Bugünlerde evdeki kitaplıkta belge-fotoğraf tarama işiyle uğraşıp duruyorum. Meğer ne zor işmiş “yaşamımızın geçmişteki izleri”ni ayıklayıp, sınıflandırmak.
Tabii “geçmişe dalmak” insanda tuhaf duygular da uyandırıyor. Nasıl mı?
-Şu fotoğraftaki insanların kim olduklarını ben bile hatırlamıyorum. Ne diye saklıyorum ki? Bizden sonra kimin işine yarayacak? Yırt at o zaman. Ama şu fotoğraf çok şey anlatıyordu, kalsa bari... İyi de o fotoğraf sana çok şey anlatıyor, yahu, öyküsü yazılmaya değerse, arkasına not iliştir ama başkaları ne yapsın? Yırt at... Aaaa bu fotoğraf bizim derneğin açılışında çekilmişti. Ooo kimler yok ki? Amaaan iyi ki kurmuşuz derneği, şimdi yönetenlere başarılar dileyelim gitsin. Zaten fotoğraftakilerin hepsi aramızdan ayrılmış. Boş ver, saklama, yırt at.
İşte böyle, günlerdir yırtıp atıyorum kimi fotoğrafları. Kimi zaman da yok etmeye kıyamayacaklarım çıkıyor karşıma.
Ramallah’ta Filistin Lideri Yaser Arafat’la (****) yaptığımız röportaj. Gerçi ben bu olayı kitabımda (Hamamböceği Sendromu) (*) bütün detaylarıyla anlatmıştım ama o fotoğrafı tekrar görmek farklı duygular yaratıyor insanda.
Geçenlerde kameramanım ve bütün bu zor röportajlardaki kader arkadaşım Ali Berber aradı:
-Nursun Abla nasılsınız?
-İyiyim sevgili Ali, pandemi korkusundan evlere kapandık işte. Sen çalışıyorsun kolay gelsin.
-Geçen gün aklıma o Ramallah’a gidişimiz geldi de... Hani İsrail polisi bizi sınır kapısından Filistin tarafına almamıştı, o gün İsrail tankları işgal etmişti Ramallah’ı.
-Hiç unutur muyum Ali? Bir kaç Filistinli kadınla karşılaşmıştık da onlar bize “isterseniz bizimle gelin, madem buradan almıyorlar başka kapıdan gireriz. Yalnız ıssız bir arazide 7-8 kilometre yürüyeceğiz” demişlerdi. Hemen kabul edip peşlerine takılmıştık.
-Hah, aynen... Peki iyi hoş ama, biz nasıl oldu da onların peşine takılıp onca yolu yürüdük değil mi? Ya mayın olsaydı o arazide?
-Vallahi hiç aklıma gelmemişti Ali... Gerçekten, ya mayın döşemiş olsaydı İsrail askeri oralara? Yapmadıkları şey mi?
Düşündüm de gazetecilik tutkusu böyle bir şeydi demek ki... Aklımızın ucundan bile geçirmemiştik o işlerin içindeyken “ölüm tehlikesini.” Oysa o günlerde bir İtalyan gazeteci, tam da Ramallah işgali sırasında İsrail askeri tarafından vurulmuş, ölmüştü. Ya foto muhabirimiz Mustafa Pekcan? (***) Bağdat’ta bulmadı mı ölüm onu? Hem de 38 yaşındaydı, 9 aylık bebeği vardı doyamadığı...
Bizim şansımız ise o gün Ramallah’ta yaver gitmiş, onca ateşin altında bir televizyon şirketinin binasına sığınmayı başarmıştık. (**) Binanın üst katında tam 48 saat mahsur kalmıştık. Bir ara, İsrail tankının namlusu bizim bulunduğumuz kattaki televizyon şirketini bile hedeflemişti üstelik... Bu şartlarda sürdürmüştük yayınlarımızı. Sonunda bir baktık, Türk bayrağı flamalı bir zırhlı araç dayanmış kapıya... Tel-Aviv Büyükelçiliğimiz ve Dışişleri Bakanlığımızın çabası sonuç vermişti de, çıkabilmiştik ateş altındaki Ramallah’tan .
O koşullarda, dünyanın gözü önünde halen yaşamaya devam eden insanlara yazık değil mi peki? Arafat’la görüşmeye gittiğimizde ev-ofisinin tepesinde dönüp duran İsrail helikopterlerinin tacizi... Filistinlilerin yokluk, umutsuzluk ve yarın endişesi içinde geçen yaşamı.
Geçmişte kendilerine yapılan zulmün üstünü bu kadar kolay kapatıp, şimdi insanlara sırf Filistinli diye bunca eziyet çektiren İsrailliler acaba kendilerini vicdanen çok mu rahat hissediyor?
İşte o günlerden başka bir resim. Kudüs’te, El Aksa’nın önündeyiz Ali ile birlikte. Müslümanların kadim, en kutsal ibadet merkezindeyiz, İsrail polisi bizi caminin avlusuna almamak için bin dereden su getiriyor:
-Siz kimsiniz?
-Gazeteciyiz, buyurun İsrail makamlarından aldığımız izin belgeleri.
-E ama Türkmüşsünüz siz... Müslüman mısınız peki? Haydi bir dua okuyun da görelim...
Şımarık, tepeden bakan, elindeki otomatik silahla kendini dünyanın hakimi sanan bir asker... Bu kadar mı zor acaba onlara biraz “anlayış” ve “düzgün davranış” öğretmek...
Ya işlerimizi tamamlayıp ayrılırken havaalanında yaşadığımız işkence? Görevli bizleri tepeden tırnağa arayıp, bir sürü ahiret suali sorduktan sonra lütfediyor:
-Bir şartla
Diyerek...Neymiş? Kameramızın tripotuna el koyacakmış... Neden mi? Onu uçağa alamazlarmış çünkü içinde gizli patlayıcı filan olabilirmiş... Dilimizde tüy bitiyor Ali Berber’e zimmetli o değerli kamera ayağını vermemek için. Adam sırıtırken “Nuh deyip, peygamber demiyor” ısrarımıza...
Oysa bir gün önce İsrail kabinesinin önemli isimleriyle röportajlar yapmışız, hemen aklıma geliyor. Dışişleri Sözcüsünün cep telefonu var bende, arıyorum, durumu anlatıyorum...
Sözcü telefona görevliyi istiyor, aralarında İbranice geçen tartışmadan sonra kıpkırmızı olan görevli tripotumuz teslim ediyor, bir oh çekiyoruz...
E, nerede kalmıştım? Ayyy, o kadar çok taranacak belge, ses kaydı, fotoğraf var ki, daha bir arpa boyu yol gidemedim. İmdaaat...
(*) https://www.nadirkitap.com/hamambocegi-sendromu-nursun-erel-kitap10406671.html
(**) https://mobile.tgrthaber.com.tr/gundem/38268.html
(***) https://eksisozluk.com/mustafa-pekcan--1072837
(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Yasser_Arafat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder