Bu Blogda Ara

feyzan erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
feyzan erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Kasım 17, 2023

Metin Uca… Elveda canım komşummm




Sevgili dostum, meslektaşım, komşum! Metin Uca’nın en zor anlarda bile gülümseyerek içinden geçtiği yaşama böyle erken, hem de doğum gününde!  veda edeceği aklıma gelir miydi? 


Asla… 


Neleri neleri dert edip, kızarak ama sonunda hep gülerek paylaştık yıllar içinde,  İstanbul, Bodrum, Ankara  buluşmalarında… İlk fırsatta arardı:


-Komşuuuum evde misiniz? Geliyoruuuum…

-Ne hazırlayalım sana?

-Bi menemen yap yeter… Bi de enişteye sor, o şaraptan kaldı mı? 


“O şaraptan” demesi,  şaraba düşkünlüğünden değil, bizdeki şarabın tuhaflıkları çağrıştıran adındandı…


Cumhuriyet’te çalıştığım yıllardı, o Kanal D’deydi, Kızılay’daki binanın üst katındaydı bürolarımız… İkimiz de sigara içmezdik ama her fırsatta buluşup, aşağıdaki trafik keşmekeşini, yukardan, yangın merdiveninden izlerken, günün haber “kıraatını” yapardık:


-Sen ne üstüne çalışıyorsun?

-Şu yeni kültür bakanından randevu aldım, ona gideceğim


Gitmişti de Kültür Bakanına… 


TBMM Bahçesinde neredeyse 1 saate yakın mikrofon tutmuştu o kültürlü! bakana, anlatmıştı da anlatmıştı adam, kültürümüzü nasıl yücelteceklermiş, neler neler yapacaklarmış. 


O uzun süren röportaja Metin’in son sorusu damga vurmuştu:


-En son okuduğunuz kitap neydi? 


Adama birden gençlerin deyimiyle “kal gelmişti!” Susup kaldı, nedense bir türlü hatırlayamıyordu o son okuduğu kitabı, tam 40 saniye süren bir “Eeeeeeeee” nidası çıkmıştı dudaklarının arasından… Haber öyle bitiyordu…


İki dakikalık haberin 40 saniyesi böyle geçince patron katında tabii kıyamet kopmuştu! 


Metin’in suyu böyle böyle ısınmaya başladı.


Köprülerin altından işte böyle çok sular geçti, ben önce Milliyet’e sonra Kanal D’ye transfer oldum, masalarımız yan yanaydı, birbirimize “komşum” deyişimiz bundandı… 


Ortaklaşa pek çok işler yaptık. Sayfa başında, time-code alırken, kurguda görüntü seçerken filan ikide birde, kahkahalara boğulurduk. 


Soğuk bir kış günüydü, Metin büroya erken gelmiş, çay ocağında salep kaynatırken, cezveyi taşırmış, ocağı batırmıştı… Bizim çaycı kriz geçirip, üstüne yürüyünce Metin’i elinden zor kurtarmıştık… Ertesi sabah bürodaki ortak haberleşme panomuza bir baktık, hınzır Metin,  çaycımızla aynı ismi taşıyan PKK elebaşıyla ilgili bir haber kesiği koymuş:



Unutmadığım ortak haberlerimizden biri Tansu Çiller’in mal varlığı soruşturmasıyla ilgiliydi. 


TBMM’de kurulan komisyonda DYP Genel Başkanının mal varlığı sorgulanıyor, ABD dahil, pek çok yerdeki sayısız tapuları, masalara yayılmış, tartışılıyordu. Çiller’e, bir de tespit edilen milyonlarca dolarlık “nakdi varlığı” üzerinde, “nereden buldun?” sorusu yöneltilmesin mi? Tansu Hanım, 7.5 milyon dolarlık parayı izah ederken, “annem ölünce yastık altından çıktı” demesin mi? O açıklamaları sırasında paranın bir kısmını da oğullarına sünnetlerinde  takılan altınlara bağlamasın mı?


