Ege’nin öbür yakasındaki kente ismini veren tanrıça Athena’yı Atina’ya gelip de anmamak olur mu? Hani Athena, kentin tanrıçası olabilmek için Poseidon’la yarışmış da asasını vurduğu yerde dev bir zeytin ağacı çıkıvermiş… İyi ki de öyle olmuş, zeytin ağacı kadar zarif, güzel, üstelik de yüzyıllarca ayakta kalıp, o kadar lezzetli, yararlı meyve veren başka bir ağaç var mı?
Hele de Atina’nın Kalamata bölgesinin zeytinleri… Mor rengiyle göz alan, kokusu, rayihasıyla damakları mest eden zeytinler… Peki yüzyıllar önce düzenlenen o yarışı Denizler ve Deprem Tanrısı Poseidon kazansaydı ne olacaktı? Asasını vurduğu yerden fışkıran tuzlu su neye yarardı? İçilmezdi bile!
Sabahın erken saatlerinde ağzıma attığım zeytin tanesi beni Atina’nın yüzyıllar öncesine, geçmişine sürükledi. “Bu güzel kentin eski sakinleriyle keşke buluşabilseydim” dedim.
Platon’nun akademisine devam eden iki kadından biri ben olsaydım mesela, yaşlı filozof şunları söylerdi belki:
-Dünya döndükçe, her şey değişir. İnsan, anlam arayışında olan bir varlıktır. İnsanlar gerçeğe değil, gerçek gibi görünen şeylere inanır…
Ben de ona sorardım:
-Dünya döndü döndü döndü ve bugüne geldik, pek çok şey değişti ama hala yaşamda anlam arayışımız değişmedi, siz buralardan gidince, öteki tarafta Atina’yı yaratan tanrılarla, hatta onun babası Zeus’la bile buluştunuz, yaşamın anlamını çözebildiniz mi?
Sonra Aristotales’le kendi kurduğu lisenin yer aldığı ağaçlıklı yolda yürürken tartışırdık… Ona günümüzün demokrasilerinden örnekler verirdim:
-“Demokrasi, insanların sayı çoğunluğuna dayanarak dilediğini yapmalarından başka bir şey değildir. Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline hızla dönüşebilir.” demiştiniz, haklı çıktınız, aradan bunca yüzyıl geçti ve biz dünya halkları bir türlü daha iyi bir yönetim biçimi bulamadık. Siz dünya siyasetini oradan nasıl görüyorsunuz?
Belki de Platon ve Aristo’dan çok önce yaşayan Sokrates ile karşılaşırdık, tam da “tanrılara inanmadığı, yenilerini yarattığı” için ve “gençlerin ahlakını bozacağı” gerekçeleriyle yargılandığı dava sırasında… Onu, “bırak elindeki şu baldıran zehrini, ölümü değil yaşamayı seç, yoksa mahkemeler adaletsiz kararlar vermeye devam edecek” diye kendisine kestiği ölüm cezasından vazgeçirmeye, çabalardım.
——Mor salkımların gölgesinde —-
Geçmişin düşlerinden çabuk sıyrıldım, bahar aylarında, tam da mor salkımları açtığı günlerde Atina’da olmak gibisi var mıydı? Her yerde balkonları saran mor salkımlar belli belirsiz kokularıyla insanı mest ederken, sokaklarda dolaşmak büyük keyif değil miydi? Aceleyle giyindim, sokaklara attım kendimi:
-Buraya sadece bir kaç gün için geldiğimize göre, zamanı iyi kullanmalı. Akropol’ü önceki yıllarda defalarca görmüş, gezmiştik, yeni yapılan müzeyi çok anlattılar, o halde bir günümüzü oraya ayırsak mı?
Sempatik rehberimiz Fotini birazdan bizi gelip otelimizden alıyor, sağlı sollu turunç ağaçlarıyla çevrili sokaklarda ilerlerken sohbet ediyoruz:
-Atina’ya ilk gelişiniz mi?
