Bu Blogda Ara

gazetecilik tutkusu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gazetecilik tutkusu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Şubat 11, 2021

Anneden gazeteci olur mu?

ABD’nin, Başkan Bush aracılığı ile Irak lideri Saddam’a “suyumu bulandırıyorsun!” Dediği günlerdi... 

-Eh, sözde müttefikin yanında ezeli-ebedi komşunun lafı mı olur? 

Bizimkiler  de hemen ABD’nin dümen suyuna girdiler. Oysa Bülent Ecevit’in “gazeteci kimliği” ile Bağdat’ gidip Saddam’la görüşüp, kapsamlı söyleşisini Milliyet’te (*) yayınladığı sayfalar tam bir ders niteliğindeydi. Dinleyen var mıydı ki?

Ok yaydan çıkacaktı yakında.

“Saddam yönetimi kimyasal silah üretiyormuş. Bunlar öyle silahlarmış ki, taaaa Bağdat’tan ateşlense, Ankara’ya kadar ulaşabilirmiş...” tarzında haberler yapılmaya başlandı. Hele Hürriyet, krokilerle süslü uydurma manşetleriyle başı çekiyordu. Oysa pek çok batılı, hatta Amerikalı uzman (**)  Birleşmiş Milletler’e kimyasal silah iddiasının doğru olmadığını kanıtlayan raporlar sunmuştu. Ama ABD kafaya koymuştu bir kere... Devirecekti Saddam’ı. 

Yıllar sonra İngiliz Başbakan Tony Blair’den gelen, “Bağdat’ta gerçeğe aykırı davrandık” itirafı, Amerikan Savunma Bakanı Colin Powell’ın benzeri vicdan azabı, olayları tersine çevirebilir miydi?

O sıralarda çalıştığım kuruluş adına (Kanal D TV) bana da art arda Bağdat yolları gözüktü. Bir yıl gibi bir sürede belki on kez Bağdat’a gittim. Hem de ne gidiş... 


Irak uluslararası ambargo altında olduğu için havaalanları kapalı, Bağdat’a uçmak mümkün değil... Önce uçakla Amman’a gidiyoruz, sonra bölge temsilcileri aracılığı ile “güvenilir” bir şirketten şoförlü cip kiralayıp, bütün gece süren, duruma göre 10-15 saati bulan meşakkatli! yolculuğun ardından Bağdat’a ulaşıyoruz. O ıssız yollarda, derme çatma gümrük kapılarında ne olaylar yaşadık. Elinde kocaman şırıngayla “AIDS testi yapacağız” diye ısrarcı olan kirli gömlekli sağlık elemanını mı anlatsam? Kameramıza  el koymak isteyen gümrükçüyü mü? Ambargo sözkonusu olduğu için cep telefonları çalışmıyor, şirketin üstümüze zimmetlediği uydu telefonunu ise rahat kullanamıyorduk çünkü farkedildiği anda Iraklıların el koyması işten bile değildi... 
Neyse ki bir kaç dolarlık “hediye” bütün kapıları açıyordu

Bu yaşadıklarımızı  2004 yılında yayınlanan “Hamamböceği Sendromu” başlıklı kitabımda detayları ile anlatmıştım... (***)

Şimdilerde kütüphanede haftalardır uğraştığım toz alma işini biliyorsunuz, o kadar uzun sürdü ki Arab’ın yalellisine döndü deseniz yeridir...

İşte temizlik sırasında elime geçirdiğim not defterime bakınca, boğazım düğümlendi, sizinle paylaşmak istedim. 


Bağdat notlarımın bir sayfasında, tozlu ıssız çöl yollarından araba ile Kerbela’ya gidişimiz, orada yaptığımız çekimlerin “time-kod”ları, (kamera görüntülerinin dakika-saniyeleri) ve haber anons metinlerim var. Tam karşısındaki sayfaya ise “Mehmet’in Okul Durumu” diye not almışım. Belli ki yolunda gitmeyen okul meseleleriyle ilgili bu not, Ankara’ya döner dönmez oğlumun okuluna gitmem gerektiğini kaydetmişim.

Aynı günlerde ilginç bir durum daha yaşamıştık. Dünyanın her yerinden 100’e yakın kurtuluştan sayısız gazeteciyle birlikte Bağdat’taki basın merkezinde çalışıyoruz. Ambargo olduğu için telefonlar çalışmıyor, acil durumlarda servete mal olan canlı yayın linklerini kullanarak ailelerimizle haberleşmeye çalışıyoruz. Bu hatlar son derece pahalı olduğu için çok az kullanılıyor. Bir sabah erkenden merkeze geldim, CNN’in (international) Amerikalı kameramanı, rastlantı eseri bana gelen telefonlara bakmış,  dedi ki:

-Sizi Ankara’dan oğlunuz aradı... Bir aşı meselesi varmış onu sormak istiyormuş... Ha, bir de eşiniz aradı, galiba o da Tokyo’daymış, sevgililer gününüzü kutlamak istiyormuş.

Sonra da gülerek ekledi:

-Nasıl ailesiniz siz böyle? Herkes dünyanın bir tarafında...

