Bu Blogda Ara

Pazar, Aralık 13, 2020

Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi




Bu sabah hafiften yağmur çiseliyor, gökyüzü kurşuni, yine pandemi hapsindeyiz. Herkes isyanda:


-Yeter yahu, böyle yaşanır mı? Ondan kork, bundan kork, çoluğuna çocuğuna, sevdiğine sarılama, bir öpücük bile çok görülsün.  Oraya dokundun aman elini yıka, ayy o kadın konuşurken maskesi düşüktü biraz, bize virüs bulaşmış mıdır?

-Aşının eli kulağında, ahalinin çoğu aşı olduğunda bu kabus bitecek

-Nasıl bitecek? Haydi tuzu kuru devletleri anladık, parayı bastırıp, aşının iyisini! getirtip yaptıracaklar. E, fakirlikle debelenen ülkeler? Onların halkları ne olacak?

-Haklısın, sözde ta Çin’in Wuhan’ında bir kaç kişide görülüp bütün dünyaya yayılmadı mı bu virüs?

Dediğin gibi, eğer dünyanın tüm halkları bu illetten kurtarılmazsa kurtuluş yok... Belki de dünyanın sonu geldi.

-O kadar da değil canım... Tamam bütün imkanları zorlayalım, el ele verelim, dünyamızı kurtarmaya çalışalım ama, bu illetin durup dururken neden ve nasıl ortaya çıktığı neden hiç sorgulanmıyor? Aşı için gösterilen çabanın binde birini de keşke bu soruya cevap bulmaya harcasalardı. Belki o zaman bu musibetin kökenine gidilir, çözümü bulunurdu...


İşte durum bu, tam bir karamsarlık hali... E, ne dinlersin? Aç bakalım Albinoni’nin Adagio’sunu...


https://youtu.be/kn1gcjuhlhg



Bu muhteşem eser nasıl ortaya çıkmış diye merak ediyor insan değil mi? Venedik doğumlu Tomaso Giovanni Albinoni (*) yaşamı boyunca barok usulde operalar, konçertolar ve pek çok senfoni bestelemiş. Albinoni’nin 1751’deki ölümünün ardından, pek çoğu hiç icra edilmemiş olan  eserlerinin büyük bölümünün notaları ve pek çok diğer kayıtları  Dresden Devlet Kütüphanesine götürülmüş. Ancak 2. Dünya Savaşı sürerken, bu kütüphane 1945 yılında müttefiklerin bombalarından büyük zarar görmüş. Aynı yıl, Milano’lu müzikolog ve besteci Remo Giazotto, (**)  Albinoni biyografisini hazırlarken, eserlerinin kataloğunu tamamlamak amacıyla Dresden Kütüphanesine gitmiş. Burada Albinoni’nin pek çok kaydını bulmuş, Adagio’yu ise, parçalı, tamamlanmamış eskizler olarak ele geçirmiş. Kendi anlatımına göre meşhur Adagio onun bu eksik kayıtları birleştirmesi ve tamamlaması ile ortaya çıkmış. 


Peki  bu toprağı bol olasıca adamcağız, Remo Giazotto, Albinoni’nin Eseri diye  lanse edip kayıtlara geçirdiği bu muhteşem eseri sonradan, ölüme yaklaşırken neden “aslında Adagio benimdi!” Diyerek kendine mal etmeye kalkıştı?


-Bu sorunun cevabı bence basit, insanlar hayata bir çentik atma peşindeler... Kim ne derse desin bu bir gerçek. Herkes ölümden sonra da yaşamak, hatırlanmak hevesinde. Yaratıcı ellerden çıkan fotoğraflar, kitaplar, tablolar, notalar,  yaşarken “beğenilmek” sonra da “hatırlanmak” için değil de ne için sizce?




Kafamda bu sorular dolaşıyor... Şu bir türlü derleyip düzene koyamadığım kitaplıkta, elim yine Tolstoy’a gidiyor, “İnsan ne ile yaşar?” Başlıklı hikayeler kitabını çekip alıyorum. Sabri Gürses’in (***) olağanüstü çevirisinde hikayenin son paragrafı şöyle:


-İnsanlar kendi kaygıları için hayatta olduklarını sanıyordu, oysa sadece sevgi sayesinde hayattaydılar.