Ben işin bu ciddi tarafını kotarırken, Tansu Hanımın annesinin,  ölmeden  önce kirada oturduğu Mecidiyeköy’deki dairenin kapıcısı ve ev sahibiyle konuşmuş, ödenmeyen kira borcu nedeniyle icraya uğradığını haberleştirmiştim.


Metin ise, haberi çok daha çarpıcı bir açıdan ele aldı, mikrofonu kaptığı gibi  Çıkrıkçılar Yokuşuna koştu, esnafla yaptığı röportajlarla kurguladı haberini… Dükkanlara girip çıkıp, tezgah arkasındaki adamlara yönelttiği sorulara aldığı cevaplar, akşam bülteninde reyting rekoru kırdı… 


-Size sünnet düğününüzde kaç milyon dolarlık altın taktılar? 


Diye soruyor, adamlar gülerek yanıtlıyordu:


-Ne altını birader, eniştem kendi yaptığı tahta oyuncak arabayı getirip koydu başucuma


-Babam kendi kolundaki Nacar marka saatini bana taktıydı, kayışı bol gelmişti de tornavidayla delik açıp benim cılız bileğime uydurmuştu.


-O zamanlar bi naylon gömlek modası çıktıydı, bana da Sıhhıye’deki Amerikan pazarından bi tane almışlardı. Pek gururlanırdım o gömleğimle, rüzgarda sırtımda balon varmış gibi şişerdi de sokakta dalya filan oynarken koşar, sırılsıklam ter içinde kalırdım. 


Metin o unutulmaz haberiyle TBMM’de aylarca devam edip, sonunda sulandırılıp, kapatılan mal varlığı soruşturmasını yerden yere vurmayı başarmıştı. 


Gün geldi patron katına şikayetler arttı, Metin’i gündüz bültenine kaydırdılar, orada da yasaklanan “İ” harfini ikide birde Ankara’nın Belediye Başkanlığına yapışıp kalan Melih Gökçek isminin başına getirince, bileti kesildi, kovuldu kanaldan… O sırada ben de benzer nedenlerle işten çıkarılmıştım, arada buluşup dertleşiyorduk, bir gün TBMM’ye, birlikte ortak aldığımız bir randevuya yetişecektik, onu Aşağı Ayrancı’daki evinden arabayla aldım, meclise geldik o kadar çok lafa dalmış, öylesine kahkahalarla dolu bir sohbete girişmiştik ki, tam basın bölümünün karşısında bir taksiyle kafa kafaya çarpıştık, biz Metin’le şok içinde apışıp kalmışken, birisi koşup “olay mahalline” geldi:


-Bir şey yok, bir şey yok, inin inin, bakın, taksi de az hasarlı… Aranızda anlaşıverin… 


Bir baktık, gelip bize bu sözleri söyleyen adam, dönemin Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu…

 

Biz şaşkınlık içinde durumu toparlamaya  çalışırken Ömer Bey kahkahayı patlattı :


-İyi iyi, tam yerinde yaptınız kazayı, bana da Ulaştırma Bakanı olarak müdahale edip iş yapma fırsatı doğdu… N’apiyim ya bana da son okuduğum kitabı sorsaydın?


Metin hicivden pes etmedi, başka kanallarda hazırladığı sabah programları, parodiler hele de “Pasaparola” yarışmasıyla ününe ün kattı, bu arada bir de “ampul şeklinde” kitap çıkarıp hiciv nasıl yapılırmış herkese onu kanıtlamasın mı? 


AKP yönetiminin hedefine ilk oturan gazeteci olmayı böylece başardı.


Ama işlerinden “kovulmak” asında Metin Uca’yı yok etmek şurada dursun, bereket kapılarını ona ardına kadar  açtı.


