Bu Blogda Ara

Covit 19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Covit 19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Mayıs 16, 2021

Oh be, mapuslukta son gün!


Günlerdir dört duvar arasında mapustayız, pandemi yüzünden “istisnai meslek sahipleri” dışında herkes evinde hapis... Neyse ki bugün kapanmanın son günü, yoksa durumumuz  aynen şarkıdaki gibi:

-Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?

Boğazımız sıkılıyormuş,  göğsümüze biri oturmuş da kalkmıyormuş gibi karanlıkta, bir kabusun içindeyiz de bir türlü uyanamıyoruz sanki...   

Hapistekileri bir kez daha ve çok iyi anladım. Hele bir de çoğunun “gözünün üstünde kaşın var!” Denilerek içeri atıldıklarını düşünürsek... 

-Ne yani? Yalan mı? Aksi taktirde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diye bunca kararında başvuru sahiplerini haklı bulsun? TC makamlarını mahkum etsin? Demirtaş’ı, Kavala’yı serbest bırakın diye ısrarcı olsun? Türkiye neden AHİM’de düşünce ve ifade özgürlüğü  ihlallerinde, Rusya’dan bile fazla mahkum edilerek rekor kırsın? (*)

Vallahi abartmıyorum, eğer yarın yasakların son günü olmasa çıldırmak işten bile değil.

Nasıl mı atlatmaya çalıştık?

Evde oyalanmak için herkes yeni yeni meşguliyetler icat etme çabasına girdi. Mesela bir gün baktım, bizim Mehmet almış eline makineyi, makası, babasına saç traşı yapıyor, ben de devreye girdim:

-Ne veriiim abime, çay mı kahve mi?

Yok yok, içimden kızdım aslında, “şimdi yerlere saçılan  saç sakal kırıntılarını kim temizleyecek? Ben oraları daha yeni süpürmüştüm!” Diye söylenerek.

Tabii ki mutfak bir numaralı çekim alanı...

-Bugün ne yiyeceğiz?

-Ne biliiiiim,  bıktık aynı şeylerden, acaba  pizza mı yapsak?

Hemen aç sanal yemek tariflerini... Aman o ne güzel manzara, İrlanda’da yeşillikler içindeki bir tepede adam pizzanın hamurunu hazırlamış, demir tavaya yaymış, şimdi de sos için gerekenleri sıralıyor:

-Önce 5-6 domatesi rendeleyeceğiz... Sonra 2 baş sarımsak dövülüp domates rendesine  karıştırılacak...

-Tuh yahu, bütün sarımsakları geçen gün  Şıveydiz (**)  yapalım dedik de tüketmedik mi?

-Neyse sarımsak da varsın bizim pizzada eksik olsun

İrlandalı, tarife devam ediyor,  peynirsiz pizza olmaz tabii ama, “yarım kilo mozzarella” dediğinde bizde şartel atıyor:

-Yahu mozzarella yok ki evde, şimdi nereden bulacağız bu yasaklarda? Zincir marketler hafta sonu kapalı, mahalle bakkalında mozzarella bulunmaz ki... Boşverelim biz pizzamızı Türk Usulü yapalım. Dil peyniri vardı şu kasede, sucuk da dilimleriz...

-Nursuuuuun, boşver şimdi pizzayı çabuk gel burayaaaaaaa

-Ne o yahu? Acil durum mu var?

-Yok yok, Sedat Peker’in dördüncü videosu çıkmış, koş yetiş, seyredelim...

-Aaaaaaa, ayol neler diyor bu adam? Bir zamanlar pek makbul kişiydi de hayret ediyorduk korumalarla dolaşmasına? Ne demek yahu 5 ton kokain gelecekmiş Mersin Limanına? Bunların kaydı kuydu yok mu? Kimmiş bu malın sahibi acaba? Herhalde yetkililer bi açıklama yapar...

Sahiden de, biraz sonra devletin tepesinden açıklamalar gelir, en üst yetkili, “eğer bunlar ispat edilirse, idama razıyım!” Diye yazılı açıklama yapar.

-Hahaha... İdam kaldı mı ki? Özal mı demişti bir zamanlar, “yengemin şeyi olsa, amcam olurdu” diye... Böyle resmi açıklama mı olur yahu? Vallahi şu kaybolan Damat Beyin dediği gibi, “at izi it izine karışmış” memlekette...

-Ayol meğer Sedat Peker kendini Hardy dö Pasavan’la eş tutmuş ha? Baksana Pardayanları daha sakalı bitmeden okumuşmuş...

-O ne yahu, “Oxford vardı da okumadık mı?” Lafı yerine, “Shakespeare okuyamadık, Pardayanlardan esinlendik” der gibi...

İşte, bizler ikibinyirmibir yılının güzelim mayıs ayının tam onbeş gününü dört duvar arasında bu oyalanmalar-debelenmelerle geçiriyoruz, merak ettim, sizde durum farklı mı? En çok özendiklerim de yasakları sahillerde geçirenler.  Ayyy ne güzel, sabah erkenden bir yürüyüş yapar, sonra terin soğumadan kendini serin sulara bırakırsın... 

-A, sen gerçekten oynattın galiba. Ayol denize girmek sadece turistlerin hakkı, Türk vatandaşlarına yasak, bunu  bilmiyor musun? Yoksa sen bizi, birisiyle karıştırıp  dörtyüz arabalık konvoyla Okluk Koyundaki saraya pardon, yazlığa geldik de çoluk çocuk, torun torba, eş dost denizlerde kulaç atıp keyif yapıyoruz mu sandın? Pes vallahi...

-Evet pes vallahi... Oynatmaya az kaldı, doktorum nerdeeeeeee?

 (*) https://www.amerikaninsesi.com/a/aihme-basvuru-sampiyonu-rusya-ve-turkiye/5755024.html


(**) https://www.hurriyet.com.tr/lezizz/siveydiz-yemegi-tarifi-41178427





Cuma, Nisan 16, 2021

Ağız tadıyla bir grip bile olamadık!!!



-Öhhö, öhö, öhhö...

Durun yahu, niye öyle dehşete düşmüş gibi fırlayıp yanımdan  uzaklaştınız? Korkmayın, sağa sola kaçışmayın, kovit movit değilim, vallahi değilim...

Geçen gün hafiften boğazım ağrıyordu, malum havalar bir tuhaf. Bir bakıyorsunuz bahar dalları silme çiçeğe bürünmüş,  ertesi gün pencereyi açtığınızda, sert esen rüzgarla içeri kar taneleri giriyor. Neyse işte, ne diyordum? Hafif bir boğaz ağrısıyla uyandım, aldı mı beni bir korku? Kendimle hesaplaşıyorum:

-Ya kovitsem? Ay kimlerle görüştüm son zamanlarda? Sütçü gelmişti de hani bekletmemek için maske takmadan koşuvermiştim ya kapıya? Ondan kapmış olabilir miyim?

-Yok sanmam, adamcağız sütü tencereye doldurup kapı eşiğindeki tabureye bırakmıştı, sen de ona parayı lastikle sarıp, fırlatmamış mıydın? Hatta sütçünün kafasına denk gelmişti, ortalığa saçılmıştı ya paralar. 

-A, evet uzak durmuştuk sütçüyle. Sen de  öyle bir konuştun ki duyanlar ortalığa 128 milyar lira  saçılmış sanacak. Demek ki ondan kapmadım.  Ama sonra da oğlum gelmişti...

-Canım aylardır görmüyordun çocuğu, yüzünde maskesiyle içeri girer girmez, elini yüzünü sıcak sular, sabunlarla yıkayıp, ta salonun öbür ucundaki koltuğa ilişmedi mi çocukcağız? O aranızdaki upuzun mesafeden dolayı birbirinizle haykırarak konuşmadınız mı? Hani o, “anne yahu, sen ne diyorsun bu kaybolan 128 milyara?” diye sesleniyor, sen, “Ne? Paranı mı kaybettin? Ben parayı arka cebinde taşıma diye hep söylememiş miydim?”  diye bağırıyorsun... İkinizin de, ne dediği anlaşılmıyordu hani... Boğuk boğuk konuşuyordunuz... I-ıh,  ondan da bir şey olmaz. Başka kiminle görüştün?

