Bu Blogda Ara

Tolstoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tolstoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Kasım 13, 2023

Hikaye Yeni Başlıyor




Sevgili meslektaşım, dostum Ayla Ganioğlu’nun yeni yayınlanan kitabını güneşli bir günde, İstanbul’da, yaprakları pırıl pırıl parlayan bir manolya ağacına karşı okumaya başladım, “Hikaye Yeni Başlıyor”un kapağını açmamla birlikte de, harika, anlatılması güç, belki sadece rüyalarda görülebilecek fantastik bir dünyanın parçası oluverdim.


Uzun zamandır bir roman yazma hayaliyle yanıp tutuşan ama bunu bir türlü gerçekleştiremeyen Sebat ile işte böyle bir günde, kitabın giriş cümlesinde tanıştık. Tanışıklığımız sayfaları çevirdikçe ilerledi ve ona müthiş bir sevgi duymaya başladım.

 

-Kimmiş yahu o Sebat? Niye onca zaman yazamamış romanını? Yazsa bir şeye benzeyecek miymiş bari?


-Ooo, bunları söylemeden önce Sebat’ı tanıman gerekir, bir bilsen önüne çıkan engelleri, Cefakar’ı, hele hele 3 M’yi…


-3 M de neymiş? Yoksa, büyüyüp devleşip 5 M’ye kadar varan o meşhur market miymiş Sebat’a engel olan şey?


-Saçmalama da dinle, Ayla’nın kitabının kahramanlarından söz ediyorum, Melanet, Maraz ve Mahzur onlar…


İşte o güneşli günden sonra Ayla’nın kitabını elimden bir türlü bırakamadım ve soğuk bir Ankara sabahında, kurumuş, renklerini yitirmiş sonbahar yapraklarıyla süslü bahçedeki bankta bugün tamamladım…



Kitabın sayfaları arasında dolaşırken,  yıllardır meslekten tanıdığım sevgili Ayla’yı aslında “hiç tanıyamamış olduğumu” farketmek beni çok şaşırttı. Öyle ya, gazeteciliğimizin en koşturmacalı zamanlarını geçirdiğimiz TBMM koridorlarında, komisyonlarda, kulislerde sürekli rastladığım, hep koyu renk ciddi tayyörleri içinde görmeye alışık olduğum,  genellikle yeni onaylanan bir yasanın maddelerini veya o yasaya dayanarak Resmi Gazetede yayınlanan bir yönetmeliği tartışıp konuştuğumuz Ayla meğer nasıl rengarenk, fantastik bir dünyanın yaratıcısıymış?


Evet,  hem de o kadar renkli bir dünya ki, hemen onun içine dalmanızı, Scala yayıncılıktan çıkan “Hikaye Yeni Başlıyor”u mutlaka okumanızı öneriyorum.


-Peki kitaptaki o kahramanlar da kim? Neyi anlatıyor? Sebat sonunda romanını yazabiliyor mu bari?


Diye soruyorsanız eğer, tabii ki söylemem, “yeni başlayan hikayenin!” tadını kaçırmak istemem.  


Bunca yıllık okuma serüveninizde sizi en çok etkileyen yazarlarla yarattıkları kahramanlardan sizi en çok etkileyenler kimlerdi? Bir düşünün bakalım, aklınıza kimler gelecek… İşte onların çoğuna rastlayacaksınız Ayla’nın kitabında, bu kadarını söylemekle yetineyim…


Düşünebiliyor musunuz? Tolstoy, Milli Kütüphanede tam karşınızda oturuyor, üstelik yanında “ömrünün son günlerinde o karanlık adam! Chertkov yüzünden vedalaşmayı reddettiği karısı Sofia” var. Sofia, Tolstoy’a  günlerce tren istasyonunda kendisini bekletip, görüşmeyi reddettiği o vefasızlığının nedenini soruyor. Tolstoy gerçi kem küm ediyor, çok dişe dokunur bir gerekçe sunamıyor ama zaten Sofia kendi günlüğünde yazmış o gerekçeyi ve ölümünden tam 113 yıl sonra kocasına okuyor:


“Kaçışının bahanesi de, haber vermeden, geceleyin kağıtlarını okumuş olmam. Evet, çok kısa bir süre çalışma odasına girdim ama hiçbir şeyine el sürmedim. Zaten çalışma masasının üstünde tek bir kağıt yoktu. Bana yazdığına göre (bu mektup aslında tüm dünyaya yazılmış oluyor) böyle davranmasının nedeni, bizim şatafatlı yaşamımızdan kaçmak içinmiş, çünkü bir köylü gibi izbe bir kulübede yaşamak istiyormuş.”


