Bu Blogda Ara

Erendiz Atasü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erendiz Atasü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Aralık 03, 2023

Biraz terbiye lütfen…



Öğleden sonra hava soğuk olsa da  güneş pırıl pırıldı, yokuşu tırmanırken Fevzi Beye rastladım, bana cebinden pamuklu kumaştan mendilini çıkarıp gösterdi, güldük biraz, Füruzan’ın son kitabı, “Akim Sevgilim”i (*) konuşacağımız restorana girip köşede hazırlanan masamıza geçtik. 


Erendiz Atasü geldi, hal hatır sorarken, yanımızdaki masaya bir grup “siyahi erkek” oturdu… Tuhaf bir İngilizceyle tarla-tapa, emlak işlerinden söz etmeye başladılar. Akşam üstü gelip, koca bir masa işgal ettikleri “içkili restoranda” 8-9 adamın sadece “tatlı” ile “ayran” istemeleri tuhafımıza gitti, yüksek sesle konuşmalarına da kızdık, garsona söyleyip, yer değiştirdik…



Yeni masamızda mutluyduk, peynir tabağıyla içkilerimizi ısmarlamıştık ki, yanımızdaki masaya bir grup genç kadın, anaokulu-ilkokul çağındaki çocukları ve eşleriyle gelip oturdu, tabii çocuklar bir kaç dakika sakin kalıp, hemen ayağa fırladılar, bağırış-çağırış içinde koşturuyorlar… 


Oysa bir kaç metre ötede çocuklar için oyun salonu var, görüntüsü de tam kadınların oturduğu masaya yansıtılıyor ama çocuklar oralı değil, masalar arasında neşeli haykırışlarla koşturuyor…


Erendiz Hanımla Demet Hanım dayanamayıp seslendi:


-Çocukları biraz sustursanız…


Kadınlardan biri hemen ayağa fırlayıp saygısızca diklendi:


-Adı üstünde çocuk…


İyi de burası çocuk bahçesi mi? 


Garsonlara rica ettik, “çocuklar oyun odasında oynasalar” Diyecek olduk, kadınlar ters ters bakmakla yetindi. Bir ara gürültü o kadar arttı ki, diğer masada oturan yabancı hanım kalktı gitti, biz birbirimizi duyamıyoruz… 


Dayanamadım, ortalığı çınlatan bir ıslık çaldım… Sessizlik… 


Bir genç adam çocukları alıp oyun salonuna götürdü de, biz sohbetimizi sürdürebildik…



Demet Hanım şıktı ama bir o kadar da suskun, Erendiz Hanım sordu:


-Demet sıkıntılı gibisin? Neden sessizsin?


Demet Hanım, “şu eve kapanıp kalmak var ya… Evet, bunun için çok sıkıntılıyım” dedi, bir yudum bile almadığı rakı bardağıyla oynuyordu.


Füruzan 90 yaşına gelmiş, hem de hiçbirimize duyurmadan… 


Ben onu “Benim Sinemalarım”la sevmiştim, o yüzden hep o genç, sarışın kadın olarak kaldı aklımda, oysa Erendiz Hanım “Akim Sevgilim”deki sessiz diyaloglardaki hatayı anımsatınca üzerinde konuştuk:


-Füruzan’ı sık kullanmadığı bilinç akışı tekniği tuzağa mı düşürmüştü? 

-Öyküdeki kişiler bir ara o yüzden mi karışmıştı? 

-Editör bu konuda Füruzan’a uyarı yapamaz mıydı?

-Acaba yazarlar  bu türden hatalara yol vermemek için  günün birinde “yazmasam mı artık?” Deyip köşeye çekilebilir miydi?


Fevzi Bey “iç konuşmalar bir yana, Füruzan neden erotizme özenmiş?” Deyince,  hangi paragrafları kastetti diye düşündüm:


“…Eniştem ve hepimizin babası Fatin Beyefendi -tut bakalım, yala bakalım- dediğinde,-Ah mecburum- diye inlediğinizi duymayacağım… 

…Sonra Teyzeciğim sen eniştem uyuyunca, emaye tasa kusuyorsun…

...Peki teyzeciğim, Küçük Teyzem Keriman, Bahçıvan Akim’le kış bahçesinde birbirlerine sarılıp nasıl öyle güzel oluyorlardı? Küçük Teyzem hiç kusmuyordu…

…Günler ne uzun. Sevdiğim biriciğim Akim gideli senesi oldu, şimdi şuradan uçup ecnebi göklerine karıştığı yer nasıldır bilir miyim? Çocuğumuz olan dutu kestiriyorsun. Benim kanamalarım başladı ablacığım. Ciğerlerimden kanıyorum, hem de her ay başı değil. Bana göre olan erkeği sen mi seçecektin? Grande Salle’de piyano çalma saatlerinde hep erkeklerle kadınları düşünürdüm. Onların bacak aralarında benimki gibi her gece sessizlikte uzanıp duran, çoğalan kıllarıyla cinsel şeyleri varsa peki nasıl ciddi olabiliyorlardı öyle?…

…Akim beni sevişmekten utandırmadan sevmeye alıştırdı…”


Oysa görüşler farklıydı, ben de  Küçük Teyze’nin Bahçıvan Akim’e olan aşkını “şiir gibi” anlattığını düşünmüştüm şu isyanıyla:


“…Ben Üsküdar’daki Nasuhi Tekkesine gideceğim. Bir Çile Odası isteyeceğim onlardan…Ya bunca sevdayı içime doldurmasaydı Allah ya bunca zayıflığı! İçimde közler yanıyor, çilem bittiğinde bir kumru olup şadırvanlara doğru uçacağım, Akim ile Allah sevgisi karışacak…”


O kadar hoştu ki akşamımız, masadaki herkesin gözleri pırıltılı, bakışları sevecendi.


Garsonlar içkilerimizi tazelerken, sohbetimize dikkat kesiliyordu, dudaklardan dökülenler öylesine değerliydi ki…


Okuduğumuz kitaplar bizi nasıl böyle birbirimize bağlamıştı? Böyle bir sohbet diyelim ki, dünyanın en şatafatlı masasında (Demet hanımınkinden bile!) duyulmuş görülmüş müydü?


Keşke Biray’a sarılsaydım… Keşke, ama saçma bulurdu belki, gözlerine baktım da kadehi gibi buğuluydu, acılar yaşanırken ateş düştüğü yeri yakıyordu, belliydi.


Ünal Bey alçak sesle konuşuyordu, duyamadım, tekrar sormaya çekindim, “Trust the Tale, Not the Teller” kimin sözüydü?


-Bir ara nereden aklımıza geldi Cemal Mıhçıoğlu


Yıllar olmadı mı hoca dünyamızdan göçeli? Sınavlarda bizi “yoksa geçirmem” diye  kullanmaya zorladığı sözcükler, “uzgöreç-televizyon, uzsesleç-telefon” bunca yıldır tutmadı ki…


Ama Barış’ın Cemal Hoca’dan İcra-İflas Hukuku ile ilgili aktardığı yeni sözcüklere çok güldük ve beğendik… Hakkını teslim etmek gerekirdi  hocanın, iflas için “Topatım” icra için “Yürütüm” sözcükleri cuk oturmamış mı sizce de?


Hoca yaşasaydı  Yılmaz Özdil’in kitap kapağı yaptığı “Gaslight” sözcüğü için acaba ne derdi?” Diye düşündük ama bir karşılık bulamadık.


Saatler yine su gibi aktı, vedalaştık… 


Biray’a yine sarılmak istedim, çekindim yapamadım, yalnız gidecekti onca yolu…Hava buz gibiydi.


(*) Akim Sevgilim-Füruzan- Yapı Kredi Yayınları


Pazartesi, Kasım 02, 2020

Naftalinin boğucu kokusu!