-Komşu Ayşe Hanım uğramıştı bir de... Ramazan başlıyor diye kendi yaptığı pideyi getirmişti.

-Ama onda maske vardı, içeri buyur etmiştin, kapıdaki tabureye ilişmişti, ikiniz maskeli maskeli,  bir çift laf edelim derken  siyasetten girip dedikodudan çıkmamış mıydınız? 

-Evet evet, nasıl da güldürmüştü beni... Jandarma, sitemizin başkanına geçen gün bir evrak getirmiş, hanım camdan bakıp da jandarmayı görünce, emekli amiral eşine seslenmiş, “hadi valizini hazırla seni almaya geldiler” diye... Meğer o evrak, sadece sitede geçen yıl çıkan anız yangınıyla ilgili değil miymiş?

Ya, işte böyle, kovit  insanın aklından bir an bile çıkmıyor. 

Zaten bunlar sadece birer varsayımdı, üstelik sabah ağrıyan boğazım öğlene doğru geçti. Ben de unuttum gitti pandemi kabusunu...

Şimdi bir an eskiye daldım da:

Ah, neydi o günler. Hani üşütürsün, sesin biraz değişir, hafiften burnun akar, arada bir öksürür, halsiz halsiz yatarsın evde... İşten kaytarmışsındır, nazlanır durursun. Ev halkı seni şımartmak için seferber olur, bir yandan ıhlamur kaynatılır, bir yandan ocağa o çok sevdiğin, tavuk suyuna bol limonlu şehriye çorbası konulur. Yıllardır elinden düşürmediğin, her seferinde seni kahkahalarla güldüren kitap Çarın Çizmeleri de başucunda... Televizyonun karşısında kanepeye uzanır, uyuklarsın:

Ya işte böyle, 

-Ağız tadıyla, korkmadan bir grip bile olamadık!!!


(*) Mikhail Zoşçenko, Rus Yazar 

Pazar, Eylül 13, 2020

Erik marmelatı

Hayatın anlamını sorgulamayı felsefecilere mi bıraksak? Yoksa ilahiyatçılara teslim olup bunları hiç düşünmesek mi? Boş çaba, ne yaparsan yap bu soruya ömrün boyunca cevap arar durursun, asla bulamayacağını bile bile...



Bu düşüncelerle boğuşurken, koskoca bir Pazar günü sana kalmıştır. Özgürlük, yalnızlık ne büyük lüks, değil mi? E, peki nasıl geçirilecek o koskoca gün? Kolayı var, önce bir yürüyüşe çıkmalı, hem de erken erken, çünkü sonra güneş yükseldiğinde yürümek şurda dursun, sıcaktan kolunu bile kıpırdatamazsın... 

Şu Covit var ya Covit 19. Bizi ne hallere düşürdü. Eğer içimizdeki korkular olmasa şu koskoca günde kiiimbilir neler yapabilirdik, ama pabuç pahalı... Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Diyelim ki o menhus hastalığa yakalandım, “eh n’apalım dünyada 1 milyon insan öldü, senin ayrıcalığın mı var?” Deme bana. Böyle kestirip atamıyorsun ki... “Ya aile efradına, eşine dostuna da geçerse?” Diye düşünüp, hemen vazgeçiyorsun arkadaşlarını arayıp “buluşalım” konuşmalarından.

İyi o zaman, hafif esinti de var, yürümeye devam et... 

A, komşunun erikleri nasıl davetkar, “kopar beni” diyor. Olmaz ki, belki daha sonra toplayacaklardır. Yok canım, ne toplaması, yerlere dökülmüş mor mor bir sürü erik...

Aslında kaç gündür aynı bahçenin önünden geçiyorum, in cin top oynuyordu ortalıkta, ev terkedilmiş gibi... 

-Covite mi yakalandılar yoksa? Sakın hastanede filan olmasınlar? 