Tolstoy’a hesap soranlar bundan ibaret de değil, Anna Karenina da çıkışıp, “Bana haksızlık ettiniz” deyiveriyor ünlü yazara, sonra Kont Vronski ile birlikte Milli Kütüphane’den çıkıp gidiyorlar. 


Ayla’nın kitabı, beni özellikle Ankaralı şairler ve şiirlerle ilgili anlatımıyla, bir Ankaralı olarak da çok etkiledi, Atilla İlhan ile meslektaşım Barış Kaşıkçı sayesinde, bir zamanların ünlü “Set Kafeteryasında” tanışıp çay içtiğimiz gün gözümün önüne geldi. 


Sayfaları çevirirken, Ulus’taki Evkaf Apartmanında uzun yıllar oturan Ahmet Hamdi Tanpınar da hayalimden geçti,  acaba “Mimarilerin En İlahisi” şiirini orada mı kaleme almıştı?  Orhan Veli’nin “Lapinaların En Harelisi” şiiriyle kendisiyle dalga geçişine üzülmüş müydü? Diye düşündüm…


İşte böyle…


Bilmem Hikaye Yeni Başlıyor’u okurken siz neler düşüneceksiniz?




Perşembe, Nisan 22, 2021

Ah bi zengin olaydık!




Şu “zengin olma hevesi” kimde yoktur ki? İyi de, “çoook zengin olsan o parayla ne yapardın?” Sorusunu sorsanız kim ne der acaba?

-Soğanın cücüğünü yerim...

-Dalga geçme, bırak o lafları şimdi...

-Ev alırım, araba alırım...

-Pöh! Onun için zengin olmak gerekmiyor ki. Artık bu işler çok kolaylaştı, AKP’li  hanımefendi (*) böyle demedi mi? Geç o sıradan hayalleri, daha ulaşılmazlarını bul.

-Aşı sırasına giremeyen eşime dostuma, fakir fukaraya Yeşilyurt Belediyesinden (**) birer gri pasaport çıkarttırır, hepsini uçağa doldurur, Ukrayna’ya Rusya’ya filan götürürüm. Şimdi oralara aşı turizmi başlamış ya, hepimiz Sputnik aşısı oluruz...



-Hah bak bu güzel... Peki Rusya’ya gitmişken başka ne yaparsınız?

-Ne bileyim, sabah Tretyakov Müzesine gider Ayvazovski’nin, Shiskin’in tablolarını hayran hayran seyrederiz. Sonra? Bolşoy açılmış mıdır? Bileti önceden alabildiysek, muhteşem bir baleyi, giderek fakirleşen sanat belleğimize unutmamak üzere kaydederiz.  

-Yemek yemeden olur mu?

-Olmaz tabii... Suare öncesinde şu milyarder oligarkların müdavim olduğu  Puşkin ya da Jivago lokantalarından birinde mi yesek acaba? Puşkin’e gidersek şampanyamızı yudumlarken arkamızdaki raflarda duran yüzlerce kitap eşlik eder. Jivago’da yiyeceksek, cam kenarına oturur, Kızıl Meydan’ın ışıklarını seyrederek havyarlı blinileri atıştırırız. 



-Yoksa  Tolstoy Müzesine mi gitsek? Huysuz yazarın Anna Karenina’ya esin kaynağı olan yeğeninin tablosunu inceler, o kargacık burgacık yazısıyla yazdığı mektuplarına bir göz atar, karısı Sofia’ya bir kez daha mı hayıflanırız  ne dersin?

- Hayıflanmak mı? Yahu o zamanlar “kadın hakları” diye bir şey, mesela İstanbul Sözleşmesi var mıydı ki o  güzelim kadın, onca yeteneği,  su gibi dilleri, virtüözce piyanistliği, hobileri, fotoğraf merakı ile neler yapabilecekken kendinden 20 yaş büyük adamla evlensin? Kendini hor gören o kocaya ömrünü adayıp, heryerden uzak köy, Yasnaya Polyana’ya yerleşip, onun gündüz yazdıklarını geceler boyu temize çekerek, ona 13 çocuk  doğurarak (8’i yaşadı!) yıllarını tüketsin? Üstelik de 50 yıllık evliliğinin son günlerinde, “karanlık adam” dediği  müridi” Chertkov yüzünden men edilip, Tolstoy’u ölüm döşeğindeyken bile göremesin?