Anneme hayret ederdim, nedense naftalin kokusunu severdi. 


Oysa benim için naftalin demek, yünlü kumaştan paltoların, mantoların, elbiselerin, el örgüsü kazakların kısaca kışın giyilecek ne varsa tümünün sandıktan çıkarılıp, örtülerinden sıyrılıp, naftalinlerinin silkelenip, temizlenip, ütülendiği, gardroba asıldığı günler demekti.


O “kış seferberliği” sırasında ev günlerce naftalin kokardı.


Uyumaya çalışırken naftalin, ders çalışırken naftalin, yemek yerken naftalin... İmdaat diye bağırmak gelirdi içimden çünkü, o koku bende boğulma hissi yaratırdı


Bir keresinde okulla birlikte Ankara’nın Sıhhiye Semtindeki demiryolunun tam kıyısına kurulu Hava Gazı Fabrikasına gitmiştik. Göğe uzanan, tam bir hayaleti andıran simsiyah silindirin kapısından içine girdiğimizde gördüğüm devasa boşluktan nasıl da ürkmüştüm. Dev silindirin iç duvarlarını kocaman bir çember gibi çevreleyen bembeyaz naftalin kalıntılarını görüp, o heryeri saran berbat kokuyu duymak nasıl da  midemi bulandırmıştı. Naftalin, o gün anlatıldığına göre ve aklımda yanlış kalmadıysa hava gazı elde edilen sürecin yan maddesi olarak oluşuyordu.


Oooo, o günler çoktaaan geride kaldı. Artık Ankara’da mutfaklarda, banyo şofbenlerinde hava gazı kullanan yok, çünkü eskilerin deyimiyle o “lenduha” (*) gibi Hava Gazı Fabrikasının yerinde yeller esiyor. 


-Saklanacak kışlık giysiler mi? 

-A, onlar için ben çoktandır naftalin yerine sabun kalıpları yerleştiriyorum  dolaplara, çekmecelere.


Ama bu derdimi size niye açtım?

Ev buram buram naftalin kokuyor da ondan...


-Hani kullanmıyordun naftalin?


-Yok canım, naftalin filan yok ortada, o bir sanrı sadece...


Zaten gerçek olsa bu kadar sıkıntı duyamazdım...


Naftalin kokusu, açılıp kapanan kitap sayfalarından birer hayalet gibi yükselip, burnumu sızlatarak geçip beynime saplanıyor.




Bilmem kaçıncı keredir kitaplık temizliğindeyim... Kimileri çocuklukta okuyup defalarca kapatıp açtığım için aşınmış, sayfaları kopmuş, ciltleri zedelenmiş kitaplar. Altını karaladığım satırlarla gençliğimi, o yıllarda yaşama bakış açımı, beklentilerimi, hayallerimi anımsatan kitaplar. Mesleki kitaplar, babamdan, annemden kalan kitaplar... Klasörler dolusu belge, notlar, defterler. Hatta röportajlarımın ses kayıtları. Raflara “bel verdiren!” cilt cilt National Geographic’ler


Şu Adab-I Muaşeret  kitabına Ayşegül’le kahkahalarla gülmez miydik? 


Hele “Çarın Çizmelerine?”


Bir keresinde kitap, büroda masamın üstündeydi, Adnan Kahveci (**) beni ziyarete geldiğinde, ‘MihaiZoşçenko’nun hikayeleri beni çok güldürüyor’ demiştim de, ‘ben de biraz güleyim’ deyip alıp gitmişti hani. Ne yazık ki yaşamında pek fazla gülemedi, çok erken ayrıldı aramızdan.


Çocukluğumuzda ağabeyimle tekrar tekrar okuduğumuz babamızın Michel Zevaco ciltleri, Pardayanlar karşıdan bana bakıyor.  Ah o  okuduklarımın hepsi bugün gibi aklımda, hani Paris’i boydan boya Hardy Dö Pasavan’la birlikte at üstünde geçerdik, Tuillerie Bahçelerinin orada bir yerde atımız biraz soluklansın diye dururduk. Başka neler neler olurdu... Kraliçe İzabo gerçekten o kadar güzel miydi?


