret ettim, Turgutreis, gömülmek istediği tek yerdi çünkü… Ama gittiğime pişman oldum, tam bir felaketti mezarlık. Annemin gömülü olduğu Karacaahmet Mezarlığı da aynı şekilde. Huzurlu yerler olması gereken mezarlıklar birer çöplüğe dönmüş, arkanızdan dilenciler koşturuyor, heryerde çöpler filan. Bu yüzden ben gömülmek değil, yakılmak istiyorum.


Ben de sormuştum, “ama Türkiye’de krematoryum yok?” demişti ki:


-Olsun, ölü hayvanların, köpeklerin  yakıldığı fırınlar varmış, beni orada yaksınlar küllerimi de Şükran’la annemin mezarına pay etsinler…


Yahu bu ülkede yaşayan, yerleşik onbinlerce yabancı yok mu? Onlar, ya da bizim vatandaşlar,  cenazelerinin yakılmasını istiyorsa size ne? Neden son istekleri yerine gelmesin? Üstelik ülkede dağ-taş her yer mezar olmadı mı? Böylece yer tasarrufu da yapılmış olmaz mı?


-Yoook, olmaz… Haşa olmaz…


Yaşadığım bir deneyimi de  sizlerle paylaşayım…


Çok yakın bir arkadaşımın Amerikan uyruklu eşini yitirdik, merhumun vasiyeti, yakılması ve küllerinin ABD’de doğup büyüdüğü yerdeki mezarlığa konulması idi… Ölüm Ankara’daki bir hastanede oldu. 


O andan itibaren arkadaşım yas tutmak, kederini yaşamak şurada dursun, stres içinde büyük bir koşturmacanın içine girdi… Önce bu işe bakan şirketler arandı: 


-Acaba eşinin yakılması, küllerinin muhafazası mümkün olabilir miydi?  


-Ne yazık ki mümkün değildi, 


-O halde  ne yapılabilirdi? 


Şirketlerden şu yanıt alındı:


-Önce cenaze tahnit edilecek, bunun için en kısa zamanda gelip merhumun kanını boşaltmamız, yerine ilaç zerk etmemiz gerekiyor. Tahnit işlemi bittikten sonra, içi kurşun kaplı bir tabut yaptırılacak, gerekli izinler alındıktan sonra merhum bu tabuta konulup,tabut mühürlenecek ve uçakla  ABD’ye gönderilebilecek…


Arkadaşım acısını, gözyaşlarını yüreğinde tutup bütün bu işlerle uğraştıktan sonra eşinin cenazesini vasiyet ettiği şekilde törenle yakılması için ABD’ye götürebildi.


Tabii ki bu işlem büyük paralara mal oldu.


Toprağı bol olsun arkadaşımızın ama keşke bunca eziyet çekilmeseydi, ne olurdu bir krematoryum olsa ve insanlar vasiyet ettikleri gibi bu dünyaya veda edebilselerdi…






Pazartesi, Kasım 20, 2023

Metin Uca ve “otomatik pisuvar kafalı” yöneticiler

 



Metin Uca artık aramızda yok…

-Peki, O’nun bu dünyada bizlere vicdan yükü olarak miras bıraktığı, “ödenmemiş haklarını”  kimler savunacak?

-Bilemiyorum doğrusu, neden mi? 

O’nu tanıyan, tanımayan pek çok kişinin fotoğraflı paylaşımları, gülerek ya da bir kaç damla gözyaşı dökerek dile getirdikleri anılar filan yavaş yavaş seyrekleşecek, gün gelecek o paylaşımlar artık solacak,  gündemden de belleklerden de silinip yok olacak… Gerçekçi olursak, sizce de öyle değil mi?

Neyse ki “söz uçar gider yazı kalır!” Hem de çivi yazılarından, mağara resimlerinden bu yana bu böyledir.

O’nu çalışma arkadaşlarından dinlediniz,  okudunuz… Ben de bir kaç anektod anlatmıştım. (*)

O Metin Uca ki, keskin zekası, siyasi hiciv yeteneği, okyanusları yutarcasına okuma merakı, yazıyı ve görüntüyü kullanmadaki  mahareti ile bilinirmiş, dostlarını el üstünde tutar, onlarla sofrasındaki, bilgi dağarcığındaki her şeyi paylaşmaktan çekinmezmiş… Üstelik yaşadığı tüm zorluklara karşın dünyaya gülümseyerek bakarmış. 

