Bu Blogda Ara

feyzan erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
feyzan erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ekim 08, 2024

Mor Salkımların Gölgesinde Atina






Ege’nin öbür yakasındaki kente ismini veren tanrıça Athena’yı Atina’ya gelip de anmamak olur mu? Hani Athena, kentin tanrıçası olabilmek için Poseidon’la yarışmış da asasını vurduğu yerde dev bir zeytin ağacı çıkıvermiş… İyi ki de öyle olmuş, zeytin ağacı kadar zarif, güzel, üstelik de yüzyıllarca ayakta kalıp, o kadar lezzetli, yararlı meyve veren başka bir ağaç var mı?

Hele de Atina’nın Kalamata bölgesinin zeytinleri… Mor rengiyle göz alan, kokusu, rayihasıyla damakları mest eden zeytinler… Peki yüzyıllar önce düzenlenen o yarışı Denizler ve Deprem Tanrısı  Poseidon kazansaydı ne olacaktı? Asasını vurduğu yerden fışkıran tuzlu su neye yarardı?  İçilmezdi bile! 


Sabahın erken saatlerinde ağzıma attığım zeytin tanesi beni Atina’nın yüzyıllar öncesine, geçmişine sürükledi. “Bu güzel kentin eski sakinleriyle keşke buluşabilseydim” dedim. 

Platon’nun akademisine devam eden iki kadından biri ben olsaydım mesela, yaşlı filozof şunları söylerdi belki:


-Dünya döndükçe, her şey değişir. İnsan, anlam arayışında olan bir varlıktır. İnsanlar gerçeğe değil, gerçek gibi görünen şeylere inanır…


Ben de ona sorardım:


-Dünya döndü döndü döndü ve bugüne geldik, pek çok şey değişti ama hala yaşamda anlam arayışımız değişmedi, siz buralardan gidince, öteki tarafta Atina’yı yaratan tanrılarla, hatta onun babası Zeus’la bile buluştunuz, yaşamın anlamını çözebildiniz mi?


Sonra Aristotales’le kendi kurduğu lisenin yer aldığı ağaçlıklı yolda yürürken tartışırdık… Ona günümüzün demokrasilerinden örnekler verirdim:


-“Demokrasi, insanların sayı çoğunluğuna dayanarak dilediğini yapmalarından başka bir şey değildir. Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline hızla dönüşebilir.” demiştiniz, haklı çıktınız, aradan bunca yüzyıl geçti ve biz dünya halkları bir türlü daha iyi bir yönetim biçimi bulamadık. Siz dünya siyasetini oradan nasıl görüyorsunuz? 


Belki de Platon ve Aristo’dan çok önce yaşayan Sokrates ile karşılaşırdık, tam da “tanrılara inanmadığı, yenilerini yarattığı” için ve “gençlerin ahlakını bozacağı” gerekçeleriyle yargılandığı dava sırasında… Onu, “bırak elindeki şu baldıran zehrini, ölümü değil yaşamayı seç, yoksa mahkemeler adaletsiz kararlar vermeye devam edecek” diye kendisine kestiği ölüm cezasından vazgeçirmeye, çabalardım.


——Mor salkımların gölgesinde —-


Geçmişin düşlerinden çabuk sıyrıldım, bahar aylarında, tam da mor salkımları açtığı günlerde Atina’da olmak gibisi var mıydı? Her yerde balkonları saran mor salkımlar belli belirsiz kokularıyla insanı mest ederken, sokaklarda dolaşmak büyük keyif değil miydi? Aceleyle giyindim, sokaklara attım kendimi:


-Buraya sadece bir kaç gün için geldiğimize göre, zamanı iyi kullanmalı. Akropol’ü önceki yıllarda defalarca görmüş, gezmiştik, yeni yapılan müzeyi çok anlattılar, o halde bir günümüzü oraya ayırsak mı? 


Sempatik rehberimiz Fotini birazdan bizi gelip otelimizden alıyor, sağlı sollu turunç ağaçlarıyla çevrili sokaklarda ilerlerken sohbet ediyoruz:


-Atina’ya ilk gelişiniz mi?

-Önceki yıllarda çok kez gelmiştim, Türk siyasetçilerin resmi gezilerini izlerken, Başbakan Turgut Özal’ın peşinde ya da Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in gelişlerinde. Fakat tahmin edersiniz, onlar haber yetiştirme telaşı içinde oradan oraya koştuğumuz günlerdi, etrafı yeterince gezip inceleme fırsatımız pek olmazdı. 