-Önceki yıllarda çok kez gelmiştim, Türk siyasetçilerin resmi gezilerini izlerken, Başbakan Turgut Özal’ın peşinde ya da Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in gelişlerinde. Fakat tahmin edersiniz, onlar haber yetiştirme telaşı içinde oradan oraya koştuğumuz günlerdi, etrafı yeterince gezip inceleme fırsatımız pek olmazdı.
-A, demek gazetecisiniz, ben de o mesleği çok hayal etmiştim, okulunu da okudum ama bizi staj dönemimizde adeta parasız çalıştırmak istediler, ben de bir yıl sonra gazetecilikte kalıcı olma mücadelesini bıraktım, geçinmek ayakta kalmak için para kazanmak zorundaydım çünkü.
Fotini’nin anlattıkları bana hiç de yabancı gelmiyor. Genç gazeteciler için de Türkiye’de durum aynı. Rehberimizle biraz ilerideki duraktan bindiğimiz otobüs bizi, ünlü Akropol’e çıkan yamacın eteğindeki müzeye en yakın noktada bırakıyor, yokuşu tırmanırken konuşuyoruz:
-Müze, antik çağlarda -kutsal kaya- olarak bilinen yol üzerinde yapılmış, ama müzenin 25 dönümlük arkeolojik sit alanına yerleşmesi tartışmalara yol açmış, şu anda müzede toplam 14 bin 250 parça arkeolojik buluntu sergileniyormuş. Müzeyi İsviçreli mimar, Bernard Tschumi dizayn etmiş.
Müzenin giriş avlusunda ilerlerken, sağımızda solumuzda, yüzyıllar öncesinden bugüne ulaşan kalıntıları izliyoruz, her yanımız tarih… Fotini bize asırlık efsanelerden söz açıyor, kadim tanrılar arasındaki savaşları, aşkları anlatıyor. Mayıs sıcağında bile güneş altında ter içindeyiz, müzeden içeri girdiğimizde, serinlik hoşumuza gidiyor, ilk dikkatimizi çeken, üstünde yürüdüğümüz hollerin tabanının camdan yapılmış oluşu, aşağıdaki tarihi buluntuları net olarak görebiliyoruz.
Galerileri gezerken gördüklerimiz bizi hayranlıktan hayranlığa sürüklüyor… Heykellerin, rölyeflerin, objelerin hepsi birbirinden muhteşem.
-Bir mermer bloğunu, üç boyutlu olarak hayal edip, elinde sadece bir çivi ve çekiçle son şekline getirmek için o heykeltraşların birer dahi olması gerekmiyor mu?
Tek tek inceliyoruz müzedeki paha biçilmez parçaları…
——Akropolden sökülen parçalar——-
Galerileri tamamlayınca, müzenin terasına ulaşıyoruz. Akropolün eskiden tavanına yakın üst bölümlerini süsleyen rölyefler, hem doğa koşullarından etkilenip zarar görmemesi için, hem de yüksekte durduklarında aşağıdan yeterince izlenemesinin zorluğunu aşmak adına tek tek yerinden alınıp bu terasa monte edilmiş… Camdan yapılma terasta, sağda uzanan Akropolün o muhteşem manzarası eşliğinde ilerliyor, arada durup dinlenip rölyefleri tek tek dakikalarca inceleyebiliyorsunuz. İşte her biri onlarca asırlık güzelim heykellerle olmanın en güzel yolu, fakat kimi noktalarda boşluklar var, kimi rölyefler sanki yeni yapılmış gibi, Fotini anlatıyor:
-Bunlar yıllar önce Akropol’den sökülüp İngiltere’ye British Museum’a götürülen rölyeflerin replikaları. Defalarca resmi başvuru yapılmasına rağmen İngilizler bizim milli mirasımızı olan mermerleri bize geri vermemekte direniyor…
Bu durum, bizim de mağduru olduğumuz acı bir sorun. Dünyanın her yerindeki müzelerde, New-York Metropolitan’dan tutalım, British Museum’a, Berlin’e kadar o kadar çok bizden koparılıp götürülmüş tarihi eser var ki…
Saatlerdir yürümek ve o müthiş heykelleri izleyip resimlerini çekmekten yorulduk, müzenin Akropol’e bakan küçük lokantasında bir şeyler atıştırıp, biraz kendimize gelsek mi?