Oysa artık onların kapağını açan yok...




Demet Işık’ın Kitap Kulübünde okuduklarımız ise neredeyse bir raf dolusu... Ne kadar farklı bir dünyaydı o ihtişamlı günlerimiz. Rüya ülkesindeydik sanki. O gün sadece kitabımızla notlarımız mı vardı masada? O muhteşem sofrada neler yoktu ki. Demet Hanımla yardımcısı Ayşe Hanımın elinden çıkma birbirinden leziz tadımlıklar, salatalar, peynirler, hele o meyve tabağı... Demli çayla başlayıp, birazdan Hasan Faruk Levent’in ((****) sakiliğinde kadehlerimize konulacak kırmızı şarapla devam edecek koyu sohbet... Mustafa Şerif Onaran hangi toplantımızda  okumuştu Yalnızlık şiirini? (*****)  Erendiz Hanımın (Erendiz Atasü) (*****) yorumlarıyla daha mı ateşlenirdi tartışma? 


-Bırak şimdi anılarda gezinmeyi kitaplığa dön haydi!!!

-Ufff, ne sıkıcı, yalnızca kitaplarla kalsa iyi.


Benim ve ev halkının hobilerini dayandırdığı dergiler, çeşitli koleksiyonlar, hatta çocukluğumdan kalma bir pul koleksiyonu, dünyanın heryerinden toplanmış menüler... 


Özellikle de şu menülerin kapağını bile açmak istemem doğrusu... Düşünsene, kolalı beyaz keten örtüler serili masadasın, kadehindeki buz gibi Chablis’yi yudumlarken, yemeğini bekliyorsun. Nasıl ağzım sulanırdı kimbilir! 


-Hmmm ne için mesela? 

-Mesela nar gibi kızarmış ördek kanadı için... 


Yok canım, hayatımda hiç gitmiş değilim o ünlü restorana, La Tour d’Argent’a (******) Zaten gitmem de. Bir kere asla o kadar param olmaz, ayrıca ördekleri kanları akmasın diye bir kalemde kesmek yerine, ipte asarak!  boğduklarını duydum, çünkü öyle daha lezzetli oluyormuş zavallıların eti. 


-Ne vahşet!!!


Daha bitmedi.


-Sahi, yıllarca süren keyiflere dayanak olan o kanaviçeler, dantelleri düşün bir de... E, onların dayandığı şablonlar vahiyle mi gönderildi? Raflardaki onca dergi, hele hele şu 100 yıl öncesinin dantel örneklerini içeren ciltlerce katalog değil miydi seni “aferin budalası” yapıp, başka işlerden alı koyup, aylarca yıllarca odalara hapsedip, esir alan? 

-Evet doğru doğru, kendimi el işlerinden alamıyorum diyerek geçen ay bir psikoloğa bile gittim. 


Dur bir de şu dolapların kapaklarını açıp, önce alttakine bakmalı...


Aman allahım haykırmak geliyor içimden:


-Yardım ediiiiiiiin. Burası tam bir CD mezarlığı, yüzlercesi alt alta sıralanmış. Klasiklerden tut, canlı konser kayıtlarına uzanan çeşitleme. Evet evet, daha dün değil miydi CD çaların sesini sonuna kadar açıp dinlediğim hatta eşlik ettiğim şarkılar? Ne çabuk kabuk değiştiriyor bu teknoloji denen canavar? Yıllar öncesinin plaklarını ne yapmıştık sahi? Aaa, bir kısmı duruyor şu rafta, bak işte  45’likler, Longplayler.


Dolap kapaklarını hemen çarparak kapatıyorum, içlerindeki canavarı hapsetmek için...  Kimse duymasın ama onlardaki naftalin kokusu çok keskin, fotoğraflar var, yüzlerce binlerce fotoğraf, ve albümler.