-A, demek gazetecisiniz, ben de o mesleği çok hayal etmiştim, okulunu da okudum ama bizi staj dönemimizde adeta parasız çalıştırmak istediler, ben de bir yıl sonra gazetecilikte kalıcı olma mücadelesini bıraktım, geçinmek ayakta kalmak için para kazanmak zorundaydım çünkü. 


Fotini’nin anlattıkları bana hiç de yabancı gelmiyor. Genç gazeteciler için de Türkiye’de durum aynı. Rehberimizle biraz ilerideki duraktan bindiğimiz otobüs bizi, ünlü Akropol’e çıkan yamacın eteğindeki müzeye en yakın noktada bırakıyor, yokuşu tırmanırken konuşuyoruz:


-Müze, antik çağlarda -kutsal kaya- olarak bilinen yol üzerinde yapılmış, ama müzenin 25 dönümlük arkeolojik sit alanına yerleşmesi tartışmalara yol açmış, şu anda müzede toplam 14 bin 250 parça arkeolojik buluntu sergileniyormuş. Müzeyi İsviçreli mimar, Bernard  Tschumi dizayn etmiş.


Müzenin giriş avlusunda ilerlerken, sağımızda solumuzda, yüzyıllar öncesinden bugüne ulaşan kalıntıları izliyoruz, her yanımız tarih… Fotini bize asırlık efsanelerden söz açıyor, kadim tanrılar arasındaki savaşları, aşkları anlatıyor. Mayıs sıcağında bile güneş altında ter içindeyiz, müzeden içeri girdiğimizde, serinlik hoşumuza gidiyor, ilk dikkatimizi çeken, üstünde yürüdüğümüz hollerin tabanının camdan yapılmış oluşu, aşağıdaki tarihi buluntuları net olarak görebiliyoruz.


Galerileri gezerken gördüklerimiz bizi hayranlıktan hayranlığa sürüklüyor… Heykellerin, rölyeflerin, objelerin hepsi birbirinden muhteşem. 


-Bir mermer bloğunu, üç boyutlu olarak hayal edip, elinde sadece bir çivi ve çekiçle son şekline getirmek için o heykeltraşların birer dahi olması gerekmiyor mu?


Tek tek inceliyoruz müzedeki paha biçilmez parçaları…


——Akropolden sökülen parçalar——-


Galerileri tamamlayınca, müzenin terasına ulaşıyoruz. Akropolün eskiden tavanına yakın üst bölümlerini süsleyen rölyefler, hem doğa koşullarından etkilenip zarar görmemesi için, hem de yüksekte durduklarında aşağıdan yeterince izlenemesinin zorluğunu aşmak adına tek tek yerinden alınıp bu terasa monte edilmiş… Camdan yapılma terasta, sağda uzanan Akropolün o muhteşem manzarası eşliğinde ilerliyor, arada durup dinlenip rölyefleri tek tek dakikalarca inceleyebiliyorsunuz. İşte her biri onlarca asırlık güzelim heykellerle  olmanın  en güzel yolu, fakat kimi noktalarda boşluklar var, kimi rölyefler sanki yeni yapılmış gibi, Fotini anlatıyor:


-Bunlar yıllar önce  Akropol’den sökülüp İngiltere’ye British Museum’a götürülen rölyeflerin replikaları. Defalarca resmi başvuru yapılmasına rağmen İngilizler bizim milli mirasımızı olan mermerleri bize geri vermemekte direniyor…


Bu durum, bizim de mağduru olduğumuz acı bir sorun. Dünyanın her yerindeki müzelerde, New-York Metropolitan’dan tutalım, British Museum’a, Berlin’e kadar o kadar çok bizden koparılıp götürülmüş tarihi eser var ki…

Saatlerdir yürümek ve o müthiş heykelleri izleyip resimlerini çekmekten yorulduk, müzenin Akropol’e bakan küçük lokantasında bir şeyler atıştırıp, biraz kendimize gelsek mi?


Ooo harika, masamızın karşısında yine Akropol.