-Olur mu yahu, duyardık öyle olsa, belli ki tatildeler. Ama bu güzelim erikler ne olacak peki? Dallardakilere dokunamam da, yere dökülmüş olanları toplasam mı acaba? Nasılsa çürüyecekler. Yazık değil mi? Ah, canım annem, ne muhteşemdi onun yaptığı erik marmelatı. Hiç üşenmezdi, bir bakarsın halamla birlikte, pazardan dönmüşler, ellerinde fileler, hemen mutfağa girip, kilolarca eriği yıkayıp ayıklarlar... 


-İyi de o zamanlar rondo filan da yoktu evlerimizde, nasıl rendeliyordu anneciğim onca eriği?

-Hiç dikkat etmemişim ki... O yıllarda başımızda kavak yelleri esiyordu, mutfağa girip de kim marmelat pişirecekti? 

Aslında bugünü haftalardır elimde sürünüp duran “Sodom ve Gomorra”ya ayırmıştım ama toprağı bol olsun, Marcel Proust’a ayıp olacak belki de, ilerleyemiyorum bir türlü. Okurken o kadar çok araştırma yapıp, yeni bilgi edinmem gerekiyor ki... Okuma keyfimi yitiriyorum, okuduklarım aklımdan siliniyor, yeniden başa dönüyorum... Sakın bana kızmayın, sadece şunu sorayım size, bir yerde şöyle diyor Proust:

“Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer dil yanlışıdır aslında; bizim lisanımız bir kaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü...” 

Bunu yazmasına neden olan şey ise hizmetçi kız Françoise’ınördürse” yerine “ördütse” kelimesini kullanması... Tabii hemen dipnot: 

Fransızca metinde Françoise’ın yanlışlıkla estoppeuse dediği, örücü anlamındaki stoppeuse, stopper fiilinden türemiştir ve bu fiilin de eski Fransızca’daki şekli, estoper’dir...

Yaa gördünüz değil mi sıkıntıyı? Hadi ben neyse, kitabı keyif için okuyorum da çevirmen Roza Hakmen neler yaşadı acaba çeviri sırasında? Sevgili İrem Kutluk’un da kulağını çınlatmasam olur mu hiç şimdi?

Neyse sıkıcı Pazar günü, erik toplama vesilesiyle birden çok renkli hale dönüştü, komşunun bahçesine sessizce süzüldüm, yerdeki erikleri toplayıp torbama doldurdum. Ne yalan söyleyeyim? Sanki her an birisi bağıracak, “N’apıyorsunuz orada? Siz kimsiniz? Bırakın o erikleri” diyecekti. Neyse ki demedi... Çıktım eve geldim, annemle geçirdiğim güzelim yılları düşünerek erikleri yıkadım, ayıkladım, rondodan bir çırpıda geçiriverdim. Tarif ise Nimet Ablamdan geldi:

-Tencereye püre haline getirdiğin erikleri koyarken, -bir bardak erik, ondan bir parmak eksik şeker- hesabına uy, karışım kısık ateşte kaynasın, kıvama gelince miktarına göre limon tuzu at, biraz da öyle pişsin, arada köpüklerini al, ooh marmelat oldu da bitti işte... Afiyet olsun.

Birazdan güzel bir çay demlerim, dondurucudan simitleri çıkarıp ısıtırım, yanında bir dilim beyaz peynir ve erik marmelatı... Bundan iyisi can sağlığı...

Biliyorum, canınız çekti değil mi? Haydi, “Covit Movit dinlemem”  diyorsanız, buyrun çay-simit-erik marmelatı keyfine...

Neden kimseden cevap gelmedi?

Uff amma sıkıcı gün... Yine çare, “Sodom ve Gomorra”da galiba... Nerede kalmıştım?


https://www.nytimes.com/2017/05/15/t-magazine/william-friedkin-marcel-proust.amp.html

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen





Cuma, Mart 27, 2020

Seni Uzaktan Sevmek

Kim ne derse desin, bu Corona salgını hepimizi öylesine ürküttü ki, korkudan öleceğiz vallahi, hem de öylesine  korkuyoruz, var mı ötesi?

-“Ecel geldi cihane, Corona virüsü  bahane”

Diyorsunuz, duydum, duydum, ama öyle değil işte...