Ooo harika, masamızın karşısında yine Akropol.
Müzeden dönüş yolunda şans eseri Ege’nin sularında boğulmaktan kurtulup, buralara kadar ulaşabilen göçmenlerle karşılaşıyoruz, aralarında dilenen ya da ufak tefek elişlerini satmak isteyenler var, rehberimiz, kaldığımız otelin semtiyle ilgili uyarıyor:
-Akşam saatlerinde ıssız sokaklara fazla girip çıkmayın, güvenlik açısından sakıncalı olabilir.
Gerçekten de sokaklar gözümüze pek güvenli görünmüyor, zaten pek çok terkedilmiş binanın görünüşü hayal kırıklığı yaratıyor, sanki pek çoğuna yıllardır el atılmamış, sanki öylece çökmeye bırakılmışlar.
Gezip dolaşmaktan yorulup, otelimize dönüyoruz, bu akşam erken yatmalı…
—-Atina’yı Türkler mi kurtaracak?—-
Ertesi gün, kenti üstü açık turist otobüsüyle Atina’yı dolaşmaya çıkıyoruz, kulaklığımızdaki otomatik ses kaydı, içinden geçilen yerleri anlatıyor, ancak kayıttaki Türkçe o kadar bozuk ki, anlamak adeta imkansız, hele bir de, “bu sokaklar genelevleriyle meşhurdur” cümlesi yok mu? Herhalde diyorum, otobüslerde kullanılan ses kaydı yapay zeka ile çalakalem oluşturulmuş…
Atina’nın pek çok semtini otobüsün tepesinden izlemek, fotoğraf çekmek için ideal, Zindagma (Anayasa) Meydanını, Hadrianus Kapısını, ünlü Atina Maratonunun bitiş noktası Panathinaikos Stadyumunu geride bırakıyoruz. Yıllar önce bir zirveyi izlediğim Great Britain Otelini yeniden resimlemek için otobüsten iniyorum.
Sonraki adres, Bizim Beyoğlu’nu andıran Plaka, yolda yürürken pek çok Türkçe konuşma kulağımıza çalınıyor. Bu aralar, zengin Türkler, Atina’da ev satın alma modasına uymuş. Böylece iki taşla bir kuş vurmuş oluyorlar, böylece hem kendileri hem de anne babaları “altın vize” elde edip, Avrupa vizesi için kuyruklarda beklemekten kurtulmuş oluyormuş.
Önceki yıllara göre ben Atina’daki genel ekonomik durumu ve sosyal yaşamı epey gerilemiş buluyorum, “Burayı Türkler mi kurtaracak?” Diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
——-Asma yaprağında levrek——
Akşam yemeği için tam da Akropol’e bakan bir restoranda yer ayırttık, manzara çok güzel, yemekler nefis. Asma yaprağında ızgara edilen levrek ve favanın tadı damağımızda kalıyor. Strofi adlı restoranının girişindeki fotoğraflarda farkediyorum, burası “yüzyılın sesi” olarak opera tarihinin altın sayfalarında yer alan Maria Callas’ın da çok sevdiği bir yermiş…
-Acaba Callas, buraya kimlerle gelirdi, hangi masaya oturur? Uzo mu şarap mı tercih ederdi? diye merak ediyorum.