Peki bunca yetenekli, böylesine dürüst, çalışkan ve  ışık saçan bu aydın insan neden basın sektöründe tutunamamış? 

Neden istememişler onu? 

Neden görünmez kılmaya çabalamışlar?

Neden Ankara’ya, haberciliğe veda etmek zorunda kalmış da, 20 yıllık bir sürgün yaşamına gönderilmiş? Bunca yıl güvencesiz, günlük kazanç peşinde koşmuş,  60’lı yaşlarında sağlık sorunu Demokles’in kılıcı gibi tepesinde sallanırken turnelerde uğraşıp didinmiş?

“Otomatik pisuvar kafalı yöneticiler” yüzünden olmasın?

——-Veda Mektubu—-

E, o zaman Metin Uca’nın son 20 yıllık “sürgün yaşamına ışık tutacak” bir belgeyi sunayım da dillerde kalmasın, kayda geçsin… Buyrun, Kanal D’den “kovulduğu” gün arkadaşlarına yolladığı veda mektubunu bir okuyun:

Mektubunun ilk paragrafında iftiraya uğrayan arkadaşlarını savunuyor:

“Haberin sessiz kahramanı, ağır işçileri kameramanları -Ankara Büronun kızlarına tacizde bulunuyor- gibi ağır bir suçlamayla İstanbul’a geri yollayan, insana saygısız, kimlik sorunlarını işinin dışında tutamayan, kendi yalanlarına kendini bile inandıramayan editörlerin bulunduğu bir yönetimde Kanal D’den kovulmak onur olmalı…

Dünyada ilk kez hapisten çıkmayı reddeden bir mahkumun haberini çöpe atmayan, simitçilerin anlayacağı haberi yine simitçilerin değil habercilerin hazırlayacağını unutmayan yöneticiler de vardır… Tüm haberlerin içeriğini boşaltıp kendine yakışan garip bir zevzeklikle çağdaş insanın zeka düzeyini bültende aşağılamayan yöneticilerin döneminde Kanal D’de yine beraber olacağız.”

——Fotoselli Pisuvarlar—-

Sonraki paragraf ise, “kovulma sürecini yürüten yöneticiler” ile ilgili:

“Bu veda, ayrılık yazısı olarak çok mu sert? Ama ben sadece sizin bildiklerinizi yüksek sesle dile getiriyorum… Ve diyorum ki aklı aydınlanamamış, insan olma yetkinliğini elde edememiş yöneticiler, erkekler tuvaletinin fotoselli pisuvarları gibidir… Ben de otomatik fotoselli pisuvarlara ne yapılması gerekiyorsa onu yaptım… Ama görünen o ki hiçbir şey değişmeyecek… Onlar zaten otomatik yıkama sistemi ile arınıp yine hiçbir şey olmamış gibi temiz görünümleriyle hizmete devam edecekler… Acaba bu yazı hiç olmazsa kafalarında soru işaretleri oluşturacak mı? Kim bilir… Hepinize onlarla çalışmanızda sabır ve metanet diliyorum…


Sevgili arkadaşlarım… En zoru son sözlerdir… Bitişlerdir… Aslında hepiniz benim Ankara’dan haberlerdeki bitirişimi biliyorsunuz… Ama bu kez biraz değişik… Ve ben lafın gelişi değil tüm kalbimle, sevgiyle özlemle sizleri kucaklayarak diyorum ki:

METİN UCA KANAL D’YDİ ELVEDA”



(*) https://bennursunerel.blogspot.com/2023/11/metin-uca-elveda-canm-komsummm.html




Cuma, Kasım 17, 2023

Metin Uca… Elveda canım komşummm




Sevgili dostum, meslektaşım, komşum! Metin Uca’nın en zor anlarda bile gülümseyerek içinden geçtiği yaşama böyle erken, hem de doğum gününde!  veda edeceği aklıma gelir miydi? 


Asla… 


Neleri neleri dert edip, kızarak ama sonunda hep gülerek paylaştık yıllar içinde,  İstanbul, Bodrum, Ankara  buluşmalarında… İlk fırsatta arardı:


-Komşuuuum evde misiniz? Geliyoruuuum…

-Ne hazırlayalım sana?

-Bi menemen yap yeter… Bi de enişteye sor, o şaraptan kaldı mı? 