Benim en büyük korkum ne biliyor musunuz? Son dakikalarımı, nefes alamadan, boğulur gibi geçirmek... Covit 19’a (*) maruz kalıp, günlerce sürünüp, sonunda kurtulanlardan duyduk. Oksijenin yetmediği, akciğerlerin sertleşip, temiz havaya adeta set  çektiği  bir kabusla, günlerce yüz yüze kalmışlar. Tam bir işkence.

Ha, bir de benden daha hassas durumdaki eşime geçer korkusunu yaşıyorum aslında, çünkü ameliyat  geçirdi ve henüz 1 ay oldu hastaneden kurtulalı.

Eh işte bu korkuyla yaşayan insan ne yapar?
Anlatayım...

Günlerdir dışarı çıkmıyoruz, esasen yiyecek konusunda tedbiri elden hiç bırakmazdık. Örneğin yazdan hazırladığımız yiyeceklerimiz vardı, dolmalık biberleri ipe dizip güneşte  kurutmuş, buzlukta enginar, barbunya, bezelye dondurmuştuk. Kışlık domates salçamız, turşularımız, tarhanamız çoktan hazırdı...
Dolayısıyla erzak alışverişi için dışarı çıkma ihtiyacımız fazla değil.
Gel gelelim et, süt, yumurta, tereyağ  ve taze kış sebzeleri için tabii ki alışveriş gerekiyor... Normalde  bunu biz de yapabilecekken Mehmet büyük bir özveriyle virüse mirüse göğüs gerip bu işi üstlendi, bize söz verdirip duruyor:

-Aman sakın dışarı çıkmayın, bana liste hazırlayıp gönderin ben alıp getireyim...

Çaresiz kabul ettik, listeler geçiliyor, sıra teslimata geliyor...

-Aaa kapı çalındı
-Kim olabilir yahu bu karantina sırasında?
-Mehmet mi acaba? Bizim için alışveriş yapacaktı bugün...

Kapıyı açıyoruz, evet o gelmiş.

-Hoşgeldin canım, girsene içeri
-Yok yok girmeyeyim ben, paketleri torbaları şuraya diziyorum, ben gidince siz alırsınız
-Ya, olur mu?  Gir içeri, yemek hazır, senin sevdiğin şeyleri pişirmiştim, bir iki lokma yersin
-Olmaz, ben dışarıda dolaştım, markete girip çıktım, virüs bulaştıysa size geçer
-E peki, tepsiye hazırlasam, sen diğer odada yemek yesen olmaz mı?
-Yok olmaz, haydi ben gidiyorum,  size afiyet olsun.

Of, ne tatsız şu yaşadıklarımız.  Oğlumuzla günlerdir birbirimizi görmemişiz, konuşacaklarımız birikmiş ama Corona endişesi aramıza giriyor, kapının eşiğinde  üç beş kelimelik sohbet  bile zor. Çoktan çekip gitmiş.

Televizyon açık, 65 yaş üstü yasağıyla (**) ilgili görüntüler var ekranda. Polis kovalıyor,  beyaz sakallı bir adam kaçıyor. “Ne saçma şey” diyorum, eşitlik ilkesine aykırı bir kere... Neymiş? Yaşı 65 den yukarı insanların sokağa çıkması yasakmış,  üstelik şu kadar da para cezası varmış, neden mi? Çünkü onlar virüs karşısında en savunmasız olanlarmış. Virüse maruz kalırlarsa ölebilirlermiş... Yani yaşlıları Coronadan yasakla, cezayla koruyacaklar. Eee,  peki gençler bu virüse şerbetli mi? Onlar da virüsü kapabilir ve yaşlı-genç herkese bulaştırabilir öyle değil mi? Aslında eskiden olsa yasal itiraz yoluna gidilir ve uygulama iptal ettirilirdi, nerde o bağımsız mahkemeler, hakimler? İki dudak arasından bir KHK çıkıyor, tamam... İşin en komik yanı da bizi yönetenlerin neredeyse tamamının 65 yaş üstü oluşu...  Bu kararlar onları bağlamıyor herhalde.



