Bu Blogda Ara

Gaybi Yatır Apartmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gaybi Yatır Apartmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Ağustos 26, 2021

HAZİNE BULDUM!


İsmet Köker’in yeni  kitabı elime geçtiğinde “hazine bulmuş” gibi oldum, hatta daha ötesinde duygular yaşadım. Kitabın adı “Hazine,” Andres Yayınlarından bir kaç ay önce çıkmış, İsmet Köker bana ve eşime imzalı olarak göndermiş.

“Bismillahirahmanirahim…” sözüyle başlattığı ilk sayfada, İsmet Köker bu kitabı yazmayı 11yıldır kafasında kurguladığını ve geçen yılın Mayıs ayında, kendisi 95 yaşında iken ortaya çıkardığını anlatıyor, ve “Allah bana, bir kula verebileceği bütün nimetleri verdi diye düşünüyorum ve buna şükrediyorum” diyor.


Yalnız İsmet Köker’in okurlarından bir isteği var:


-Bu kitabı okumadan önce bir ricam olacak. Lütfen okumaya başlar başlamaz, kendi dillerinde bir adet Tevrat, bir adet İncil ve bir adet Kur’an-ı Kerim edinsinler…


Tam koltuğuma yerleşmiş ve “Hazine”yi elime almışken bu cümleleri okuyunca kitabımı “şimdilik” başucuma koymaya ve Tevrat ile İncil’i edindikten sonra okumaya karar verdim. Kur’an-ı Kerim ise tam da İsmet Köker’in dediği gibi, yani Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinden zaten kitaplığımızda var. “Hazine”yi, tekrar ele alıp okuyacağım ve hatta hem sizlerle hem de İsmet Köker ile aklımdakileri paylaşacağım. 


Yalnız, kitabın ilk sayfalarında yaralan şu alıntıyı şimdi aktarmasam olmaz:


“…Üçüncü kitabı (Tevrat ve İncil’in ardından Kur’an) da okumayı bitirdikten sonra siz de kemale ermiş olursunuz. Böylece dünyayı ve bütün kainatı yaratanın ulu tanrı olduğuna ve gerçek varlığın yaratan olduğuna inanacaksınız. Bu inanç sizi huzurlu ve rahat yaşatacak.Ne zaman olursa olsun, Allah’a inanancaksınız, çünkü dünyadaki tek gerçek Allah’tır. Her şey gelir geçer. O bizim aklımızın alamadığı ezelden gene aklımızın varamadığı  ebede kadar her yerdedir, her şeydedir ve bütün kainatı yarattığı gibi yaşamına devam etmektedir…

…Sizin yapacağınız tek şey Allah’a inanmak ve ona sadece şükretmektir. Allah’a güveneceksiniz. O ne yaparsa iyisini yapar, o ne ederse iyisini eder. Kendinizi Allah’a teslim ettikten sonra çok huzurlu, çok rahat, çok iyi bir hayat yaşayacaksınız…

…Bugüne gelmiş bir insan olarak izafi yaşınız yüzlerce yılı geçecektir. Benim yaşım 95, ama ben yüzlerce yıl yaşamış kadar kendimi Allah’a şükrederek getirmiş bulunuyorum. Darısı bütün insanların başına…”



Şimdi sizi biraz geriye götürmek istiyorum, İsmet Köker kimdi?


O Ankara Hukuk Fakültesinin en başarılı mezunlarından biriydi. Aslında sanırım “armut, ağacının diline düşermiş” sözünü de kanıtlayan bir isimdi, çünkü 42 yıllık hakimlik yaşamını belki de babası eski Yargıtay Başkanı Bedri Köker’in (**)  dillere destan mesleki deneyiminden etkilenerek seçmişti.


Ama benim için İsmet Köker, çocukluk yıllarımın en mutlu zamanlarının geçtiği Gaybi Yatır Apartımanı”ndaki sevgili komşumuz, “Hakim Amca” idi. Oğlu Mehmet Köker benim oyun arkadaşlarımdandı, kızı Fulya Köker ise henüz okuma yazmayı bilmediğim yıllarda okuldan dönüşünü özenerek izlediğim, kızıl saçlarına hayran olduğum ve yaşamımdaki ilk İngilizce sözcüğü, bana ezberleten Fulya idi, “Nursun bak elimdeki çiçeğe, buna İngilizcede flower deniyor, hadi tekrarla” demişti.


O yıllarda Hanımeli Sokak’taki huzurlu yaşamımız 1960 Darbesi (***) ile kesintiye uğradı. Küçük bir çocuk olarak yaşananları anlamaktan uzak olsam da halam Şadiye Alev’in holde bir şiltenin altında sakladığı gazete kupürü hala hafızamdadır. Aylarca süren Yassıada Yargılamalarının (*****) ardından Başbakan Adnan Menderes (****)  ve iki bakanının asılarak infaz edildiklerini gösteren fotoğraflar gazetenin ilk sayfasını boydan boya kaplıyor, ben gizlice bu kupüre baktığımda tüylerim diken oluyordu.