-Amaaan senin kurduğun hayaller de bir şeye benzemiyor,  parayı harcamayı hayalen bile bilmiyorsun. Moskova’ya gitmişken insan girer bir kuyumcuya güzel bir “demantoid” yüzük almaz mı? Ne bileyim, simsiyah pırıl pırıl bir vizon geçirmez mi sırtına? 

- Yahu kürkün modası mı kaldı? Hem, hayvanseverler mahveder beni valla. Hayali de biraz gerçekçi tutmak lazım, bunları yapabilsem bana yeterdi. Üstelik para bana piyangodan mı çıktı? Yoksa bitcoin zengini mi oldum da bu kadar kolay harcıyorum? Boşver oturayım oturduğum yerde. 

-Bu zenginlik hayalini bize ne diye kurdurdun ki o zaman? Onca paramız oldu, Paris’e gidip Tour D’argent’da bir ördek bile yiyemedik.

-Boşver, şimdi ördeği, sen  Tour D’argent’daki masana kurulup Seinne nehrini izlerken,  -kanı içinde kalsın, lezzetli olsun- diye o zavallıları  boğarak pişirmeye hazırlıyorlarmış.

-Hiç olmazsa New-York’a bir uzansaydık... Tiffany’e girer bir şeyler alırdık. Tanzanit alamasak da gümüş bir şeyler... 

-Aman sen de bir tutturmuşsun Tiffany, Tiffany. O meşhur tasarımcısı Elsa Peretti gelsin de gümüşün alasını Türkiye’de görsün, onu Midyat’a götürelim, kazaziye örmeyi öğrensin...

Bu hayal kurma edebiyatı nereden mi çıktı?

Farkında değil misiniz? Bir bitcoin kasırgası esiyor, ülkede kırılmadık dal bırakmadı, hatta kökünden söktüğü ağaçlar bile oldu... O en baba ekonomistlerin bile yanıt veremediği sorularla dolu milletin kafası:

Dünyada yaklaşık 9 bin sanal para varmış...  Bitcoinler, ethereumlar, ripplelar... Falanlar filanlar da cabasıymış... Pek yakında bunların neredeyse tamamı ortadan silinecekmiş, sadece ciddi olanlar ortada kalacakmış (Ciddi olan ne ise?) Bunlar için karşılık aramak demode, yanlış bir mantıkmış. Şimdi bir de devletlerin coinleri devreye girmiş. Miş miş de miş miş...

İyi hoş da buralara para yatıran vatandaşın halini soran var mı?

İşte şu en son yaşanan Thodex olayı... Kurucusu Faruk Fatih Özer,  2 milyar dolarlık sanal parayla 400 bin kişiyi dolandırıp, kaçıp gitmiş buralardan. Şimdi efendim, yetkililer  harekete geçmiş, olaya el koymuş, soruşturuyorlarmış...

Yahu memlekette ekonomide finansta bırakın ileri eğitimlileri, genel seviye malum... Devlet ne içindir? Halk için değil mi? Cebindeki üç-beş kuruşu çarçur etmeye meyilli halkımızı kim koruyacaktı? 

-Haaa pardon sorumu geri aldım... Şu 128 milyar doların akıbeti bile meçhul iken, ben kime ne soruyorum...

Boşverelim acı gerçekleri, hayal kurmaya devam!

(*) https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/akpli-vekil-tepki-ceken-sozlerini-boyle-savundu-turkiyede-ev-ve-araba-almak-kolaylasti-6383083/

(**) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/icisleri-bakanligindan-gri-pasaport-sorusturmasi-1829243

(***) https://tourdargent.com/en/menu/

Pazar, Aralık 13, 2020

Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi




Bu sabah hafiften yağmur çiseliyor, gökyüzü kurşuni, yine pandemi hapsindeyiz. Herkes isyanda:


-Yeter yahu, böyle yaşanır mı? Ondan kork, bundan kork, çoluğuna çocuğuna, sevdiğine sarılama, bir öpücük bile çok görülsün.  Oraya dokundun aman elini yıka, ayy o kadın konuşurken maskesi düşüktü biraz, bize virüs bulaşmış mıdır?