Müzeden dönüş yolunda şans eseri Ege’nin sularında boğulmaktan kurtulup, buralara kadar ulaşabilen göçmenlerle karşılaşıyoruz, aralarında dilenen ya da ufak tefek elişlerini satmak isteyenler var, rehberimiz, kaldığımız otelin semtiyle ilgili uyarıyor:


-Akşam saatlerinde ıssız sokaklara fazla girip çıkmayın, güvenlik açısından sakıncalı olabilir. 


Gerçekten de sokaklar gözümüze pek güvenli görünmüyor, zaten pek çok terkedilmiş binanın görünüşü hayal kırıklığı yaratıyor, sanki pek  çoğuna yıllardır el atılmamış, sanki öylece çökmeye bırakılmışlar. 


Gezip dolaşmaktan yorulup, otelimize dönüyoruz, bu akşam erken yatmalı…


—-Atina’yı Türkler mi kurtaracak?—-


Ertesi gün, kenti üstü açık turist otobüsüyle Atina’yı dolaşmaya çıkıyoruz, kulaklığımızdaki otomatik ses kaydı, içinden geçilen yerleri anlatıyor, ancak kayıttaki Türkçe o kadar bozuk ki, anlamak adeta imkansız, hele bir de, “bu sokaklar genelevleriyle meşhurdur”  cümlesi yok mu?  Herhalde diyorum, otobüslerde kullanılan ses kaydı yapay zeka ile çalakalem oluşturulmuş… 


Atina’nın pek çok semtini otobüsün tepesinden izlemek, fotoğraf çekmek için ideal, Zindagma (Anayasa) Meydanını, Hadrianus Kapısını, ünlü Atina Maratonunun bitiş noktası Panathinaikos Stadyumunu geride bırakıyoruz. Yıllar önce bir zirveyi izlediğim Great Britain Otelini yeniden resimlemek için otobüsten iniyorum. 


Sonraki adres, Bizim Beyoğlu’nu andıran Plaka, yolda yürürken pek çok Türkçe konuşma kulağımıza çalınıyor. Bu aralar, zengin Türkler,  Atina’da ev satın alma modasına uymuş. Böylece iki taşla bir kuş vurmuş oluyorlar, böylece hem kendileri hem de anne babaları “altın vize” elde edip, Avrupa vizesi için kuyruklarda beklemekten kurtulmuş oluyormuş. 


Önceki yıllara göre ben Atina’daki genel ekonomik durumu ve sosyal yaşamı epey gerilemiş buluyorum, “Burayı Türkler mi kurtaracak?” Diye düşünmekten kendimi alamıyorum. 


——-Asma yaprağında levrek——


Akşam yemeği için tam da Akropol’e bakan bir restoranda yer ayırttık, manzara çok güzel, yemekler nefis. Asma yaprağında ızgara edilen levrek ve favanın tadı damağımızda kalıyor.  Strofi adlı restoranının girişindeki fotoğraflarda farkediyorum, burası “yüzyılın sesi” olarak opera tarihinin altın sayfalarında yer alan Maria Callas’ın da çok sevdiği bir yermiş… 


-Acaba Callas, buraya kimlerle gelirdi, hangi masaya oturur? Uzo mu şarap mı tercih ederdi? diye merak ediyorum.


Arkamızdaki masaya kalabalık bir Türk grubu gelip yerleşiyor, art arda uzo kadehlerini  kaldırıp, Türkçe şarkılar söylüyor, bir ara fonda çalan “Ya Mustafa” şarkısına eşlik ediyorlar. Dünya Ne küçük…


——Maria Callas Müzesi——





Kısacık Atina ziyaretinin benim için en heyecan verici noktalarından biri Maria Callas müzesi…Mitropoleos Sokak 44 numaradaki binada gördüklerimden büyüleniyorum. İşte Callas’ın 60 kilo vermeden önceki fotoğrafı, işte önce sesini beğenmeyip reddeden sonra kabul eden konservatuvardaki eğitim sürecine ilişkin resimleri. Onun ellerinin dokunduğu notalar, kendisine hediye edilen gümüş ayna, büyük aşkı Onassis’le çektirdiği resimler… Sahne kıyafetleri … Yarı aydınlık bir salondaki kanepe, rüzgarla dalgalanan perde ve onun sesinden duyulan bir arya…


Müzede geçirdiğim saatlerden büyük keyif alıyorum, Maria Callas’la yan yanaydım sanki, keşke sorabilseydim ona:


-Aşkın gözü sizin için de mi kördü? Amerika’nın first leydisi Jacqueline Kennedy için sizi terk eden Onassis uğruna onca yıl kendinizi kahretmenin, yaşama küsmenin alemi var mıydı? İşte üzüle üzüle sonunda sesinizi de kaybettiniz, asıl aşkınıza operaya, o muhteşem sesinize odaklansanız, olmaz mıydı?