Metin’in parlak zekasından, hiciv yeteneğinden hiç hazzetmeyen AKP’nin sansürcübaşıları, yasaklamalarla, engellemelerle önüne türlü türlü manialar çıkarttılar. Yıllarını bu mücadelelerle geçirdi.


İşte bu zorluklar içinde debeleniyordu sevgili komşum, 5 Eylül’de Bodrum’da üst üste bir kaç gün bize ziyarete geldi, kah balkonda, kah kumsalda  saatler süren sohbetlerde yine kahkahalarla güldük, bir kaç resim gösterdi:


-Bak komşum, yeni oyuncağım. 


Resimler nedense bana tekne gibi görünmüştü, “oooo, yat sahibi de oldun hayırlı olsun” dedim, “yok yahu, dikkatli baksana karavan, tatilleri, turneleri artık ucuza getireceğim” dedi… Çok keyifliydi…


Bir ara “ufak tefek sağlık sorunları” olduğundan dem vurdu:


-Ameliyat filan dedi doktorlar ama ben istemedim, o by-passlar filan ağır işler, kimse bana baksın istemem doğrusu…


Ah sevgili komşum, canım kardeşim, değerli unutulmayacak meslektaşım, sana veda etmek ne kadar zor…



Sabah Yasemin (Mıstıkoğlu)  aradı, ağlıyordu, rengarenk gömlekleri  çok seversin ya, sana Cape Town’dan bir tişört getirmiş, üstünde gergedan resmi varmış…Bilirsin, “paragöz avcılar, 10 bin dolar uğruna, bulup vurmasın”  diye hayvanseverler  gergedanın yerini gizli tutar… Keşke seni de ecelden saklayabilseydik…


Söz bitti sustum…


Senin için bu akşam o tuhaf isimli şaraptan bir kaç kadeh içeceğim…

————————————-

Cenaze töreni https://youtu.be/G7WbYbvRvIY?si=WTbVQxWv6Ub2AX2U


 

Pazar, Ocak 24, 2021

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi


Uğur Mumcu kimdir? Uğur Mumcu suikastinin 26. yıl dönümü… Uğur Mumcu’yu anıyoruz, işte Uğur Mumcu’nun sözleri…


24 Ocak 1993 Pazar günü çok soğuk, hatta bizim o taraflarda karlı bir gündü, şehrin epey dışında, Eryaman’da oturuyorduk. Öğle saatlerinde  ailece Esenboğa’ya  doğru yola çıktık. Eşim Feyzan  o gün yurtdışına gidecekti, onu havaalanına bırakacaktık, çocuklarımız küçüktü, evde yalnız kalmalarını istememiştik.

O yıllarda, Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda çalışıyordum. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı dönemdi, zamanla yarışabilmek kaygısıyla gazeteden hepimize birer çağrı cihazı verilmişti. Çantamda duran cihazın mesaj anlamındaki biplerini duyunca çıkarıp baktım:

 

-Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bomba infilak etti... (*)


Tekrar tekrar okudum, inanamıyordum. Sanki okuduklarım kafama girmiyordu. Tam bir dumura uğramışlık haliydi...Çağrı cihazları sadece gelen mesajları gösterebiliyordu, yazışma yapılamıyordu. Kıvranıyordum meraktan, endişeden, ama yer demir gök bakırdı. Esenboğa’ya vardığımızda, arabadan hemen inip, bulduğum telefona sarılıp, büroyu aradım. Dakikalarca uğraştığım halde santrali düşüremiyordum, sürekli meşguldü... Nihayet telefon açıldı:


-Ben Nursun, Uğur Beye ne oldu?

-Bomba.. Mesajı gördün herhalde.

-Evet ama Uğur Bey?

-Ne yazık ki...


