Öğleden sonra hava soğuk olsa da güneş pırıl pırıldı, yokuşu tırmanırken Fevzi Beye rastladım, bana cebinden pamuklu kumaştan mendilini çıkarıp gösterdi, güldük biraz, Füruzan’ın son kitabı, “Akim Sevgilim”i (*) konuşacağımız restorana girip köşede hazırlanan masamıza geçtik.
Erendiz Atasü geldi, hal hatır sorarken, yanımızdaki masaya bir grup “siyahi erkek” oturdu… Tuhaf bir İngilizceyle tarla-tapa, emlak işlerinden söz etmeye başladılar. Akşam üstü gelip, koca bir masa işgal ettikleri “içkili restoranda” 8-9 adamın sadece “tatlı” ile “ayran” istemeleri tuhafımıza gitti, yüksek sesle konuşmalarına da kızdık, garsona söyleyip, yer değiştirdik…
Yeni masamızda mutluyduk, peynir tabağıyla içkilerimizi ısmarlamıştık ki, yanımızdaki masaya bir grup genç kadın, anaokulu-ilkokul çağındaki çocukları ve eşleriyle gelip oturdu, tabii çocuklar bir kaç dakika sakin kalıp, hemen ayağa fırladılar, bağırış-çağırış içinde koşturuyorlar…
Oysa bir kaç metre ötede çocuklar için oyun salonu var, görüntüsü de tam kadınların oturduğu masaya yansıtılıyor ama çocuklar oralı değil, masalar arasında neşeli haykırışlarla koşturuyor…
Erendiz Hanımla Demet Hanım dayanamayıp seslendi:
-Çocukları biraz sustursanız…
Kadınlardan biri hemen ayağa fırlayıp saygısızca diklendi:
-Adı üstünde çocuk…
İyi de burası çocuk bahçesi mi?
Garsonlara rica ettik, “çocuklar oyun odasında oynasalar” Diyecek olduk, kadınlar ters ters bakmakla yetindi. Bir ara gürültü o kadar arttı ki, diğer masada oturan yabancı hanım kalktı gitti, biz birbirimizi duyamıyoruz…
Dayanamadım, ortalığı çınlatan bir ıslık çaldım… Sessizlik…
Bir genç adam çocukları alıp oyun salonuna götürdü de, biz sohbetimizi sürdürebildik…
Demet Hanım şıktı ama bir o kadar da suskun, Erendiz Hanım sordu:
-Demet sıkıntılı gibisin? Neden sessizsin?
Demet Hanım, “şu eve kapanıp kalmak var ya… Evet, bunun için çok sıkıntılıyım” dedi, bir yudum bile almadığı rakı bardağıyla oynuyordu.
Füruzan 90 yaşına gelmiş, hem de hiçbirimize duyurmadan…
Ben onu “Benim Sinemalarım”la sevmiştim, o yüzden hep o genç, sarışın kadın olarak kaldı aklımda, oysa Erendiz Hanım “Akim Sevgilim”deki sessiz diyaloglardaki hatayı anımsatınca üzerinde konuştuk:
-Füruzan’ı sık kullanmadığı bilinç akışı tekniği tuzağa mı düşürmüştü?
-Öyküdeki kişiler bir ara o yüzden mi karışmıştı?
-Editör bu konuda Füruzan’a uyarı yapamaz mıydı?
-Acaba yazarlar bu türden hatalara yol vermemek için günün birinde “yazmasam mı artık?” Deyip köşeye çekilebilir miydi?
Fevzi Bey “iç konuşmalar bir yana, Füruzan neden erotizme özenmiş?” Deyince, hangi paragrafları kastetti diye düşündüm:
“…Eniştem ve hepimizin babası Fatin Beyefendi -tut bakalım, yala bakalım- dediğinde,-Ah mecburum- diye inlediğinizi duymayacağım…
…Sonra Teyzeciğim sen eniştem uyuyunca, emaye tasa kusuyorsun…
...Peki teyzeciğim, Küçük Teyzem Keriman, Bahçıvan Akim’le kış bahçesinde birbirlerine sarılıp nasıl öyle güzel oluyorlardı? Küçük Teyzem hiç kusmuyordu…
…Günler ne uzun. Sevdiğim biriciğim Akim gideli senesi oldu, şimdi şuradan uçup ecnebi göklerine karıştığı yer nasıldır bilir miyim? Çocuğumuz olan dutu kestiriyorsun. Benim kanamalarım başladı ablacığım. Ciğerlerimden kanıyorum, hem de her ay başı değil. Bana göre olan erkeği sen mi seçecektin? Grande Salle’de piyano çalma saatlerinde hep erkeklerle kadınları düşünürdüm. Onların bacak aralarında benimki gibi her gece sessizlikte uzanıp duran, çoğalan kıllarıyla cinsel şeyleri varsa peki nasıl ciddi olabiliyorlardı öyle?…
…Akim beni sevişmekten utandırmadan sevmeye alıştırdı…”
Oysa görüşler farklıydı, ben de Küçük Teyze’nin Bahçıvan Akim’e olan aşkını “şiir gibi” anlattığını düşünmüştüm şu isyanıyla:
“…Ben Üsküdar’daki Nasuhi Tekkesine gideceğim. Bir Çile Odası isteyeceğim onlardan…Ya bunca sevdayı içime doldurmasaydı Allah ya bunca zayıflığı! İçimde közler yanıyor, çilem bittiğinde bir kumru olup şadırvanlara doğru uçacağım, Akim ile Allah sevgisi karışacak…”
O kadar hoştu ki akşamımız, masadaki herkesin gözleri pırıltılı, bakışları sevecendi.
Garsonlar içkilerimizi tazelerken, sohbetimize dikkat kesiliyordu, dudaklardan dökülenler öylesine değerliydi ki…
Okuduğumuz kitaplar bizi nasıl böyle birbirimize bağlamıştı? Böyle bir sohbet diyelim ki, dünyanın en şatafatlı masasında (Demet hanımınkinden bile!) duyulmuş görülmüş müydü?
Keşke Biray’a sarılsaydım… Keşke, ama saçma bulurdu belki, gözlerine baktım da kadehi gibi buğuluydu, acılar yaşanırken ateş düştüğü yeri yakıyordu, belliydi.
Ünal Bey alçak sesle konuşuyordu, duyamadım, tekrar sormaya çekindim, “Trust the Tale, Not the Teller” kimin sözüydü?
-Bir ara nereden aklımıza geldi Cemal Mıhçıoğlu?
Yıllar olmadı mı hoca dünyamızdan göçeli? Sınavlarda bizi “yoksa geçirmem” diye kullanmaya zorladığı sözcükler, “uzgöreç-televizyon, uzsesleç-telefon” bunca yıldır tutmadı ki…
Ama Barış’ın Cemal Hoca’dan İcra-İflas Hukuku ile ilgili aktardığı yeni sözcüklere çok güldük ve beğendik… Hakkını teslim etmek gerekirdi hocanın, iflas için “Topatım” icra için “Yürütüm” sözcükleri cuk oturmamış mı sizce de?
Hoca yaşasaydı Yılmaz Özdil’in kitap kapağı yaptığı “Gaslight” sözcüğü için acaba ne derdi?” Diye düşündük ama bir karşılık bulamadık.
Saatler yine su gibi aktı, vedalaştık…
Biray’a yine sarılmak istedim, çekindim yapamadım, yalnız gidecekti onca yolu…Hava buz gibiydi.
(*) Akim Sevgilim-Füruzan- Yapı Kredi Yayınları