Müzeden ayrılıyoruz, bu kez Callas’ın çocukluğunda, ilk gençliğinde yıllarca oturduğu evi görmek niyetindeyiz, hani konservatuvara ya da şan hocası Hidalgo’nun evine yürüyerek gittiği, gece gündüz bel canto tekniği ile şan çalıştığı eve…


-Aaa, o ne? Callas’ın oturduğu ev dökülüyor, yakında enkaza dönüşecek… Callas üzerinden bunca turist çekip, şarap şişeleri, parfümler, giysiler üzerine resmini yapıştırıp kazanç elde eden Yunanlılar evini tamir ettirme zahmetine bile girmemişler, ne acı.


——-Korint Kanalı——





Atina’da son iki günümüz… 


Sabah erkenden kalkıyoruz,  kara yoluyla 1.5 saat sonra ilk durağımıza,  Korint Kanalına varıyoruz, dünyada insan eliyle yapılmış üç büyük kanaldan biri, Ege Denizi ile Adriyatik’i bağlayarak zaman kazandıran önemli bir mühendislik örneği.. Rüzgarlı günde, bir özel yatın 6.5 kilometre uzunluğundaki kanaldan yavaş yavaş geçişini izliyoruz. Yolumuz uzun, şimdi Ege kıyılarındaki ünlü sahil kasabası Napflion’a gideceğiz. Kasabaya ulaştığımızda önce tepeden bakan kaleden fotoğraflar çekiyoruz, ardından parke taşlı küçük sokaklardan ilerleyip kasabanın meydanına giriyoruz. Camiden dönüştürülmüş bir kilise var, pek çok fotoğraf çekiyoruz. 

Evliya Çelebi, ta 17. Yüzyılda, bu toprakları defalarca “at sırtında” gezmiş, “Seyahatname”sinde sayfalara dökmüş, bölgedeki camilerin sayısından, Atina’da ziyaret ettiği “Kale” diye andığı  Akropol’e kadar gördüklerini, izlenimlerini aktarmış, hatta buralardan İstanbul’a, saray sofralarına gönderilen narenciye şerbetlerinin lezzetini bile dile getirmiş, onu anmamak olur mu? 


Ege’nin iki yakasının insanları, sokakları, mutfağı ne çok benziyor birbirine, 

Deniz kıyısında, kumkuvat ağaçlarının gölgesindeki küçük restoranda yemek yiyeceğiz şimdi. Önce mezeler ve yeşil salata geliyor, sonra koca bir tabak kızarmış barbunya. Yaşını almış bir kasabalı yaklaşıyor masamıza, buzukisi  eşliğinde şarkılar söylüyor… 

Son ikram, iki yakanın da sahip çıktığı “Yunan kahvesi,” bizim taze çekilmiş kahvemizle  yakından-uzaktan ilgisi yok ama telvesi bol, fal kapatalım, bakalım bir sonraki seyahat ne zaman?





Cuma, Kasım 17, 2023

Metin Uca… Elveda canım komşummm




Sevgili dostum, meslektaşım, komşum! Metin Uca’nın en zor anlarda bile gülümseyerek içinden geçtiği yaşama böyle erken, hem de doğum gününde!  veda edeceği aklıma gelir miydi? 


Asla… 


Neleri neleri dert edip, kızarak ama sonunda hep gülerek paylaştık yıllar içinde,  İstanbul, Bodrum, Ankara  buluşmalarında… İlk fırsatta arardı:


-Komşuuuum evde misiniz? Geliyoruuuum…

-Ne hazırlayalım sana?

-Bi menemen yap yeter… Bi de enişteye sor, o şaraptan kaldı mı? 


