Bu Blogda Ara

japonlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
japonlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Ağustos 30, 2021

Sayonara (elveda) Japonya (4)





Japonya’yı anlatmak hiç de kolay değil, kendine özgü adalar ülkesinin, kendine özgü yaşam tarzını, sosyal atmosferini, bilim ve teknolojide geldiği noktayı özetlemeye sözcükler değil, kitaplar, belgeseller bile yetmez. “Sayonara” (elveda) demeden önce atom bombası kurbanı Hiroşima izlenimlerimi paylaşsam olur mu?


Mermi hızıyla giden trenle  (bullet train) son durağımız Hiroşima idi, 6 Ağustos 1945’de  atom bombasının ilk kurbanı olup da 200 bini aşkın ölü veren kentte gezmek tuhaf duygular uyandırıyordu. Hele  “geçmişi artık eski okul kitaplarının tozlu sayfalarında bırakmışAmerikalı turistlere caddelerde adım başı rastlamak, kahkahalarına tanık olmak onca yıl sonra bile biraz sarstı beni.


Oysa Japon’larla konuştuğunuzda duygusal değil, gerçekçi davrandıklarını görüyordunuz.  Hiroşima, kendini çoktan toparlamış, dev endüstri merkezlerinin kuruluşuna ev sahipliği yapan üstelik de yemyeşil bir kent görünümündeydi. 


-O korkunç patlamadan sonra 75 yıl süreyle buralarda hani herhangi bir bitki yetişmeyecekti?” 


Sorusu aklımda, dolaştım durdum kenti. 


Savaşın ve atom bombasının izlerini silmek için belli ki Japon’lar çok uğraşmış, hasarlı bütün binalar yeniden inşa edilmiş, korkunç patlamadan kalan tek iz, hala ayakta duran Genbaku Kubbesi. Eskiden bölgenin sanayi merkezi durumundaki bu bina, atom bombası ile büyük hasar almasına karşın, olduğu gibi bırakılarak, yanında inşa edilen “barış müzesi” ile o günü anımsatıyor.



Müzeyi bize bombanın patladığı günü, o gün 13 yaşında olan Yoshita Kawamato gezdirdi:


-Okuldaydık hepimiz. Patlamanın şiddetiyle kendimi kaybetmişim, gözümü açtığımda üstümde sıralar ve enkaz parçaları vardı. Zorla onların arasından sıyrıldım, herhalde yakındaki yakıt tankları patladı diye düşünüyordum.Bir ses duydum, arkadaşımı tanıyamadım, bir gözü yoktu, konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu, bir kaç dakika sonra öldü. Okulun dışına güçlükle çıktığımda gördüm ki her şey yıkılmıştı, her yer alev alev yanıyordu. 



Kawamato’yu sağ bırakan mucize, diğerlerine acımamış ailesinin bütün fertleri dahil, Hiroşima’da onbinlerce insan ölmüştü. Beni şaşırtan ise görüştüğüm pek çok Japonunnefret etmek” şurada dursun, Amerikaya, Amerikalılara duyduğu sempati oldu, şöyle bir yorum yapıyorlardı:


-O günlerde hem ülkeyi yönetenler hem de ordumuz o kadar hırslıydı ki, olmadık işlere girdiler. Ta buralardan kalkıp ABD’ye gidip, Pearl Harbour’u bombalamayı bile göze aldılar. Sonunda olacağı buydu…


Kawamato ise duygularını, “eskiden bize Amerikalılar şeytan diye anlatılmıştı, oysa  patlama sonrası ilk karşılaştığım insanlar, yani Amerikalı askerler bana gülümseyerek yaklaştı, beni tedaviye götürdüler. Demek şeytan değillermiş dedim” diye anlatmıştı.


Hiroşima’nın “kederli izleri” neyse ki Kyoto ziyareti ile biraz olsun silindi. Kyoto, geleneksel “geyşa eğitimi”ne ilk ev sahipliği yapan kent olarak biliniyormuş. Ben ne yazık ki bir geyşa ile tanışamadım ama Japon kadınları ile pek çok sohbet olanağı yakaladım. Japon erkeğinin ailedeki en hakim kişi olduğunu, uzun çalışma saatlerinin ardından “usta çırak” ilişkisinin hala önemsenmesi nedeniyle çalıştığı yerdeki üstleri ile akşamları da saatlerce zaman geçirdiğini öğrendim. Japon kadını ise bu durumu pek önemsemiyordu anlaşılan, daha doğrusu, ailede erkeğin çalışıp kazanan konumunda olduğu, kadının ise çocukların bakımı ve ev işlerinin yürütülmesini asli görev olarak benimsediği anlatıldı bana. 



Tokyo’nun en prestijli üniversite mezunlarının yarıdan fazlasının kadın olmasına karşın, iş yaşamında pek de olmadıklarını” öğrendiğimde “ne büyük haksızlık” demekten kendimi alamadım. 

Tokyo caddelerinde gördüğüm şık Japon kadınlarının birer bibloymuş gibi salınarak dolaşmaları bana “geyşalık meslek olarak olmasa da acaba Japon kadınlarının ruhunda mı var?” Sorusunu sordurttu. 