Tolstoy sevgiye olan inancını yaşarken de kanıtlamaya çalışmış. Ekmeğini, aşını, o muhteşem eserlerinin telif gelirlerini köylüleriyle paylaşmış. Yani o fakir köylüleri bir anlamda Tolstoy’un sevgisi yaşatmış. 


İyi de bu tabloda yerine oturmayan bir taş var. O da Tolstoy’un yıllarca aşkla sevgiyle bağlı olduğu ailesini ve özellikle de 48 yıllık karısı Sofia’yı, ölümünden 10 gün önce terkedip, akıl hocası, (karanlık adam diye anılır!)  Çertkov eşliğinde, bir tren istasyonunda tek başına ölüme gidişi...

Demek ki Tolstoy, doğduğu köyde, Yasnaya Polyana’da  karısı  Sofia’yla geçen, üstelik 13 çocukla taçlanan (sadece 8’i yaşadı)  uzun bir ömrü, son günlerinde mutlu ömür saymamış ki, bir çarpı atıvermiş üstüne. Sevgi nerede kaldı?


Peki siz hiç düşündünüz mü “neden fotoğraf çektiriyoruz?” Diye... Yani bizden sonra ne olacak o fotoğraflar? Kim bakacak onlara? Haydi sokaktaki insanı, yani bizleri koyalım bir kenara da, ünlü şahsiyetlerin ölüm sonrasında alınan yüz kalıplarına ne demeli? Mustafa Kemal’in o güzelim fotoğrafları varken, ölüm halini niye kayda geçirmeye çalışırlar acaba?




Nedense insanlarda böyle bir ruh hali hep var olmuş. Bazen kendimi “lüzumsuz bilgiler ansiklopedisi” olarak tanımlar, dalga geçerim. Bir ara  fotoğrafçılığın geçmişini araştırırken tuhaf fotoğraflar  dikkatimi çekmişti. .Bir dönemin ‘postmortem” (****)  fotoğrafçılığı yıllarca süren, koskoca bir akımmış meğer. Düşünün, aileden biri ölüyor, diyelim ki küçük bir çocuk, onu giydirip, süsleyip püsleyip, eline en sevdiği oyuncağını tutuşturup fotoğraflıyorsunuz... 


-Neden? 


O da bir “hayata çentik atma” çabası değil mi? “Küçük Hans yaşarken ne güzel ne tatlı bir çocuktu en çok üzümlü keki sever, bu oyuncağı ile uyurdu, yani bir zamanlar o da bu hayatta vardı” diyebilmek için mi? Bununla da bitmiyor üstelik, o dönem insanlar ölülerin saçından aldıkları birer tutam saçı, bu dalda çalışan zanaatkarlara verip özel takılar yaptırır, yas tuttuklarının nişanesi olarak üstlerinde taşırlarmış. 


-Aman, pazar pazar hem de sokağa çıkma yasağı varken nereden çıkarttın bu kasvetli konuları? Ölümü filan? Zaten ruhumuz karanlıklara esir oldu...


-Peki sustum,  işte  Epicurus’tan (*****) hepimizi kurtaracak sihirli sözcük


-“Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, o halde üzülecek ne var?” 


-Ya, milattan önce 341’de yaşamış Epicurus, bakın bunca yüzyıl sonra bile aramızda yaşıyor. Attığı çentiği  kimse yok edememiş. 

2 yorum:

  1. Canım Eşim, ne güzel yazarsın sen..Hep yaz..

    YanıtlaSil
  2. Canım arkadaşım hayatta o kadar lüzumsuz bilgiler öğreniyoruz ki,,,Sen lüzümsuz sandığın bütün bilgileri yaz canım.Ben o bilgileri lüzumlu bilgiler haneme kaydediyorum.Kalemine bilgilerine sağlık

    YanıtlaSil

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...