Arkamızdaki masaya kalabalık bir Türk grubu gelip yerleşiyor, art arda uzo kadehlerini kaldırıp, Türkçe şarkılar söylüyor, bir ara fonda çalan “Ya Mustafa” şarkısına eşlik ediyorlar. Dünya Ne küçük…
——Maria Callas Müzesi——
Kısacık Atina ziyaretinin benim için en heyecan verici noktalarından biri Maria Callas müzesi…Mitropoleos Sokak 44 numaradaki binada gördüklerimden büyüleniyorum. İşte Callas’ın 60 kilo vermeden önceki fotoğrafı, işte önce sesini beğenmeyip reddeden sonra kabul eden konservatuvardaki eğitim sürecine ilişkin resimleri. Onun ellerinin dokunduğu notalar, kendisine hediye edilen gümüş ayna, büyük aşkı Onassis’le çektirdiği resimler… Sahne kıyafetleri … Yarı aydınlık bir salondaki kanepe, rüzgarla dalgalanan perde ve onun sesinden duyulan bir arya…
Müzede geçirdiğim saatlerden büyük keyif alıyorum, Maria Callas’la yan yanaydım sanki, keşke sorabilseydim ona:
-Aşkın gözü sizin için de mi kördü? Amerika’nın first leydisi Jacqueline Kennedy için sizi terk eden Onassis uğruna onca yıl kendinizi kahretmenin, yaşama küsmenin alemi var mıydı? İşte üzüle üzüle sonunda sesinizi de kaybettiniz, asıl aşkınıza operaya, o muhteşem sesinize odaklansanız, olmaz mıydı?
Müzeden ayrılıyoruz, bu kez Callas’ın çocukluğunda, ilk gençliğinde yıllarca oturduğu evi görmek niyetindeyiz, hani konservatuvara ya da şan hocası Hidalgo’nun evine yürüyerek gittiği, gece gündüz bel canto tekniği ile şan çalıştığı eve…
-Aaa, o ne? Callas’ın oturduğu ev dökülüyor, yakında enkaza dönüşecek… Callas üzerinden bunca turist çekip, şarap şişeleri, parfümler, giysiler üzerine resmini yapıştırıp kazanç elde eden Yunanlılar evini tamir ettirme zahmetine bile girmemişler, ne acı.
——-Korint Kanalı——
Atina’da son iki günümüz…
Sabah erkenden kalkıyoruz, kara yoluyla 1.5 saat sonra ilk durağımıza, Korint Kanalına varıyoruz, dünyada insan eliyle yapılmış üç büyük kanaldan biri, Ege Denizi ile Adriyatik’i bağlayarak zaman kazandıran önemli bir mühendislik örneği.. Rüzgarlı günde, bir özel yatın 6.5 kilometre uzunluğundaki kanaldan yavaş yavaş geçişini izliyoruz. Yolumuz uzun, şimdi Ege kıyılarındaki ünlü sahil kasabası Napflion’a gideceğiz. Kasabaya ulaştığımızda önce tepeden bakan kaleden fotoğraflar çekiyoruz, ardından parke taşlı küçük sokaklardan ilerleyip kasabanın meydanına giriyoruz. Camiden dönüştürülmüş bir kilise var, pek çok fotoğraf çekiyoruz.
Evliya Çelebi, ta 17. Yüzyılda, bu toprakları defalarca “at sırtında” gezmiş, “Seyahatname”sinde sayfalara dökmüş, bölgedeki camilerin sayısından, Atina’da ziyaret ettiği “Kale” diye andığı Akropol’e kadar gördüklerini, izlenimlerini aktarmış, hatta buralardan İstanbul’a, saray sofralarına gönderilen narenciye şerbetlerinin lezzetini bile dile getirmiş, onu anmamak olur mu?
Ege’nin iki yakasının insanları, sokakları, mutfağı ne çok benziyor birbirine,
Deniz kıyısında, kumkuvat ağaçlarının gölgesindeki küçük restoranda yemek yiyeceğiz şimdi. Önce mezeler ve yeşil salata geliyor, sonra koca bir tabak kızarmış barbunya. Yaşını almış bir kasabalı yaklaşıyor masamıza, buzukisi eşliğinde şarkılar söylüyor…
Son ikram, iki yakanın da sahip çıktığı “Yunan kahvesi,” bizim taze çekilmiş kahvemizle yakından-uzaktan ilgisi yok ama telvesi bol, fal kapatalım, bakalım bir sonraki seyahat ne zaman?