Bunu bir Japon kadınına, “ev kadını olmak için onca üniversite  okumanız gerekiyor muydu?” Diye sorduğumda şu yanıtı aldım:


-Haklısınız ama biz böyle mutluyuz. Sizin dediğiniz konuma gelebilmek için kültürümüzün farklılaşması, geleneklerimizin biraz değişmesi gerekiyor. Bunun için bize 50 yıl lazım…


Bilmem onca yıl sonra Japon kadını hala geleneksel konumundan mutlu mu? Yoksa Tokyo’da sohbet ettiğim  bir batılı diplomatın şu sözleri nasıl değerlendirilebilir?


-Siz Japon kültürünü tam olarak gözlemleyememişsiniz. Jouhatsu (buharlaşma) denen adetlerini duymadınız sanırım. Ülkenin ağır yaşam koşulları, erkeğin uzun çalışma saatleri,+ pek çok Japon kadınında bunalım yaratıyor, çareyi bulundukları ortamdan, hatta ailelerinden, çocuklarından kaçıp kurtulmakta arıyorlar, adeta ortadan kayboluyorlar. Bambaşka bir yerde farklı bir hayata başlıyorlar, bunun için onlara destek bile veriliyor. Ancak Japon kültüründe buharlaşan (!) kadını aramak yok… Yaşamını istediği gibi sürdürmesine göz yumuluyor.


Eh, benim için de Japonya’nın büyülü dünyasını bırakıp, buharlaşma (Jouhatsu) zamanıdır artık, sayonara


bennursunerel.blogspot.com

Perşembe, Aralık 24, 2020

Japon Mutfağı, ah! o biftek! ( Japonya 3)

-Tokyo’nun sıcağı meşhurdur, çok yanlış bir zamanda gidiyorsun

Demişlerdi de inanmamıştım. Ağustos’un ilk günlerinde Narita Havaalanında uçaktan indiğimde,  fırının kapısı açılmış da içine girmişim gibi hissettim. Neyse ki hemen klimalı bir koridora geçtik, rahatladık...

Japon Enformasyon Bakanlığının konuğu olarak 1987 yazında gitmiş, Hiroşima dahil, pek çok kentte Ağustos ayı boyunca birer hafta geçirdikten sonra Ankara’ya dönmüştüm, artık “eskisi gibi değildi” benim için hiçbir şey...  

Oooo, nereden başlasam? 

Tokyo’nun o mükemmel işleyen metro sistemi ile kenti hallaç pamuğu gibi atmanın kolaylığından mı? Japon mutfağının o müthiş lezzetlerinden mi söz etsem? 

Eğer öğleni geçiştirmek için ucuz bir şey olsun derseniz, zaten heryer Mc Donalds, Kentucy Fried Chicken. Tokyo’ya ayak bastığım gün kenti gezdiren rehber anlatmıştı:

-Japon çocukları artık Japon mutfağını unuttu, varsa yoksa hamburger, kızarmış tavuk. Hatta geçenlerde yeğenim hayatında ilk kez Los Angeles’e gitti, annesine:  -Anneee bak Amerikalılar da bizim gibi hamburger seviyormuş, heryerde Japon lokantaları var- deyivermiş.

-Peki bunları boşver bize biraz Japon damak tadlarını anlat


Diyorsanız, Ginza’da sokaklarda yürürken bile her köşe başında karşınıza çıkan küçük “ayaküstü lezzet kulübelerinden biri”ne girelim, tabureye oturalım, gelsin Gyoza... Bizim mantıya benzeyen, 5-6 parça kıymalı hamur işi, bu mini restoranların  buzluklarında her daim bekletiliyor, isterseniz tost makinası gibi bir ızgarada ısıtılıp, Kirin Birası eşliğinde ile servis ediliyor. 

Ama şöyle düzgün giyinip hoş bir akşam yemeğine çıkalım derseniz, Türk damak lezzetine çok yakın yemekler sunan bir “Tempura”cıya gidelim. 
Kapıda bizi karşılayan kimonolu teşrifatçımız, hepimizi tabanı U şeklinde oyulmuş küçük salona alır. Tabii önce ayakkabılar çıkarılıp kenara konulsun. Oturma derken, bağdaş kurmak ya da alçak masanın altına kıvrılmaktan bahsediyorum ama sanırım, ben dahil, bunu kolay kolay beceremeyen yabancılar için düşünülmüş bu U şeklindeki düzen... Ayaklarınızı aşağıya sallandırın gitsin. 


-Hah, sumo güreşçisine benzeyen aşçımız da geldi işte...

Aşçımız bizi yerlere eğilerek selamladıktan sonra dev tenceresinin önüne bağdaş kuruyor ve tencerenin altındaki, gazlı kocaman wok  ateşini yakıyor. Hepimizin önünde tahtadan yapılmış, lake sırlı küçük tabaklar ve çubuklar var. Aşçımız önce mini patlıcanları, yumuşak hamur karışımına batırıp, yüksek ateşte kızan tenceredeki yağa atıyor, elde ele dolaşan servis tabağından çubuklarımızla alıyoruz kızarmış mini patlıcanları...