-Elveda 


Hayır bunu diyemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. 



(*) https://kelimeler.gen.tr/lenduha-nedir-ne-demek-210570


(**)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Kahveci


(***) https://www.bilgiyayinevi.com.tr/hasan-faruk-levent-in-ilk-romani-bir-gecmis-dusu

(****) https://www-antoloji-com.cdn.ampproject.org/c/s/www.antoloji.com/m/amp/yalnizlik-1575-siiri/#

(*****) https://m.kitapyurdu.com/index.php?route=authors/authordetail&author_id=689

(******) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Pressed_duck

Çarşamba, Şubat 20, 2019

Yabancı Ülkeden Gelen Haber

Bir ay mı olmuştu Demet Hanımla o telefon konuşmasını yapalı:

-Gelecek misin toplantıya?
-Henüz kitabı alamadım, neydi değerlendirilecek olan kitap?
-Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi... Alberto Manguel...


Evet, o gün kitabın adını duymuştum ama sonra unuttum... Kitapçıya girince bilmece çözer gibi googıllamak gerekti. Hangi ülkeden selam gelmişti? Selam mıydı haber mi? Hay allah, yazarı Güney Amerikalıydı galiba... Bingo! Buldum...
Sonra günlük işler, seyahatler, ziyaretler derken ara ara kitabı ele almalar... Kitap ne kadar da sakin açılmıştı öyle! Kartpostal gibi uzanıp giden deniz, kum, kayalar filan... O küçük kızın sakin duruşu, Josie ile olan sevimli dostlukları, kumsalda koşuşturmaları... Ama küçük kızın annesi neden hiç konuşmuyordu ki?

Derken, gümmmm! Olayların perde arkası geri dönüşlerle sökün ediyor, faşizmin kol gezdiği o ülkelerde yaşananlar, kadının suskunluğuna yol açan olaylar, Kaptan’ın bunca yıl sonraki sessizliği, sanki “sükut ikrardan gelirmiş” sözü bir kez daha doğrulanırmışcasına...

-Ama çevirmen ona neden Kaptan demiş? Ben önceleri onun yüzbaşı olduğunu farkedemedim, uzun yol kaptanı sandım.
-Yok canım, Yeşim Seber’in olağanüstü çevirmenlik başarısını teslim etmek gerekir aslında... Of of of şu paragraflarca uzanıp giden cümleye ne demeli?
-Yazarın ne kadar ilginç saplantıları var, 57. Sayfadaki hemoroid operasyonu mesela... Ne gerek vardı bu kadar ince ince detayları anlatmasına? Aaaa, hatırlamıyor musun Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ında da doktorun kuşkonmaz yediği zaman idrarının nasıl koktuğunu gözümüze soktuğunu?
-Kitaptaki Cezayir ve Arjantin işkencelerini hiç aklından çıkaramıyorsun ama değil mi? E, bizde de alası oldu bunların, hala da var, hele 12 Eylül’de yaşananlar... Ondan öncekiler, ondan sonrakiler... Dışkı bile yedirmediler mi köylülere? Hangi babayiğit romanlaştıracak bu süreci bakalım? Herhalde Orhan Pamuk değil tabii... Ooo hatırlasana İlhan Erdost, kendisine yapılan işkenceleri paylaştığında kitabı elinden bir türlü bırakamamıştın hani. Ya Erendiz Atasü’nün Açık Oturumlar Çağı nasıldı? O ortamı aynen yaşatmıyor muydu?

Dur bakayım, yazılanları okurken, o ortamı hayalimde canlandırabilmek adına Brahms’ın Ein Deutches Requiem’ini de bir yandan çalayım, ha, bir de şu Albrecht Durer’in meşhur tablosu... Onu Louvre’un sayfasından bulup masaüstüne yerleştireyim. Hayret, Louvre’u kaç kez gezdim, hiç ilgimi çekmemişti o tablo, ama bizim Manguel BeyefendiKız”a sayfalar ayırmış...