“O şaraptan” demesi,  şaraba düşkünlüğünden değil, bizdeki şarabın tuhaflıkları çağrıştıran adındandı…


Cumhuriyet’te çalıştığım yıllardı, o Kanal D’deydi, Kızılay’daki binanın üst katındaydı bürolarımız… İkimiz de sigara içmezdik ama her fırsatta buluşup, aşağıdaki trafik keşmekeşini, yukardan, yangın merdiveninden izlerken, günün haber “kıraatını” yapardık:


-Sen ne üstüne çalışıyorsun?

-Şu yeni kültür bakanından randevu aldım, ona gideceğim


Gitmişti de Kültür Bakanına… 


TBMM Bahçesinde neredeyse 1 saate yakın mikrofon tutmuştu o kültürlü! bakana, anlatmıştı da anlatmıştı adam, kültürümüzü nasıl yücelteceklermiş, neler neler yapacaklarmış. 


O uzun süren röportaja Metin’in son sorusu damga vurmuştu:


-En son okuduğunuz kitap neydi? 


Adama birden gençlerin deyimiyle “kal gelmişti!” Susup kaldı, nedense bir türlü hatırlayamıyordu o son okuduğu kitabı, tam 40 saniye süren bir “Eeeeeeeee” nidası çıkmıştı dudaklarının arasından… Haber öyle bitiyordu…


İki dakikalık haberin 40 saniyesi böyle geçince patron katında tabii kıyamet kopmuştu! 


Metin’in suyu böyle böyle ısınmaya başladı.


Köprülerin altından işte böyle çok sular geçti, ben önce Milliyet’e sonra Kanal D’ye transfer oldum, masalarımız yan yanaydı, birbirimize “komşum” deyişimiz bundandı… 


Ortaklaşa pek çok işler yaptık. Sayfa başında, time-code alırken, kurguda görüntü seçerken filan ikide birde, kahkahalara boğulurduk. 


Soğuk bir kış günüydü, Metin büroya erken gelmiş, çay ocağında salep kaynatırken, cezveyi taşırmış, ocağı batırmıştı… Bizim çaycı kriz geçirip, üstüne yürüyünce Metin’i elinden zor kurtarmıştık… Ertesi sabah bürodaki ortak haberleşme panomuza bir baktık, hınzır Metin,  çaycımızla aynı ismi taşıyan PKK elebaşıyla ilgili bir haber kesiği koymuş:



Unutmadığım ortak haberlerimizden biri Tansu Çiller’in mal varlığı soruşturmasıyla ilgiliydi. 


TBMM’de kurulan komisyonda DYP Genel Başkanının mal varlığı sorgulanıyor, ABD dahil, pek çok yerdeki sayısız tapuları, masalara yayılmış, tartışılıyordu. Çiller’e, bir de tespit edilen milyonlarca dolarlık “nakdi varlığı” üzerinde, “nereden buldun?” sorusu yöneltilmesin mi? Tansu Hanım, 7.5 milyon dolarlık parayı izah ederken, “annem ölünce yastık altından çıktı” demesin mi? O açıklamaları sırasında paranın bir kısmını da oğullarına sünnetlerinde  takılan altınlara bağlamasın mı?


Ben işin bu ciddi tarafını kotarırken, Tansu Hanımın annesinin,  ölmeden  önce kirada oturduğu Mecidiyeköy’deki dairenin kapıcısı ve ev sahibiyle konuşmuş, ödenmeyen kira borcu nedeniyle icraya uğradığını haberleştirmiştim.


Metin ise, haberi çok daha çarpıcı bir açıdan ele aldı, mikrofonu kaptığı gibi  Çıkrıkçılar Yokuşuna koştu, esnafla yaptığı röportajlarla kurguladı haberini… Dükkanlara girip çıkıp, tezgah arkasındaki adamlara yönelttiği sorulara aldığı cevaplar, akşam bülteninde reyting rekoru kırdı… 


-Size sünnet düğününüzde kaç milyon dolarlık altın taktılar? 


Diye soruyor, adamlar gülerek yanıtlıyordu:


-Ne altını birader, eniştem kendi yaptığı tahta oyuncak arabayı getirip koydu başucuma


-Babam kendi kolundaki Nacar marka saatini bana taktıydı, kayışı bol gelmişti de tornavidayla delik açıp benim cılız bileğime uydurmuştu.