Tam o günlerde, sokakta oyun oynadığımız sırada, biraz sertçe iterek Mehmet’i alçak bir duvardan aşağı yuvarladım, o ağlarken beni aldı mı bir korku?


-Ben ne yaptım? Hakim Amca buna benim sebep olduğumu öğrenirse ne ceza verir? Asmazlar mı şimdi beni?


Hemen koşup bodrum katta, karanlık bir köşeye saklandım, yukarıdan gelen sesleri dinleyip, beni asmaya götürecekleri anı beklerken, dakikalarca korku içinde ter döktüğüm bugün gibi aklımda. Sonunda sesler kesildi, ben de eve dönmeye cesaret ettim. Sofraya oturduğumuz sırada, kapı çalındı ve aynı apartmanda oturduğumuz sevgili arkadaşım Ayşegül Köker (Mehmet’in kuzeni)  seslendi:


-Nursun, İsmet Amca seni çağırıyor, çabuk gel…


İşte infaz anı gelmişti, kaşığımı  kenara bırakıp, boğazımda kocaman bir yumruk, gözümde yaşlarla çaresiz Ayşegül’ü takip ettim, İsmet Amca bizi görüp, yüzümün de bembeyaz kesildiğini fark edince durumu anladı:


-Nursun, bak güzel kızım, sen Mehmet’i isteyerek düşürmedin mutlaka  ama bunun ne kadar tehlikeli olduğunu fark ettin mi? Ya düştüğünde bir yeri kırılsaydı? Hatta ölebilirdi de. Bir daha sakın böyle tehlikeli oyunlar oynamayın olur mu? Haydi bakalım, şimdi evlerinize…


İsmet Amca bu öğüt sonrasında bir de başımı şefkatle okşamaz mı?


İdamdan son anda!  kurtulan mahkum gibi, derince  bir “oh” çekip, omuzlarımdan  tonlarca yük kalkmış da rahatlamışcasına sevinçle koşarak evimize döndüm… 


İşte yaşamımda hakim karşısına ilk çıkışım bu oldu…


(*) https://www.kitantik.com/product/EMEKLI-HAKIMDEN-ANILAR-VE-DUSUNCELER_0z8kgltjyzt77ns11ny


(**) https://www.yargitay.gov.tr/documents/acilisKonusma/1953-1954.pdf


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/27_May%C4%B1s_Darbesi


(****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes

(*****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Yass%C4%B1ada_Yarg%C4%B1lamalar%C4%B1

Pazar, Haziran 14, 2020

Eski sofralar





Fıstıkla soğanı  tavada kavururken Ayşegül görüntülü! aradı:

-Kolay gelsin, belinde önlük ne yapıyorsun?
-Zeytinyağlı biber dolmasının içini hazırlıyorum, sen tarçın koyar mıydın?
-Tabii, bir de yenibahar mutlaka koyarım, zeytinyağlının yakışığıdır...

Çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz Ankara’da, Hanımeli Sokakta geçti. Bizim yetiştiğimiz  yıllarda aileler ve yaşam tarzları birbirine çok benziyordu. Şehir çocuğuyduk ama, akasya ağaçlarıyla bezeli sokaklarda, ikişer üçer katlı evlerin bahçelerinde oyunlar oynardık, çağla toplardık.

O zamanki Gaybi Yatır Apartmanının kiracıları  genellikle  orta sınıfın benzer gelir düzeyindeki aileleriydi. Komşularımız, tayinle Ankara’ya gelmiş memurlar, bir öğretmen, bir yedeksubay, bir hakim, bir eczacı kalfası, bir terzi ve mesleklerini şimdi hatırlayamadığım bir kaç aileydi.

O yıllarda çalışan kadın çok azdı, annem Emine Masume Alev istisnalardan biriydi... Büyük Doğumevi’nin vardiyalarını asla aksatmayan çalışkan ebe hemşirelerinden biriydi sevgili annem... Babam Servet Alev ise Ulus’ta, Ziraat Bankasının tarihi binasında çalışırdı. El yazısı ne kadar güzeldi, hele o sabit kalemi tutan ince uzun parmakları... 

-Sabit kalem nedir?

Diye soruyorsanız, ben de pek bilmiyorum kökenini, gerekçesini. Ama nedense o yıllarda devlet dairelerinde çok kullanılırdı ve onunla yazılan yazının silgiyle silinmesi imkansızdı, adı bu yüzden mi öyleydi acaba? Şimdi de bulunuyor mu piyasada? Bilmem...

Ailemiz, ağabeyim ve çocukluğundan bu yana bizimle yaşayan halam Şadiye ile birlikte 5 fertten oluşuyordu, 7 numaralı dairenin kiracısıydık. Gaybi Yatır Apartmanının bütün sakinleri kirada oturdukları evleri tutarken hep, “hava parası” ödemişlerdi. Ankara’da o yıllarda konut sıkıntısı yaşandığı, hava parası denen uygulamanın ev sahiplerini bu yüzden zengin ettiği konuşulur dururdu.