-Aşının eli kulağında, ahalinin çoğu aşı olduğunda bu kabus bitecek

-Nasıl bitecek? Haydi tuzu kuru devletleri anladık, parayı bastırıp, aşının iyisini! getirtip yaptıracaklar. E, fakirlikle debelenen ülkeler? Onların halkları ne olacak?

-Haklısın, sözde ta Çin’in Wuhan’ında bir kaç kişide görülüp bütün dünyaya yayılmadı mı bu virüs?

Dediğin gibi, eğer dünyanın tüm halkları bu illetten kurtarılmazsa kurtuluş yok... Belki de dünyanın sonu geldi.

-O kadar da değil canım... Tamam bütün imkanları zorlayalım, el ele verelim, dünyamızı kurtarmaya çalışalım ama, bu illetin durup dururken neden ve nasıl ortaya çıktığı neden hiç sorgulanmıyor? Aşı için gösterilen çabanın binde birini de keşke bu soruya cevap bulmaya harcasalardı. Belki o zaman bu musibetin kökenine gidilir, çözümü bulunurdu...


İşte durum bu, tam bir karamsarlık hali... E, ne dinlersin? Aç bakalım Albinoni’nin Adagio’sunu...


https://youtu.be/kn1gcjuhlhg



Bu muhteşem eser nasıl ortaya çıkmış diye merak ediyor insan değil mi? Venedik doğumlu Tomaso Giovanni Albinoni (*) yaşamı boyunca barok usulde operalar, konçertolar ve pek çok senfoni bestelemiş. Albinoni’nin 1751’deki ölümünün ardından, pek çoğu hiç icra edilmemiş olan  eserlerinin büyük bölümünün notaları ve pek çok diğer kayıtları  Dresden Devlet Kütüphanesine götürülmüş. Ancak 2. Dünya Savaşı sürerken, bu kütüphane 1945 yılında müttefiklerin bombalarından büyük zarar görmüş. Aynı yıl, Milano’lu müzikolog ve besteci Remo Giazotto, (**)  Albinoni biyografisini hazırlarken, eserlerinin kataloğunu tamamlamak amacıyla Dresden Kütüphanesine gitmiş. Burada Albinoni’nin pek çok kaydını bulmuş, Adagio’yu ise, parçalı, tamamlanmamış eskizler olarak ele geçirmiş. Kendi anlatımına göre meşhur Adagio onun bu eksik kayıtları birleştirmesi ve tamamlaması ile ortaya çıkmış. 


Peki  bu toprağı bol olasıca adamcağız, Remo Giazotto, Albinoni’nin Eseri diye  lanse edip kayıtlara geçirdiği bu muhteşem eseri sonradan, ölüme yaklaşırken neden “aslında Adagio benimdi!” Diyerek kendine mal etmeye kalkıştı?


-Bu sorunun cevabı bence basit, insanlar hayata bir çentik atma peşindeler... Kim ne derse desin bu bir gerçek. Herkes ölümden sonra da yaşamak, hatırlanmak hevesinde. Yaratıcı ellerden çıkan fotoğraflar, kitaplar, tablolar, notalar,  yaşarken “beğenilmek” sonra da “hatırlanmak” için değil de ne için sizce?




Kafamda bu sorular dolaşıyor... Şu bir türlü derleyip düzene koyamadığım kitaplıkta, elim yine Tolstoy’a gidiyor, “İnsan ne ile yaşar?” Başlıklı hikayeler kitabını çekip alıyorum. Sabri Gürses’in (***) olağanüstü çevirisinde hikayenin son paragrafı şöyle:


-İnsanlar kendi kaygıları için hayatta olduklarını sanıyordu, oysa sadece sevgi sayesinde hayattaydılar.


Tolstoy sevgiye olan inancını yaşarken de kanıtlamaya çalışmış. Ekmeğini, aşını, o muhteşem eserlerinin telif gelirlerini köylüleriyle paylaşmış. Yani o fakir köylüleri bir anlamda Tolstoy’un sevgisi yaşatmış. 


İyi de bu tabloda yerine oturmayan bir taş var. O da Tolstoy’un yıllarca aşkla sevgiyle bağlı olduğu ailesini ve özellikle de 48 yıllık karısı Sofia’yı, ölümünden 10 gün önce terkedip, akıl hocası, (karanlık adam diye anılır!)  Çertkov eşliğinde, bir tren istasyonunda tek başına ölüme gidişi...