Hemen Ankara’yı aradım oğlumla konuştum, sordu:

-Anne bizim Hepatit B aşısının ikincisini olmamız gerekiyormuş galiba. Fadıl Bey (Prof. Dr. Fadıl Ertogan) aradı, ne yapalım?

Ne yazık ki yapacak bir şey yoktu, o sıralarda ilk ve ortaokulda olan oğullarımın ikinci aşıları bu zor koşullar nedeniyle yapılamadı. Biz de bu aşı meselesini unutup gittik. 


O yıl ilkokulda olan Mehmet, yıllar sonra askerliğini yapmak için gittiği Antalya’da sağlık kontrolüne alınınca “Hepatit B’ye karşı antikor geliştirmediği” ortaya çıktı,  böylece bu hatamız yıllar sonra kafamıza tekrar balyozla çakıldı. 

Düşünüyorum da buna benzer o kadar çok olay yaşandı ki... Esasen bir tek ben miydim suçluluk duygularıyla savaşan anne, kim bilir diğer anneler neler yaşamıştı?

-Bu anneler arasında CNN’in ünlü sunucusu Christiane Amanpour da var mıydı? 

Neden merak ediyorum biliyor musunuz? Bağdat’ta “yokluklar ve imkansızlıklar” arasında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında Christiane de oradaydı. Çekimler, montajlar ve canlı yayınlardan fırsat bulduğumuzda ayaküstü sohbetlere girerdik, basın merkezinin orta yerindeki montaj masasında Ürdün’lü teknik elemanla çalıştığım bir sırada görüntülerimiz dikkatini çekmiş olacak ki, Amanpour gelip yapmakta olduğumuz haberi dikkatle izledi, “savaş arifesindeki Irak’ta hızlanan düğünler ve Dicle nehrinin çamurlarında yapılan altın aramasına dairdi görüntüler…” Ayaküstü sohbet ettik, ertesi gün BM Genel Sekreteri Kofi Annan gelecekti, o önemli ziyaret sonrasında bir akşam yemeğinde buluşsak mı diye konuştuk.  Annan geldi, görüşmelerini tamamlayıp ayrıldı Bağdat’tan. Savaş ortamı şimdilik askıya alınmıştı, ben de Amanpour’u aramaya başladım, Dicle kıyısındaki o salaş balık restoranlarından birine gideriz diye düşünüyordum... Irak parasının değeri yerlerde sürünüyordu, koca bir bavula istiflenmiş değersiz Irak dinarlarıyla ödeniyordu hesaplar.

Basın merkezinde bir de ne göreyim, karşımdaki ekranda Amanpour’un canlı söyleşisi var... Çoktaaan Londra’ya uçmuş, İngiltere Başbakanı Tony Blair’le konuşuyor... Üstelik Amanpour sözkonusu olunca, akan sular durmuş! ambargo filan geçersiz kılınmış, özel uçak gelip, Amanpour ve ekibini Bağdat’tan alıp Londra’ya uçuruvermiş... 

-Bilmem o da annelik ve işi arasında bölünerek suçluluk duygularıyla savaşmış mıydı hiç? 










 

Salı, Kasım 24, 2020

Bir fotoğrafın gerisinde yatan...


Bugünlerde  evdeki kitaplıkta  belge-fotoğraf tarama işiyle uğraşıp duruyorum. Meğer ne zor işmiş “yaşamımızın geçmişteki izleri”ni ayıklayıp, sınıflandırmak. 

Tabii “geçmişe dalmak” insanda tuhaf duygular da uyandırıyor. Nasıl mı?


-Şu fotoğraftaki insanların kim olduklarını ben bile hatırlamıyorum. Ne diye saklıyorum ki? Bizden sonra kimin işine yarayacak? Yırt at o zaman. Ama şu fotoğraf çok şey anlatıyordu, kalsa bari... İyi de o fotoğraf sana çok şey anlatıyor, yahu, öyküsü yazılmaya değerse, arkasına not iliştir ama başkaları ne yapsın? Yırt at... Aaaa bu fotoğraf bizim derneğin açılışında çekilmişti. Ooo kimler yok ki? Amaaan iyi ki kurmuşuz derneği, şimdi yönetenlere başarılar dileyelim gitsin. Zaten fotoğraftakilerin hepsi aramızdan ayrılmış. Boş ver, saklama, yırt at. 


İşte böyle, günlerdir yırtıp atıyorum kimi fotoğrafları. Kimi zaman da yok etmeye kıyamayacaklarım çıkıyor karşıma. 


Ramallah’ta Filistin Lideri Yaser Arafat’la (****) yaptığımız röportaj. Gerçi ben bu olayı kitabımda (Hamamböceği Sendromu) (*) bütün detaylarıyla anlatmıştım ama o fotoğrafı tekrar görmek farklı duygular yaratıyor insanda.


Geçenlerde kameramanım ve bütün bu zor röportajlardaki kader arkadaşım Ali Berber aradı:


-Nursun Abla nasılsınız?

-İyiyim sevgili Ali, pandemi korkusundan evlere kapandık işte. Sen çalışıyorsun kolay gelsin.