Yan tarafımızdaki yeşil evin sahibi Soğandan Hanım, (biz ona öyle derdik ama büyük olasılıkla ismi Sühendan olmalıydı...) sokağımızın tek tük otomobil sahiplerinden biriydi... Diğer otomobil daha önce çok sözünü ettiğim billuriyeci Ali Boyluoğlu’na (*) ait olan siyah Buick’ti.. Sonradan apartmanımızın giriş katında bir daire tutup orayı plastik imalathanesine çeviren komşumuzun  da bir külüstürü vardı. Kapısı hep açık dururdu. Biz çocuklar  Dalya, ya da Yakantop oynamaktan sıkıldığımızda, “herkese açık” arabaya biner, dolmuşçuluk şoförcülük filan oynardık.  

O yılların özelliği, tüm öğünlerin hep evde yenilmesiydi. Babam öğlen yemeklerine mutlaka yürüyerek eve gelir, gazetesine göz gezdirir, bizlerle sofra faslı bitince yine  yürüyerek mesaisine dönerdi. 


Necatibey Caddesindeki “Gaziantep Suburcusu (ne demekti acaba?) ve Baklavacısından sadece ay başlarında lahmacun filan alınırdı. İzmir caddesinde bir de Karadeniz Lokantası vardı. Orası içkili lokantaydı ve nedense bizden rağbet eden olmazdı. Evlerde içki içilirdi elbette ama genellikle evde hazırlanan mezeler eşliğinde olurdu bu... Örneğin Tekel Birası bizim evde en çok bulunan içkiydi, bayramlardaki likörleri saymıyorum... Misafir geleceği zaman alınan Kulüp Rakısını da...

-Misafir nasıl ağırlanırdı?

Misafir sofrasının olmazsa olmaz başlangıcı kışın çorba, yazın kızartma olurdu. Çorba evlerde her zaman yapılan bir çorba olsa bile misafir geleceği zaman örneğin yayla çorbasına mutlaka minik minik köfteler kızartılıp eklenirdi. Kızartmalar ise patlıcan, sivri biber, kabak, patates karışımı ile hazırlanır, bir kenarda misafirin isteğine göre ilave edilecek  sarımsaklı yoğurt ile domates sosu süslü küçük servis tabaklarında hazır tutulurdu.
Gelelim ana yemeğe... Nedense o yılların en değer verilen ikramı, bütün olarak haşlanıp, yanında tereyağlı, tane tane dökülen pirinç pilavıyla ikram edilen tavuktu... 

-Tavuk mu azdı kent ortamında, neden bu kadar kıymetliydi acaba?

Salata kış ise siyah-kırmızı turp, havuç rendesi ile süslenmiş, bol zeytinyağı limon gezdirilmiş bir yeşillik olabilirdi mesela... Yaz ise soğanların ince ince doğranıp tuzla ovulup yıkanarak eklendiği, kıpkırmızı buram buram kokulu domatesle, yeşil biber ve salatalık doğranmış çoban salata olabilirdi.

Evlerde Komili’ninrafine zeytinyağı” bulundurulur, Vita yağı da eksik edilmezdi... Vita yağı sanıyorum bugünkü margarinlerin ilkel bir çeşidiydi... Kırsal bağlantısı olanlara tereyağ oralardan gelir, bizler ise bakkaldan alırdık... Alemdağ Tereyağının kahvaltılık olanı  ince dikdörtgen paketinde sokağımızdaki Erzincan Bakkaliyesinden,  yemeklik, yarım kiloluk az tuzlu olanı ise Ulus Halinden satın alınırdı.

Evdeki yemek ziyafetinin kapanışı, özenle, incecik sarılmış zeytinyağlı yaprak dolması ile olur, üstüne de kaymak veya ceviz katkısı ile kalburabastı  ya da revani ikram edilirdi. 

Bizim evimizde Cumartesi günlerinin şaşmaz, rutin bir menüsü vardı... Sevgili halam Şadiye, bir Cumartesi su böreği, ertesi Cumartesi mantı açardı... Bunu bilen yakın dostlarımız bir bakarsınız habersizce kapıyı  çalar, soframıza neşeyle konuk edilirdi.

Misafir ağırlanırken yemekte ve sonrasında çay, kahve eşliğindeki sohbet uzar giderdi. Televizyon zaten yoktu, radyo bile eğer evdeki gençler isterse nadiren açılır, efektlerini Ertuğrul İmer’in yaptığı “Mikrofonda Tiyatro”  dinlenirdi...

Misafirler kalkarken klasik vedalaşma şöyle olurdu:

-Bakın mutlaka biz de bekliyoruz tamam mı? Arayı sakın soğutmayın... Haydi Allahaısmarladık...
-Güle güle yine gelin, bunu saymıyoruz.


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...