Demek ki Tolstoy, doğduğu köyde, Yasnaya Polyana’da  karısı  Sofia’yla geçen, üstelik 13 çocukla taçlanan (sadece 8’i yaşadı)  uzun bir ömrü, son günlerinde mutlu ömür saymamış ki, bir çarpı atıvermiş üstüne. Sevgi nerede kaldı?


Peki siz hiç düşündünüz mü “neden fotoğraf çektiriyoruz?” Diye... Yani bizden sonra ne olacak o fotoğraflar? Kim bakacak onlara? Haydi sokaktaki insanı, yani bizleri koyalım bir kenara da, ünlü şahsiyetlerin ölüm sonrasında alınan yüz kalıplarına ne demeli? Mustafa Kemal’in o güzelim fotoğrafları varken, ölüm halini niye kayda geçirmeye çalışırlar acaba?




Nedense insanlarda böyle bir ruh hali hep var olmuş. Bazen kendimi “lüzumsuz bilgiler ansiklopedisi” olarak tanımlar, dalga geçerim. Bir ara  fotoğrafçılığın geçmişini araştırırken tuhaf fotoğraflar  dikkatimi çekmişti. .Bir dönemin ‘postmortem” (****)  fotoğrafçılığı yıllarca süren, koskoca bir akımmış meğer. Düşünün, aileden biri ölüyor, diyelim ki küçük bir çocuk, onu giydirip, süsleyip püsleyip, eline en sevdiği oyuncağını tutuşturup fotoğraflıyorsunuz... 


-Neden? 


O da bir “hayata çentik atma” çabası değil mi? “Küçük Hans yaşarken ne güzel ne tatlı bir çocuktu en çok üzümlü keki sever, bu oyuncağı ile uyurdu, yani bir zamanlar o da bu hayatta vardı” diyebilmek için mi? Bununla da bitmiyor üstelik, o dönem insanlar ölülerin saçından aldıkları birer tutam saçı, bu dalda çalışan zanaatkarlara verip özel takılar yaptırır, yas tuttuklarının nişanesi olarak üstlerinde taşırlarmış. 


-Aman, pazar pazar hem de sokağa çıkma yasağı varken nereden çıkarttın bu kasvetli konuları? Ölümü filan? Zaten ruhumuz karanlıklara esir oldu...


-Peki sustum,  işte  Epicurus’tan (*****) hepimizi kurtaracak sihirli sözcük


-“Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, o halde üzülecek ne var?” 


-Ya, milattan önce 341’de yaşamış Epicurus, bakın bunca yüzyıl sonra bile aramızda yaşıyor. Attığı çentiği  kimse yok edememiş. 

Pazar, Eylül 05, 2010

Anna Karenin





Bugünün dünyasında, yani Tolstoy’un ölümünden bir asır sonra Anna Karenin’i (*) okumak hem keyif verir insana, hem de pek çok şeyi sorgulamasına yol açar... 

Bir kere Anna Karenin, insanın iliklerine kadar hissedeceği bir aşkın hikayesidir. Yani “başından aşk geçmiş!” insanların çok iyi bildiği duygulardır o kült romanda anlatılanlar. O kadar ki, romanın üstüne kurulu olduğu kadın Anna, Kont Vronski’ye olan aşkı uğruna her şeyden hatta yaşamaktan bile  vazgeçmiştir... Küçücük oğlu Serjoya’yı, herkesin saygı duyduğu kocası Aleksey Androviç’le gah Moskova’da gah Petersburg’da sürdürdüğü, hiçbir olanaktan yoksun kalmadığı o renkli yaşamı, herkesin hayranlıkla izlediği güzelliğine çok yakışan, en iyi terziler elinde, gerçek dantellerle dikilen  tuvaletleriyle boy gösterdiği suareleri, kuş sütünün eksik olduğu evinde kitap okuyarak geçirdiği huzurlu saatleri ve büyük aşkı Vronski’yi, hatta küçücük kızını bile geride bırakıp gitmiştir...