-Aman o ne lezzet

Patlıcanları, aynı şekilde kızaran kuşkonmazlar, mantarlar ve diğer sebzeler izliyor. Sıra karideslere ve diğer deniz ürünlerine geliyor. Hepimiz büyülenmiş gibi gözümüzü aşçıya dikmişiz... 

-Kolay mı yahu bu lezzetleri yakalamak? Gerçekten de büyü gibi bir şey

Ama Japon mutfağının belli başlı sayfaları bitmedi ki, o muhteşem Teppanyaki (sıcak saçtan masa) yemekleri tadılmadan Japon mutfağı hakkında fikir edinilir mi?



A, işte o zaman pamuk eller cebe... Bu akşam gerçek bir Japon lokantasına gideceğiz ve bu keyif bize azcık tuzluya patlayacak,  çünkü “Kobe marble steak (mermer biftek)” var menüde... O irice et dilimlerini kasap reyonlarında pişmemiş olarak görünce neden “mermer” dediklerini anlıyorsunuz. Çünkü koyu kırmızı etin üzerine serpilmiş gibi duran beyaz çiller! (yağ noktaları) lezzeti hakkında da fikir veriyor. Bu sığırlar, Japon çiftçileri tarafından her gün masaj yapılarak ve su yerine bol bol bira içirilerek besleniyor ve bu yüzden bu kadar lezzetli oluyormuş. Tabii bir o kadar da pahalı, çünkü benim Tokyo’da bulunduğum sırada bir dilim Kobe bifteği kasapta 45 dolardı!!! (*)

Prince Mikasa Otelinin  teppanyaki lokantasında yerimiz ayrıldı. Önümüzdeki masa, dev bir madeni saç gibi. Bu saç birazdan aşçı geldiğinde ısıtılacak...

-Evet aşçı geldi, teppanyaki tablası da ısındı
-Ne yapıyor? 
-Sarımsakları ince ince dilimliyor galiba. Şimdi biraz yağ gezdirdi kızgın sacda, sarımsakları attı, onlar cızırdarken sıra bifteklere geldi... Onları da iri kuşbaşı olarak doğrayıp, cızırdayan sarımsakların arasına attı...
-Oooo ortalığı mis gibi kokular sardı vallahi... 

Evet, vejeteryan dostlarımız duymasın ama, aşçımız lokum yumuşaklığındaki biftek parçalarını tek tek tabaklarımıza aktardıkça lezzet damaklarımıza  bayram ettiriyor. Afiyetle yenilen yemeğin sonu, yeşil çay eşliğinde yeşil çay dondurması ile tatlıya bağlanıyor... Şimdi kara kara hesabı bekliyoruz, tabii bol sıfırlı bir rakam olacak. 

-Amaaan, şu ölümlü dünyaya bir daha mı geleceğiz? Afiyet olsun

Deyişime inanmayın, meslektaşlarımla birlikte bu yemeğe Enformasyon Bakanlığının daveti üzerine katıldık, yoksa hesabın altından kalkamazdık. 

Yemek faslını uzatmak istemiyorum, Sushi Barları, Sashimileri filan anlatmaya kalkarsam sayfalar yetmeyecek. 

-E biraz da elektronikten bahsetsene? 

-Aaa, doğru, teknolojinin jet hızıyla değişimi Japonya’da hemen farkediliyor. O zaman şimdi istikamet Akihabara... (**)

-Peki nasıl gidilecek?

Tokyo’nun metro hatları 20 milyonluk kendi öylesine sarıp sarmalamış ki, istediğin yere şıp diye varabilirsin, üstelik metro tarifesi da son derece basit, hata yapman mümkün değil. İşte geldik Akihabara’ya, hemen inelim ve kendimizi sağlı sollu gökdelenlerin yükseldiği caddeye, sokaklara vuralım:



-Aman yarabi, nasıl bir yer burası yahu? Binaların her biri en son teknoloji ürünlerinin sergilendiği başlı başına birer fuar sanki. Hemen girişteki genç teşrifatçı yaklaşıyor yanınıza

-Koniçiwa madam, yardım edebilir miyim? Ne arıyorsunuz?

Ankara’dan arkadaşlarımın verdikleri siparişlerin listesi var elimde, bir tane sese duyarlı kayıt cihazı, küçük bir fotoğraf makinası hatta mini televizyon bulup alacağım ama yüzlerce çeşit arasından nasıl seçeceğim? Acaba aldıklarım beğenilecek mi? Binalara girip çıkmaktan, sayısız teknoloji ürününe kafa yormaktan başım dönüyor. 

-Of ya, sıkıldım, teknolojiden başım döndü, bana artık biraz yeşillik, biraz su lazım...

Metro istasyonuna iniyorum, niyetim biraz kafamı dağıtmak, hem de “yazılarımı hazırlarım” düşüncesindeyim. 

Ağustos 1987

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...