Peki biz bu salgına nasıl oldu da hazırlıksız yakalandık böyle? Sınırlar kevgir gibi bir kere, giren çıkan belli değil. Boşuna mı övündük 4 milyon mülteci besliyoruz diye? Örneğin Van’da çok fazla vaka varmış, çünkü salgında binlerce kayıp veren İran’dan o kadar çok gelen var ki...

Zaten iş Umre’ye giden binlerce kişiyle zıvanadan çıktı. Bir rivayete göre toplam 21 bin giden olmuş Umre için ve dönüşlerinde sadece son gelen bir kaç bini karantinaya alınabilmiş.

Tesadüfi yaşadığımız bir gerçekti de böylesine göz göre göre yapılan yanlışlar isyan ettiriyor insanı....

Kapı tekrar çalınıyor

-A, kim acaba?
-Mehmet olabilir bir şey unutmuştur belki,
-Kim o?
-Kargonuzu getirdim.

Kapı mecburi açılacak. Çok önce verilmiş siparişle Bodrum’dan gelen mandalinalar...

-Biraz ağır bu paket, siz kaldıramazsınız belki, içeri bırakayım mi?
-Yok yok aman orada kalsın
-İmzanızı atar mısınız? Aldım demeniz için
-Aman evladım, sen atıver bir imza...

Kargoyu getiren genç yüzümüze şöyle alaycı bir bakış atıp gidiyor... Acaba Corona endişemiz ona komik mi geliyor?

Oysa ben hiç gülmüyorum, dilimde Yaşar Güvenir’in şarkısı var:

-Seni uzaktan sevmek...

https://youtu.be/ds3g0l94lqA

Niye öyle yazılmış ki bu şarkı? O zamanlar Corona mı vardı sanki... Madem seviyordu, sıkı sıkı sarılsaydı sevdiğine, kucaklasaydı, hatta öpücüklere boğmalıydı onu... Uzaktan sevmek mi olurmuş?

(*) https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51238220
(**) https://m.sabah.com.tr/gundem/2020/03/21/icislerinden-65-yas-ve-ustu-kisiler-icin-flas-karar/

Perşembe, Mart 19, 2020

Corona günlüğü

Sevgili günlük,

Corona olayı hepimizi  günlerdir hapsetti. “Bu durumda evin en çok ziyaret edilen yeri neresi?” diye soracak olursan, “mutfak ve buzdolabı” desem ne dersin?

Sabahtan  ellerimi güzelce sabunladım, sonra geçtim mutfağa... “Acaba ne pişirsem?” diye düşünürken sebzelikteki kabak ve patlıcanlar gözüme takıldı. “Mevsimi değil” dediğini duydum da, arada bir lezzet değişikliği de lazım değil mi?

Üstelik artık eve mahkum olduğumuz için, sebzeleri kızartmak yerine  fırında pişirsem hafif olur değil mi? Patlıcanları ince ince dilimleyip tuzlu suda bıraktım sonra biraz haşlayıp  mısır ununa buladım... Kabaklara gelince, dış kabuklarını hafifçe kazıyıp yuvarlak dilimledim, unlayıp bütün bu malzemeyi fırın tepsisine dizdim, hafifçe zeytinyağı sürdüm ve fırına verdim. Nar gibi kızardılar.

Dünden kalanları da ısıtıp,  sofra kurduk, öğlen yemeğimizi afiyetle yedik....

Sonra kanepeye  geçtim, elimde kitabım (*), Selim İleri’yi çok severim bilirsin, Corona gelişmelerini atlamamak için televizyonu da açıp, sesini kıstım, arada bir kitaptan kafamı kaldırıp ekrana göz atıyorum, önceleri çok keyifliydim ama sonra baktım ki aynı sayfayı defalarca baştan sona yeniden geçiyorum ama okuduklarım aklımdan silinip gidiyor.

Neden mi? Neden olacak, televizyonda ikide birde “son dakika” uyarıları geçiyor:

-İtalya ölü sayısında Çin’i geride bıraktı.
-İran’da ölü sayısı tırmanıyor

-Hay aksi, peki bizim durumumuz ne olacak?

Diye endişelenmeye başladım, çünkü ertesi gün mutlaka yaptırmamız gereken bir kan tahlili var. Hastaneye nası gideceğiz? Ya virüs kaparsak?