-O zamanlar bi naylon gömlek modası çıktıydı, bana da Sıhhıye’deki Amerikan pazarından bi tane almışlardı. Pek gururlanırdım o gömleğimle, rüzgarda sırtımda balon varmış gibi şişerdi de sokakta dalya filan oynarken koşar, sırılsıklam ter içinde kalırdım. 


Metin o unutulmaz haberiyle TBMM’de aylarca devam edip, sonunda sulandırılıp, kapatılan mal varlığı soruşturmasını yerden yere vurmayı başarmıştı. 


Gün geldi patron katına şikayetler arttı, Metin’i gündüz bültenine kaydırdılar, orada da yasaklanan “İ” harfini ikide birde Ankara’nın Belediye Başkanlığına yapışıp kalan Melih Gökçek isminin başına getirince, bileti kesildi, kovuldu kanaldan… O sırada ben de benzer nedenlerle işten çıkarılmıştım, arada buluşup dertleşiyorduk, bir gün TBMM’ye, birlikte ortak aldığımız bir randevuya yetişecektik, onu Aşağı Ayrancı’daki evinden arabayla aldım, meclise geldik o kadar çok lafa dalmış, öylesine kahkahalarla dolu bir sohbete girişmiştik ki, tam basın bölümünün karşısında bir taksiyle kafa kafaya çarpıştık, biz Metin’le şok içinde apışıp kalmışken, birisi koşup “olay mahalline” geldi:


-Bir şey yok, bir şey yok, inin inin, bakın, taksi de az hasarlı… Aranızda anlaşıverin… 


Bir baktık, gelip bize bu sözleri söyleyen adam, dönemin Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu…

 

Biz şaşkınlık içinde durumu toparlamaya  çalışırken Ömer Bey kahkahayı patlattı :


-İyi iyi, tam yerinde yaptınız kazayı, bana da Ulaştırma Bakanı olarak müdahale edip iş yapma fırsatı doğdu… N’apiyim ya bana da son okuduğum kitabı sorsaydın?


Metin hicivden pes etmedi, başka kanallarda hazırladığı sabah programları, parodiler hele de “Pasaparola” yarışmasıyla ününe ün kattı, bu arada bir de “ampul şeklinde” kitap çıkarıp hiciv nasıl yapılırmış herkese onu kanıtlamasın mı? 


AKP yönetiminin hedefine ilk oturan gazeteci olmayı böylece başardı.


Ama işlerinden “kovulmak” asında Metin Uca’yı yok etmek şurada dursun, bereket kapılarını ona ardına kadar  açtı.


Metin’in parlak zekasından, hiciv yeteneğinden hiç hazzetmeyen AKP’nin sansürcübaşıları, yasaklamalarla, engellemelerle önüne türlü türlü manialar çıkarttılar. Yıllarını bu mücadelelerle geçirdi.


İşte bu zorluklar içinde debeleniyordu sevgili komşum, 5 Eylül’de Bodrum’da üst üste bir kaç gün bize ziyarete geldi, kah balkonda, kah kumsalda  saatler süren sohbetlerde yine kahkahalarla güldük, bir kaç resim gösterdi:


-Bak komşum, yeni oyuncağım. 


Resimler nedense bana tekne gibi görünmüştü, “oooo, yat sahibi de oldun hayırlı olsun” dedim, “yok yahu, dikkatli baksana karavan, tatilleri, turneleri artık ucuza getireceğim” dedi… Çok keyifliydi…


Bir ara “ufak tefek sağlık sorunları” olduğundan dem vurdu:


-Ameliyat filan dedi doktorlar ama ben istemedim, o by-passlar filan ağır işler, kimse bana baksın istemem doğrusu…


Ah sevgili komşum, canım kardeşim, değerli unutulmayacak meslektaşım, sana veda etmek ne kadar zor…



Sabah Yasemin (Mıstıkoğlu)  aradı, ağlıyordu, rengarenk gömlekleri  çok seversin ya, sana Cape Town’dan bir tişört getirmiş, üstünde gergedan resmi varmış…Bilirsin, “paragöz avcılar, 10 bin dolar uğruna, bulup vurmasın”  diye hayvanseverler  gergedanın yerini gizli tutar… Keşke seni de ecelden saklayabilseydik…


Söz bitti sustum…


Senin için bu akşam o tuhaf isimli şaraptan bir kaç kadeh içeceğim…

————————————-

Cenaze töreni https://youtu.be/G7WbYbvRvIY?si=WTbVQxWv6Ub2AX2U


 

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...