“O şaraptan” demesi,  şaraba düşkünlüğünden değil, bizdeki şarabın tuhaflıkları çağrıştıran adındandı…


Cumhuriyet’te çalıştığım yıllardı, o Kanal D’deydi, Kızılay’daki binanın üst katındaydı bürolarımız… İkimiz de sigara içmezdik ama her fırsatta buluşup, aşağıdaki trafik keşmekeşini, yukardan, yangın merdiveninden izlerken, günün haber “kıraatını” yapardık:


-Sen ne üstüne çalışıyorsun?

-Şu yeni kültür bakanından randevu aldım, ona gideceğim


Gitmişti de Kültür Bakanına… 


TBMM Bahçesinde neredeyse 1 saate yakın mikrofon tutmuştu o kültürlü! bakana, anlatmıştı da anlatmıştı adam, kültürümüzü nasıl yücelteceklermiş, neler neler yapacaklarmış. 


O uzun süren röportaja Metin’in son sorusu damga vurmuştu:


-En son okuduğunuz kitap neydi? 


Adama birden gençlerin deyimiyle “kal gelmişti!” Susup kaldı, nedense bir türlü hatırlayamıyordu o son okuduğu kitabı, tam 40 saniye süren bir “Eeeeeeeee” nidası çıkmıştı dudaklarının arasından… Haber öyle bitiyordu…


İki dakikalık haberin 40 saniyesi böyle geçince patron katında tabii kıyamet kopmuştu! 


Metin’in suyu böyle böyle ısınmaya başladı.


Köprülerin altından işte böyle çok sular geçti, ben önce Milliyet’e sonra Kanal D’ye transfer oldum, masalarımız yan yanaydı, birbirimize “komşum” deyişimiz bundandı… 


Ortaklaşa pek çok işler yaptık. Sayfa başında, time-code alırken, kurguda görüntü seçerken filan ikide birde, kahkahalara boğulurduk. 


Soğuk bir kış günüydü, Metin büroya erken gelmiş, çay ocağında salep kaynatırken, cezveyi taşırmış, ocağı batırmıştı… Bizim çaycı kriz geçirip, üstüne yürüyünce Metin’i elinden zor kurtarmıştık… Ertesi sabah bürodaki ortak haberleşme panomuza bir baktık, hınzır Metin,  çaycımızla aynı ismi taşıyan PKK elebaşıyla ilgili bir haber kesiği koymuş:



Unutmadığım ortak haberlerimizden biri Tansu Çiller’in mal varlığı soruşturmasıyla ilgiliydi. 


TBMM’de kurulan komisyonda DYP Genel Başkanının mal varlığı sorgulanıyor, ABD dahil, pek çok yerdeki sayısız tapuları, masalara yayılmış, tartışılıyordu. Çiller’e, bir de tespit edilen milyonlarca dolarlık “nakdi varlığı” üzerinde, “nereden buldun?” sorusu yöneltilmesin mi? Tansu Hanım, 7.5 milyon dolarlık parayı izah ederken, “annem ölünce yastık altından çıktı” demesin mi? O açıklamaları sırasında paranın bir kısmını da oğullarına sünnetlerinde  takılan altınlara bağlamasın mı?


Ben işin bu ciddi tarafını kotarırken, Tansu Hanımın annesinin,  ölmeden  önce kirada oturduğu Mecidiyeköy’deki dairenin kapıcısı ve ev sahibiyle konuşmuş, ödenmeyen kira borcu nedeniyle icraya uğradığını haberleştirmiştim.


Metin ise, haberi çok daha çarpıcı bir açıdan ele aldı, mikrofonu kaptığı gibi  Çıkrıkçılar Yokuşuna koştu, esnafla yaptığı röportajlarla kurguladı haberini… Dükkanlara girip çıkıp, tezgah arkasındaki adamlara yönelttiği sorulara aldığı cevaplar, akşam bülteninde reyting rekoru kırdı… 


-Size sünnet düğününüzde kaç milyon dolarlık altın taktılar? 


Diye soruyor, adamlar gülerek yanıtlıyordu:


-Ne altını birader, eniştem kendi yaptığı tahta oyuncak arabayı getirip koydu başucuma


-Babam kendi kolundaki Nacar marka saatini bana taktıydı, kayışı bol gelmişti de tornavidayla delik açıp benim cılız bileğime uydurmuştu.


-O zamanlar bi naylon gömlek modası çıktıydı, bana da Sıhhıye’deki Amerikan pazarından bi tane almışlardı. Pek gururlanırdım o gömleğimle, rüzgarda sırtımda balon varmış gibi şişerdi de sokakta dalya filan oynarken koşar, sırılsıklam ter içinde kalırdım. 