-Geçen gün aklıma o Ramallah’a gidişimiz geldi de... Hani İsrail polisi bizi sınır kapısından Filistin tarafına almamıştı, o gün İsrail tankları işgal etmişti Ramallah’ı.

-Hiç unutur muyum Ali? Bir kaç Filistinli kadınla karşılaşmıştık da onlar bize “isterseniz bizimle gelin, madem buradan almıyorlar başka kapıdan gireriz. Yalnız ıssız bir arazide 7-8 kilometre yürüyeceğiz” demişlerdi. Hemen kabul edip peşlerine takılmıştık.

-Hah, aynen... Peki iyi hoş ama, biz nasıl oldu da onların peşine takılıp onca yolu yürüdük değil mi? Ya mayın olsaydı o arazide?

-Vallahi hiç aklıma gelmemişti Ali... Gerçekten, ya mayın döşemiş olsaydı İsrail askeri oralara? Yapmadıkları şey mi?




Düşündüm de gazetecilik tutkusu böyle bir şeydi demek ki... Aklımızın ucundan bile geçirmemiştik o işlerin içindeyken “ölüm tehlikesini.” Oysa o günlerde bir İtalyan gazeteci, tam da Ramallah işgali sırasında İsrail askeri tarafından vurulmuş, ölmüştü. Ya foto muhabirimiz Mustafa Pekcan? (***) Bağdat’ta bulmadı mı ölüm onu? Hem de 38 yaşındaydı, 9 aylık bebeği vardı doyamadığı...


Bizim şansımız ise o gün Ramallah’ta yaver gitmiş, onca ateşin altında bir televizyon şirketinin binasına sığınmayı başarmıştık. (**) Binanın üst katında tam 48 saat mahsur kalmıştık. Bir ara, İsrail tankının namlusu bizim bulunduğumuz kattaki televizyon şirketini bile hedeflemişti üstelik... Bu şartlarda sürdürmüştük yayınlarımızı. Sonunda bir baktık, Türk bayrağı flamalı bir zırhlı araç dayanmış kapıya... Tel-Aviv Büyükelçiliğimiz ve Dışişleri Bakanlığımızın çabası sonuç vermişti de, çıkabilmiştik ateş altındaki Ramallah’tan .


O koşullarda, dünyanın gözü önünde halen yaşamaya devam eden insanlara yazık değil mi peki? Arafat’la görüşmeye gittiğimizde ev-ofisinin tepesinde dönüp duran İsrail helikopterlerinin tacizi... Filistinlilerin yokluk, umutsuzluk ve yarın endişesi içinde geçen yaşamı.


Geçmişte kendilerine yapılan zulmün üstünü bu kadar kolay kapatıp, şimdi insanlara sırf Filistinli diye bunca eziyet çektiren İsrailliler acaba kendilerini vicdanen çok mu rahat hissediyor?



İşte o günlerden başka bir resim. Kudüs’te, El Aksa’nın önündeyiz Ali ile birlikte. Müslümanların kadim, en kutsal ibadet merkezindeyiz,  İsrail polisi bizi caminin avlusuna almamak için bin dereden su getiriyor:


-Siz kimsiniz?

-Gazeteciyiz, buyurun İsrail makamlarından aldığımız izin belgeleri.

-E ama Türkmüşsünüz siz... Müslüman mısınız peki? Haydi bir dua okuyun da görelim...


Şımarık, tepeden bakan, elindeki otomatik silahla kendini dünyanın hakimi sanan bir asker... Bu kadar mı zor acaba onlara biraz “anlayış” ve “düzgün davranış” öğretmek...


Ya işlerimizi tamamlayıp ayrılırken havaalanında yaşadığımız işkence? Görevli bizleri tepeden tırnağa arayıp, bir sürü ahiret suali sorduktan sonra lütfediyor:


-Bir şartla


Diyerek...Neymiş? Kameramızın tripotuna el koyacakmış... Neden mi? Onu uçağa alamazlarmış çünkü içinde gizli patlayıcı filan olabilirmiş... Dilimizde tüy bitiyor Ali Berber’e zimmetli o değerli kamera ayağını vermemek için. Adam sırıtırken “Nuh deyip, peygamber demiyor” ısrarımıza...


Oysa bir gün önce İsrail kabinesinin önemli isimleriyle röportajlar yapmışız, hemen aklıma geliyor. Dışişleri Sözcüsünün cep telefonu var bende, arıyorum, durumu anlatıyorum...


Sözcü telefona görevliyi istiyor, aralarında İbranice geçen tartışmadan sonra kıpkırmızı olan görevli tripotumuz teslim ediyor, bir oh çekiyoruz...


E, nerede kalmıştım? Ayyy, o kadar çok taranacak belge, ses kaydı, fotoğraf var ki, daha bir arpa boyu yol gidemedim. İmdaaat...


(*) https://www.nadirkitap.com/hamambocegi-sendromu-nursun-erel-kitap10406671.html


(**) https://mobile.tgrthaber.com.tr/gundem/38268.html


(***) https://eksisozluk.com/mustafa-pekcan--1072837


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Yasser_Arafat


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...