              

Cüneyt Arcayürek yönetiminde çalıştığımız o günlerde, Ankara Bürosunda yaşanan süreç çok ağırdı. Herkes yaslıydı ama yas tutmaya imkan mı vardı? Bir kere,  olay yerinde ve aileyle geçirilen acı anlara dayanmak çok zordu, büromuza taziye için gelip gidenin haddi hesabı yoktu. Devletin tepesindekilerden, meslektaşlarımıza, sade vatandaşa, sayısız insanla Kızılay’daki Cumhuriyet Bürosu dolup taşıyordu. 


Hepimiz işin bir ucundan tutabilmek için yanıp tutuşuyorduk, erken saatteki gündem toplantısından başlayarak, gün boyu, hatta geceyarılarına dek süren toplantılarımızın tek gündem maddesi korkunç suikastti... Araştır, konuş, sor... Ona sor, başkasına sor, sor, sor, sor...


Cenaze günü geldi çattı. Cüneyt Bey büro planlaması yaparken benim büroda kalmamı, İstanbul’a haber geçişini yürütmemi istedi, Uğur Mumcu’yu sonsuza uğurlama törenine katılamayacaktım, çok üzülmüştüm.(**)


Çarşamba sabahı (27 Ocak günü)  çocukları komşuma emanet edip (o gün çok yoğun geçecekti, eşim Ankara’da değildi, çocukları okula getir-götür işini yapmak zor olabilirdi)  erken çıktım evden. Cenaze töreni nedeniyle yolların kapalı olabileceğini hesaplayarak (İstanbul yolundan Atatürk Bulvarındaki büroya 30 kilometrelik bir mesafe katedecektim) Ulus taraflarına ulaştığımda trafik iyice ağırlaştı, hele  Kızılay’a vardığımda  trafik tamı tamına kör düğümdü. Ter içindeydim, caddeler, sokaklar insan seliyle dolup taşıyordu. Büroya zamanında varamamak endişesiyle kıvranıyordum. Bulduğum ilk boşlukta arabamdan kurtulup! büroya koştum, çok erken bir saat olmasına karşın içeri adım attığımda Aziz Nesin’i masalardan birinde otururken gördüm, bir kaç sözcükle selamlaştık, karşılıklı taziye diledik, çok durgundu.


Bir yandan ajansları izliyor, büroya ulaşan haberleri düzenleyip İstanbul’a geçiyor, bir yandan camdan dışarı bakarak, çevremizdeki hıncahınç dolu sokakları izliyordum. Sağanak yağmur altında, Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” diyen  o unutulmaz şarkısı (***) çınlıyordu hoparlörlerde... Kızılay’daki yoğunluk saatlerce sürdü, binlerce kişilik insan seli, ancak Cebeci’ye yönelince sesler azaldı... 


-Peki, Cumhuriyet Ankara Bürosunun tam kadro haftalarca sürdürdüğü takip, araştırma, inceleme çabası ortaya ne çıkardı? 

-Hiçbir şey...


Uğur Mumcu’nun şu sözü, yıllar sonra kendi kaderini de mi anlatıyordu?


-Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız sonra daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur...


 

İçimden Geçen Zaman

Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” kitabının sayfalarını, yayınlanışından 8 yıl, Uğur Mumcu’nun katledilişinden 28 yıl sonra yeniden çevirirken, toplum olarak aydınlığa çıkış umutlarımızın iyice tükendiğini hissediyorum.


Hele Uğur Mumcu’ya,  “rahat uyu” diyememenin yarattığı azap, hançer gibi yüreklerdeyken, bu korkunç cinayeti aydınlatma sorumluluğundaki herkese uyku haram olmalıydı...


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Uğur_Mumcu

(**) https://www.gercekgundem.com/galeri/medya/8316/on-binlerce-kisi-ugurlamisti-ugur-mumcunun-cenaze-toreninden-kareler

(***) https://youtu.be/F7GwScr3Mys



Pazartesi, Ocak 11, 2021

Çileli meslek gazetecilik



Hava çok soğuk, hele gecenin bu saatinde...