Metin o unutulmaz haberiyle TBMM’de aylarca devam edip, sonunda sulandırılıp, kapatılan mal varlığı soruşturmasını yerden yere vurmayı başarmıştı. 


Gün geldi patron katına şikayetler arttı, Metin’i gündüz bültenine kaydırdılar, orada da yasaklanan “İ” harfini ikide birde Ankara’nın Belediye Başkanlığına yapışıp kalan Melih Gökçek isminin başına getirince, bileti kesildi, kovuldu kanaldan… O sırada ben de benzer nedenlerle işten çıkarılmıştım, arada buluşup dertleşiyorduk, bir gün TBMM’ye, birlikte ortak aldığımız bir randevuya yetişecektik, onu Aşağı Ayrancı’daki evinden arabayla aldım, meclise geldik o kadar çok lafa dalmış, öylesine kahkahalarla dolu bir sohbete girişmiştik ki, tam basın bölümünün karşısında bir taksiyle kafa kafaya çarpıştık, biz Metin’le şok içinde apışıp kalmışken, birisi koşup “olay mahalline” geldi:


-Bir şey yok, bir şey yok, inin inin, bakın, taksi de az hasarlı… Aranızda anlaşıverin… 


Bir baktık, gelip bize bu sözleri söyleyen adam, dönemin Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu…

 

Biz şaşkınlık içinde durumu toparlamaya  çalışırken Ömer Bey kahkahayı patlattı :


-İyi iyi, tam yerinde yaptınız kazayı, bana da Ulaştırma Bakanı olarak müdahale edip iş yapma fırsatı doğdu… N’apiyim ya bana da son okuduğum kitabı sorsaydın?


Metin hicivden pes etmedi, başka kanallarda hazırladığı sabah programları, parodiler hele de “Pasaparola” yarışmasıyla ününe ün kattı, bu arada bir de “ampul şeklinde” kitap çıkarıp hiciv nasıl yapılırmış herkese onu kanıtlamasın mı? 


AKP yönetiminin hedefine ilk oturan gazeteci olmayı böylece başardı.


Ama işlerinden “kovulmak” asında Metin Uca’yı yok etmek şurada dursun, bereket kapılarını ona ardına kadar  açtı.


Metin’in parlak zekasından, hiciv yeteneğinden hiç hazzetmeyen AKP’nin sansürcübaşıları, yasaklamalarla, engellemelerle önüne türlü türlü manialar çıkarttılar. Yıllarını bu mücadelelerle geçirdi.


İşte bu zorluklar içinde debeleniyordu sevgili komşum, 5 Eylül’de Bodrum’da üst üste bir kaç gün bize ziyarete geldi, kah balkonda, kah kumsalda  saatler süren sohbetlerde yine kahkahalarla güldük, bir kaç resim gösterdi:


-Bak komşum, yeni oyuncağım. 


Resimler nedense bana tekne gibi görünmüştü, “oooo, yat sahibi de oldun hayırlı olsun” dedim, “yok yahu, dikkatli baksana karavan, tatilleri, turneleri artık ucuza getireceğim” dedi… Çok keyifliydi…


Bir ara “ufak tefek sağlık sorunları” olduğundan dem vurdu:


-Ameliyat filan dedi doktorlar ama ben istemedim, o by-passlar filan ağır işler, kimse bana baksın istemem doğrusu…


Ah sevgili komşum, canım kardeşim, değerli unutulmayacak meslektaşım, sana veda etmek ne kadar zor…



Sabah Yasemin (Mıstıkoğlu)  aradı, ağlıyordu, rengarenk gömlekleri  çok seversin ya, sana Cape Town’dan bir tişört getirmiş, üstünde gergedan resmi varmış…Bilirsin, “paragöz avcılar, 10 bin dolar uğruna, bulup vurmasın”  diye hayvanseverler  gergedanın yerini gizli tutar… Keşke seni de ecelden saklayabilseydik…


Söz bitti sustum…


Senin için bu akşam o tuhaf isimli şaraptan bir kaç kadeh içeceğim…

————————————-

Cenaze töreni https://youtu.be/G7WbYbvRvIY?si=WTbVQxWv6Ub2AX2U


 

2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...