Bir de şu cümlesi: “Fransa’da geçen yeni yetmelik yıllarında Etretat’ın çarpık çurpuk kayalıklarının altında okuduğu...
Ben mi abarttım acaba Etretat kayalıklarının muhteşem güzelliğini? Ama burada Manguel’e inancım çok sarsıldı. Çarpık çurpuk kayalıklarmış... Yoksa oraları görmeden mi yazdı bunu?
Kitap bitti, notlarım da tamam, sohbet sırasında isteyen olursa Requiem’i çalar, Dürer’in tablosunu da laptopla gösteririm, belki benim gibi merak edenler olmuştur, haydi toplantıya...

Aman aman aman o ne güzel, ne sıcak bir ev, nasıl samimi bir karşılama:

-Hoşgeldin Nursun.
-Merhaba Demet (*) Hanım.


Sonra kapı art arda çalınır, diğer kitapseverler sökün eder, Şelale, Erendiz, Akın ve ilk kez karşılaştığım diğer dostlar... Sofra ise ayrı bir şölen. Fırından şimdi çıkarılıp tabağa dizilmiş poğaçaların kokusu bütün odayı sarmış, Çıtır çıtır simitler bir kenarda, peynir tabağındaki çeşitlilik insanın başını döndürüyor... Ceviz ve kayısının birlikteliği muhteşem, derken kocaman bir tabakta trileçe masaya geliyor, yahu bu damak çatlatan lezzet kraliçe mi trileçe mi? Sıra şimdi tavşan kanı çaylarda... Sonrasında ise gelsin şaraplar...

Acaba ilk sözü kim alacak? Demet Hanımın zarif sunuşunun ardından sohbet açılıyor, Akın Atauz ne hoş anlatıyor:

-Yahu, ben ilk başta bu Alberto Manguel’den nefret ettim...
-Aaaa neden?
-Neden olacak adam bir de gelip Türkiye’yi gezmiş ve “Beş Şehir” diye de bir kitap yazmış, ben bunca yılın mimarı, şehir plancısı, asıl ben yazmalıydım o kitabı, hep hayalimdeydi...


Sohbet derinleşir, kitabın kurgusu, çevirisi, adı, olay örgüsü, yazarın deneyimleri enine boyuna masaya yatırılır. Sadece kitap mı? Ülkenin sürüklendiği karanlık, endişeler, herkese yayılan umutsuzluk konuşulur, saatler su gibi akıp geçer, kitabın bitişi ise herkesi aynı yorumda buluşturur:

-Adamın onbir yaşındaki kızıyla dertleşmesi, itiraflarda bulunup ondan onay beklemesi iyi hoş da, kızın babasını reddetmesinin ardından o saatte ıssız yolda tek başına bırakılması inandırıcı geliyor mu Allahaşkına? Yok canım... Bitiş aslında kitabın kusursuz olay örgüsünü biraz sarsmamış mı?
-Peki bir sonraki kitabımız hangisi?


Şelale öneriyor:

-Finzi-Contini’lerin Bahçesi olsun mu?

Eh, artık veda vaktidir... Peki ama yardımcısı da çıktı, tamam, biz biraz olsun yardım ettik ama, Demet Hanım bu masayı, evi toparlama işinin altından nasıl kalkacak? Ahh, işte o herkes için bir yürek yükü... Ama o değil mi bu kitap kulübünü kuran, cömert ve kucaklayıcı tavrıyla on yılı aşkın süredir sürdüren?
İyi ki varsınız sevgili Demet Hanım, umalım ki bu beraberlik uzun yıllar sürsün...

(*)Demet Işık, aralarında yazarlar, çevirmenler editörlerin de yer aldığı Ankara’daki kitap kulübünün kurucusu. 10 yılı aşkın süredir devam eden kulüpte bugüne değin yüzlerce kitap okundu, yazarlarla buluşulup söyleşiler yapıldı. Demet Işık bütün bu toplantılara kendi evinde ev sahipliği yaptı.

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...