Kalktım mutfağa geçtim, aaa dün yaptığım cevizli çörekler cam kavanozda bana göz kırpıyor,:

-Bir tane alsam ne olur sanki?  Hiç bir şey olmaz, öğlen fırınlanmış sebze yedik, sıfır kalori, ye gitsin, aaa aman bu ne lezzetmiş yahu, dur bir tane daha alayım, çayla iyi gider. Nimet Ablam sağolsun, onun tarifi...

Hmmm  kitabı yeniden alıyorum elime, sözde 15 sayfa okumuşum ama aklımda kalan hiçbir şey yok, dön başa...

-CNN de New York belediye başkanı konuşuyor, ne diyor acaba? Of, 30 bin akciğer makinesi gerekiyormuş. Acaba bizde durum nasıl?

Dur yahu,  bizim memlekette durum belki o kadar kötüye gitmeyecek, bozma moralini... O zaman bir parça çikolata mı alsam? Hem, moralimi düzelir hem de mesajlarımı gözden geçiririm.


Yahu şu Beyoğlu çikolatasını nasıl da yaygınlaştırdılar böyle? Eskiden sadece  Beyoğlu’ndaki büfelere has bir şeydi, maaşallah şimdi bütün marketlerde var. Amaaan “üzümü ye bağını sorma” demişler, hele içindeki bütün fındıklar nasıl da lezzet vermiş.

Kitap yeniden elimde ama  cep telefonumun ekranında sürekli ışıklar yanıp sönüyor, bakmasam olmaz...

Şimdilerde gazetelerde haber maber yok, hepsi “sahibinin sesi” vaziyetinde, onun için en iyisi sosyal medyadan bilgilenmek...

-Aytaç Yalman’ın (**)  ölümü Corona’danmış... Hmmm, neden gizlice, törensiz gömüldüğü anlaşıldı komutanın. Duyulsun istemediler. Daha bizden neler saklanıyor kim bilir.
-Bir video, doktorların bilgilenme toplantısında çekilmiş, Corona durumu meğer açıklanandan daha kötüymüş. İşi özellikle Umre’ye gidip dönen binlerce insan bozmuş. Hastaneler kapasitesinin çok üstünde hasta kabul etmek durumunda kalmış.
-Twitter’a bak, işte vaziyet... Videoda açıklama yaptığı görülen doktor ve videoyu gizli çekip yayan doktorlar gözaltına alınmış.

Bu arada yanımda duran çikolata paketine uzanıp durmuşum. Yok canım “muşum”la kurtulamam, itiraf edeyim, bilerek atıştırdım o fındıklı çikolataları. Amaaaan suçluluk duymanın alemi yok, nasılsa öğlen hafif yemiştik.

Tekrar kitap, tekrar telefon, arada TV’lere gözatmak derken kitabı kaldırıp bir kenara koyuyorum, aklıma durumun ciddiyetiyle ilgili açıklama yapan doktor takılıyor, müracaat yine Twitter’a, o da ne? Doktorun görev yaptığı üniversite açıklama yapmış, üstelik doktorun özür, pişmanlık ifadeleriyle dolu bir mektubunu da yayınlamış (***). Bu arada doktorun ismi de ifşa edilmiş. Of ya, böyle bilim yuvası olur mu?

Canım çok sıkıldı, peki ne yapmalı? Hava kararıyor,  kar serpiştiriyor, bir kadeh bir şey mi içmeli? Yanında biraz kuruyemiş de iyi olurdu. “Kaç kalori mi bunlar?”  Biliyorum biliyorum ama öğlen hafif yemiştik, bir şey olmaz.

-Saat kaç? Amanin,  akşam olmuş... Eee, akşam yemeği için ne düşünsek? Buzluğu bir kolaçan edeyim:

-Nasılsa öğlen hafif yemiştik, akşama mantı mı haşlasam?

(*) Bir Gölge Gibi Silineceksin. Selim İleri. Everest Yayınları.
(**) https://youtu.be/jX119V0DcHo
(***) https://twitter.com/ankarauni/status/1240382627577823235?s=21

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...