Çalışma odam sıcacık, ne kadar değerli...Gazeteciler Cemiyetinin 75. Kuruluş yıldönümü yaklaşıyor, bir söyleşiye  hazırlanıyorum. Kimlerle konuşacağım? 

Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Uğur Mumcu’nun deyimiyle “sakıncalı piyade” dördü de...Ortaya koydukları yürekli gazetecilik, onları yıldızlaştırdı ama ağır bedel ödediler. Art arda açılan davalarla defalarca gözaltına alındılar, tutuklandılar, Silivri’de, Sincan’da buz gibi hücrelerde, sert ranzalarda onca eziyet çektiler, üstelik çileleri hala dolmadı.

Sanal ortamı geziyorum, oooo neler neler yaşamışlar. Haklarında sahte delil mi üretilmemiş? Çocuklarıyla eşleriyle doğru dürüst vedalaşamadan nasıl apar topar hapse götürülmüşler? Müyesser “çıplak aramalara bile tanık olduk” diyor... Bir kendini bilmez hapishaneye girişinde Barış Pehlivan’ı darp ediyor. Barış Terkoğlu’nun küçücük oğluna söylenmemiş  babasının hapiste olduğu... Kim bilir nasıl sayıklamıştır “babam nerede?” Diye... Murat Ağırel’in 8 yaşındak kızı Ada ise acılara merhem olsun diye sanki,  bir şiir yazıp gönderiyor “Sen Benim Kahramanımsın” diye seslendiği babasına...

-Yahu bu insanlar ne yaptılar size? Suçları neydi?

-Terör örgütü üyeliği, Cumhurbaşkanına Hakaret, Halkı Kin ve Düşmanlığa sevk, Özel Hayatın Gizliliğini İhlal, Devletin Gizli Belgelerini Yayınlamak... 

-Bu insanlar suç makinesi miymiş? Bütün bu dehşet suçları nasıl, neyle işlemişler?

-Ellerindeki kalemle...

Biliyorum aklınızdan neler geçtiğini... Neden sustuğunuzu da...

Çünkü 2021 Türkiye’sinde gazetecilik hala tehlikeli ve çileli meslek.

İşte bizim cemiyetimizin  başkanları... Neredeyse hepsi hapislerde süründürülmüş. Altan Öymen, Ecvet Güresin, Cüneyt Arcayürek...

Bizim dönemimizde de benzer olaylar yaşandı. 

Cumhuriyet ve Milliyet  Gazetelerinde çalıştığım yıllarda dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in mal varlığı sorgulanıyordu. Bu konudaki bir istihbarat için İstanbul’da Çiller’in “annemin yastık altık altında buldum” dediği 7.5 milyon dolarla ilgili araştırma yapıyordum. Annesi Muazzez Hanımın 7.5 milyon dolar şurada dursun, kira evinde oturduğu, hatta kirasını geciktirdiği için hacze uğradığını ortaya çıkarmıştım. Gazetenin genel yayın müdürü Derya Sazak’ı aradığımda öyle bir azar işittim ki:

-Sen beni böyle kritik bir konu için neden telefonla arıyorsun?

-Şu anda Muazzez Hanımın evindeyim. Kapıcısıyla, ev sahibiyle görüştüm, haciz olayını doğruladılar. Foto muhabiri isteyecektim.

-Hayır tamam, sen ayrıl oradan. İstersek biz  sonra foto muhabiri göndeririz.

“Haber ne oldu peki?” Diye sormayın, çünkü  onca emek harcadığım haber, patron Aydın Doğan’ın çıkarlarına halel gelir diye mi? Yoksa Derya Sazak’ın kendi inisiyatifi ile mi bilmiyorum, yayınlanmadı...

Sonra o kira evinin sahibi arayıp bana dert yandı:

-Yahu Nursun Hanım, beni de topun ağzına getirdiniz...

-Neden? Haberim yayınlanmadı ki...