Çünkü, görünürde pek çok kadın ona öykünse de bir şeyler eksiktir sanki Anna’nın yaşamında:

Petersburg’da trenden iner inmez ilk gördüğü kocası oldu. Kocasının soğuk, dikkati çeken görünüşüne bakarak, ‘Aman Tanrım’ diye geçirdi içinden. ‘Kulaklarına ne olmuş öyle?’ Kocasının, melon şapkasının kenarlarına dayanan kulakları pek garibine gitmişti o anda. Kocası onu görünce dudaklarında her zamanki alaycı gülümsemesi, yorgun, iri gözleriyle yüzüne bakarak ona doğru yürüdü. Kocasının yorgun, esrarlı bakışıyla karşılaşan, onu başka türlü bulacağını umuyormuş gibi, tatsız bir duygu doldurdu yüreğini Anna’nın. Kocasını görmekten duyduğu hoşnutsuzluk şaşırtmıştı onu.Çok iyi bildiği bir duyguydu bu. Kocasıyla arasındaki ilişkilerde hissettiği yapmacıklığı anımsatıyordu.”

İşte  Anna’da o eksikliği gideren Vronski ile karşılıklı yaşadıkları aşk olmuştur ve kadın bunu  kocasına açıkca itiraf edip ayrılma isteğini” dile getirmiştir. 

Tolstoy,  ustaca kurguladığı romanında,  “aşkı uğruna lanetlenenAnna’ya karşılık,  tüm dünyada halen de erkek egemenliğinde olan “özgür aşk arayışını” karısına sadık! Levin’e akıl veren Oblonski’nin sözleriyle dile getiriyor:

“Karınla arandaki ilişkilerin farkında değil miyim sanıyorsun? İki günlüğüne ava gidişinizi ne büyük sorun yaptığınızı gördüm. Aşk dolu bir yaşam biçimi olarak güzeldir bütün bunlar. Ama bütün bir ömür için bu yetmez. Erkek özgür olmalıdır. Erkeklere vergi zevkler vardır. Erkek tam erkek olmalıdır.

Yaşamında din olgusu daima ağır basan Tolstoy, romanında da dini unsurları gözaltı etmez, sık sık dile getirir.  Aleksey belki Oblonski tarafından dile getirilen “tam erkek olma” ilkesiyle, belki de dini kaygılarla hareket edip Anna’yı cezalandırmak ister:

“Ayrılma girişimi, düşmanlarını sevindiren, dedikoducuların yüzünü güldüren bir skandala yol açardı ancak. Onun toplumdaki önemli yerini sarsmaktan başka bir işe yaramazdı. Olanları toplumdan sosyeteden gizleyerek yanında alıkoyacaktı Anna’yı. Bu ilişkiye son vermek, en önemlisi de -bunu kendine de itiraf etmiyordu- karısını cezalandırmak için elindeki olanakları kullanacaktı... ‘Ancak böyle yaparsam dinin buyurduğu gibi davranmış olurum’ dedi kendi kendine...

Ve Anna’nın kendini trenin rayları arasına attığı, hepimizin acıyla anımsadığı son an:

“Başını omuzlarının arasından çekip yüzükoyun vagonun altına attı kendini. Yaptığından o anda dehşete düştü.”neredeyim? Ne yapıyorum? Niçin? Kalkmak, kendini geri atmak istedi ama kocaman, acımasız bir şey çarptı başına. Devirdi onu. Bu kocaman şeyi karşısında güçsüzlüğünü bir anda anladı. Tanrım affet bütün yaptıklarımı” diye mırıldandı. 

Bu büyük romanı, Rusça aslından çeviren Ergin Altay’dan okumak bir şans, sanki Tolstoy, yazdıklarını bizim hatırımız için kendisi okuyormuş gibi... Ama İletişim Yayınlarından edindiğim kitabın bence çok değerli bir özelliği daha var, Vladimir Nabokov’un “sonsöz”ü ile  ile sunulmuş oluşu. 

Belki bir gün “Lolita” yüzünden epeyce önyargılı olduğum Vladimir Nabokov’un Anna Karenin’e dair değerlendirmesini ve Tolstoy ile ilgili görüşlerini de kaleme alırım... 

(*) Rus asıllı yazar ve bir Tolstoy uzmanı olan Vladimir Nabokov’a göre, eğer Rusça yazılmış bir roman ve romanın başkişisi olarak da bir Rus kadın söz konusu ise kadının kocasının soyadıyla, “Karenin” olarak anılması doğru olurmuş!


 

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...