-Aman aman, iyi ki yayınlanmadı, buna rağmen öyle bir gürültü kopardı, bana öyle baskılar yapıldı, tehditler savruldu ki... Ya bir de yayınlansaydı? Kim bilir ortalık nasıl birbirine girecekti?

TBMM’de Tansu Çiller’in mal varlığını sorgulayan soruşturma komisyonu da konunun üstüne gitmiş ve bu icra meselesini sorgulamıştı. Ancak sonradan bütün liderlerin mal varlıkları soruşturma kapsamına alınınca, iş sulanmış, Çiller’e can simidi atılmıştı. Tabii Başbakanlığının son günü, ‘örtülü ödenekten” bir özel bankadaki hesaba aktarılan 500 bin TL de, hiçbir zaman sorgulanmadı...

-Canım sen durumu hafif atlatmışsın, hapse mapse de girmemişsin...

Diyorsunuz ama epey macera geçti başımızdan. Mesela benim telefon defterim üç kez kayboldu... düşünsenize, gazetede, çalışma masamın üstünde duran bir telefon defteri nasıl kaybolabilir? Artık bilemiyorum o defterler nasıl uçup gitti masamdan? Belli ki hangi kaynaklarla görüşerek bu haberleri derlediğimizi öğrenmeye çalışıyorlardı... İkide birde genel yayın müdürünü, gazetenin sahibini arayıp beni şikayet etmeleri, haberleri yayından kaldırtma çabasına girmeleri tuz biberiydi yaşadıklarımızın.

O sıralarda şehirden uzak bir semtte oturuyorduk Eryaman’da... Yılın ilk karı düşerken camdan sokağı seyrediyordum, eşim seyahatteydi, çocuklar uyumuştu, telefonum çaldı:

-Alo, Nursun Hanım?

Bir kadındı arayan.

-Buyrun?

-Beni tanımazsınız, İstanbul’dan geldim, fazla vaktim yok, sizinle görüşmek istiyorum. Önemli bilgiler belgeler vermek istiyorum. Buluşabilir miyiz?

Çok tuhaf göründü bu telefon, dedim ki,”Ben bu saatte evden çıkamam, çocuklar küçük, onları yalnız bırakamam...” ama ismini vermeyeceğim kadın, “o halde ben size geleyim” diye ısrarcı oldu, “benim evim çok uzak, hem kar yağışı da hızlandı” diye karşı çıksam da olmadı...Gazetecilik merakı ağır basınca reddedemedim, adresimi verdim. 

Dışarıda tipiye dönüşen karı camdan izlerken, geceyarısını biraz geçe, bir taksi geldi, yavaşladı ve evimizin önünde durdu. Taksiden inen kadın apartmana girdi, zilimizi çalınca buyur ettim.

Çay yaptım, iki saate yakın konuştuk, neler neler anlattı. Çantasından çıkarttığı bazı  fotoğrafları, belgeleri paylaştı:

-Bakın bunları ilk kez siz görüyorsunuz.…

Gece bir türlü uyuyamadım, sağa sola dönüp durdum. Özel yaşama ilişkindi konuğumun anlattıkları. Düşünüp taşındım, o saatte birlikte kitap kaleme aldığımız yakın arkadaşım, meslektaşım Ali Bilge’yi aradım, ertesi gün buluşup konuştuk:

-“Aaaa demek doğruymuş söylentiler “dedi. Fakat biz o bilgileri kullanmamaya karar verdik. Çünkü özel yaşama dair bilgilerin bizim kitapta yeri olmamalıydı.


Üzerimizdeki baskı bununla da bitmedi. Detayına girmek istemediğim bu baskılardan eşim ve kimi aile fertlerimiz bile nasiplerini aldılar.

-Yahu hep kötü olaylar mı yaşadın? Diye soruyorsanız, iyileri de başıma geldi ama ben enayiliğimden (!) fırsatı değerlendiremedim... Merkez Bankası Başkanlarından biri arayıp bir gün beni Ulus’taki çalışma ofisine davet etti, “önemli bir haber için olsa gerek” diye koşarak gittim... Bir sade kahve söyledi, sonra konuyu açtı:

-Yahu Nursun, sen ne diye uğraşıp duruyorsun bu çetrefilli işlerle? Bak sana ne diyeceğim, boşver gazeteciliği, gel bizim basın danışmanımız ol. Hem iyi maaş alırsın, hem gelecek güvencen olur ne dersin?

Güldüm, dedim ki, “Bu teklifi bana sizin durup dururken getirmediğinizi tahmin ediyorum... Teşekkür ederim, mesleğimden memnunum”  diyerek yanından ayrıldım. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile de pek çok sohbetimiz oldu… Başka bir sefere anlatırım…

Ya, işte böyle dostlar, çileli meslektir gazetecilik. 










Cuma, Ocak 01, 2021

2021’in ilk günü...ŞEREFE




-Hiç aklıma gelir miydi torunum şampanya kovasıyla oynayacak ben de kahkahalarla güleceğim?

-Eh, bunca yılbaşı geçirince insan, pek çok şeyle karşılaşıyor, hepsi ayrı bir hikaye...

Hatırladığım ilk yılbaşı, Gaybi Yatır Apartmanındaki evimizde, 7 numaralı dairemizde geçiyordu mesela... Annemle babam bize birer tane oyuncaklı çikolata almıştı, benimki kız bebek, ağabeyiminki tavşan biçimindeydi. 

Sonra oradan taşındık, Hanımeli Sokağın diğer tarafına geçtik, Hanımeli Apartmanında oturuyorduk. Babam, Ankara Sinemasında oynayan  bir Jerry Lewis* filmine bilet almıştı, bütün aile gözümüzden yaş getiren kahkahalara boğularak filmi izledik. 


Çocukluk ve gençlik yılllarımın en önemli ilkesi saat 24.00’ü gösterdiği anda ilk, Ayşegül’le birbirimizi kutlamamızdı... Sonra araya yıllar girdi, o terk-i diyar eyledi, Paris’e yerleşti. Yine sürdürdük ilk birbirimizi kutladığımız yılbaşıları... Millenyum’da ailecek Paris’teydik, Ayşegül’ün evinde, o ne güzel sofraydı... Eyfel’in ışıkları göz kırpıyordu uzaktan.

Bir yılbaşı hatırlıyorum mesela, gözyaşlarımı durduramıştım.

Başka bir yılbaşıydı, bir kadeh içer içmez “pek çok şeyden dönen!” başımla sarhoş olup, geceyi mahvettiğim...

Neyse işte, onların hepsi geride kaldı artık. 


Şimdi ailemizin odağında minik Leyla var. O belirliyor artık yaşam döngümüzü...

2020 tuhaf bir yıldı, hiç abartısız “ölümün kıyısından döndük”, buna neyin sebep olduğu hala muamma... Hastane süreçleri, ameliyatlar...  Tam bitti derken, bu kez de Covit 19 olayı, dünyayla birlikte hepimizi ölümün kıyısına taşıdı... Dünyada ölümler 2 milyon kişiyi geçti, bizde de durum çok fena... Pek çok sevdiğimiz insanı, tanıdıklarımızı, yakınlarımızı beklenmedik ve adeta çözümsüz görünen bu pandemiye kurban verdik.


Eh, yine de umutlu olmak istiyor insan... Bir kadeh şampanya bal gibi iyimserlik aşılıyor insana... Hele evde tatlı bir bebek varsa, yarınları müjdeliyorsa herkese...

-Şerefe

* https://en.m.wikipedia.org/wiki/Jerry_Lewis

Salı, Aralık 01, 2020

Fırtınada uçan defter (Japonya 1)





Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?


..........


Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 



Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.



Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...