Pretoria’dan ayrılıyoruz, jakarardalar tümden açmış, caddeler iyiden iyiye mora boyanmış, heyecanlıyı, üç gün üç gece sürecek tren yolculuğumuz nihayet başlıyor. Bizi Pretoria’dan Cape Town’a götürecek özel trende (Rovos) yer ayırtmıştık, trenin kalkacağı perona ulaşıyoruz. Bekleme salonunda şampanyamızı yudumlarken, valizlerimizi siyah takım elbiseli valeler alıp kompartmanımıza götürüyor, ardından trene, kompartımanımıza buyur ediliyoruz.
Valizlerimiz açılmış, giysilerimizi mini gardroba yerleştirilmiş, iki genç kadın bize kompartımanımızı tanıtıyor, banyonun kullanılışını, minibarı, vagon restorandaki yemek saatlerini, bar-vagonu, kitaplık, oyun salonu ve çay saatleri için özel vagonlarda nasıl vakit geçirebileceğimizi anlatıyor, en uçtaki küçük dükkandan alış veriş edebileceğimizi hatırlatıp soruyorlar:
-Ütülenecek veya temizlenecek giysilerinizi alabilir miyiz?
Akşam yemeklerine “itinalı kıyafetle gidileceğini” önceden öğrenmiştik, hazırlıklı çıkmıştık yolculuğa, gerekenleri “ütü” için teslim ettik.
Tren düdüğü duyuldu, hafifçe sarsılıp yola koyulduk…
Kompartımanımızın işlemeli yatak örtülerini, duvarda asılı tabloyu, küçük masanın üstündeki şekerlemeleri, zarif porselen fincanları, kristal kadehleri hayranlıkla inceleyip, minibarı açtım:
-Oooo şampanya soğuyor, ben bir duş alsam mı? Duşun ılık suyuna, sabun köpüklerine teslim olmak gibisi var mı?
Hazırlanıp koridora çıktık, treni baştan başa gezip görmek istiyorduk.
En arkadaki “açık hava, seyir vagonu” ile mi başlasak?
Hafif rüzgarda kanepede oturup, rayların önümüzde akışını, çevreye konup kalkan kuşları izlemek ne hoş…Biraz sonra kalkıp, trende keşif gezisine başlamalı…
Sigara içilen, kapıları sıkı sıkıya kapalı özel vagonu geçtik, bar-vagona ulaştık, nazik garsonlar istenilen içkileri, yanında küçük ikramlarla hazırlamaya hazır. İlerdeki oturma salonunda iskambil oynayanlara şans diliyoruz, restoran vagonun yanından geçerken Alman aşçıyla selamlaşıp, en sondaki dükkanda satılan hediyelikleri inceleyip geri dönüyoruz…
Şık bir oturma odasına benzeyen vagonda karar kılıyoruz, yeni demlenmiş çay, mis gibi kokan kahveler, küçük kurabiyeler pastalar ikrama hazır, rahat koltuklara yerleşip, camların dışındaki Afrika manzaralarını seyrederek kitap okumak büyük keyif değil mi?.
—-Matjiesfontein İstasyonu——-
Aralarında dostluk kuran her milletten yolcular arasındaki sohbet, kağıt oyunları, çeşit çeşit ikramlar, içkilerle devam ederken ilk durağa gelindi… Kurak Karoo Bölgesindeki küçük, terk edilmiş izlenimi veren bir kasabada, Matjiesfontein İstasyonunda durup, indik. Saatlerdir trende oturmaktan yorulan yolcular, “kapana kısılmışlık duygusu”nu atmak istercesine, hızlı adımlarla kasabanın her yerine dağıldı. 1880’de “toprak-altın-elmas” peşindeki İngilizlerle, Hollandalıların başlattığı Anglo-Boer Savaşları sırasında 12 bini aşkın İngiliz piyadeleri için askeri üsse dönüşen kasaba ve çevresinde şimdi sessizlik hakimdi. Yıllar içinde pek çok ünlü isme de ev sahipliği yapmış olan otelde dinlenme molası verdik.
-İngiliz feminist yazar Olive Schreiner, kitaplarını, hala saklanan, herkesin okumasına açık 5 binden çok mektubunu burada mı yazmıştı?
-Rudyard Kipling masallarını hangi odada kaleme almıştı? Winston Churchill in babası Lord Randolph’un yolu buralara neden düşmüştü caba?
-Şu duvarlardaki kanaviçeler acaba hangi kadınların zarif ellerinden çıkmıştı?
Diye düşünüp hayal etmeye çalışarak, otelin barına geçtik, “siyahi” barmenin piyanoda çalıp söylediği şarkılarla şenlendik.
Otelin müdavimlerinden biri, “beyaz ırkın üstünlüğünü” savunan, Güney Afrika’daki elmas madenlerinin tamamına el koyup, ünlü De Beers şirketini kuran “sömürgeci” İngiliz işadamı Cecil John Rhodes’miş… Bir dönem başbakanlık da yapmış, Rodezya ismi ondan kaynaklı imiş.
Matjiesfontein’de geçirdiğimiz saatler “Burada yaşam durmuş, hiç ilerlemiyor” duygusu yaratırken, biraz yürümek, sessizliği dinlemek, çevreyi izlemek aslında hepimize iyi gelmişti, trenimize döndük, güvenli bir başka istasyona ilerleyecek, geceyi orada geçirecektik.
Kompartmanımıza girdiğimizde hoş bir sürprizle karşılaştık. Yatak takımlarımız değişmiş, havlularımız yenilenmiş, yatağımızın üstüne bir şişe şampanya bile konulmuştu.
-Akşam yemeği için hazırlanırken, bir kaç yudum şampanya fena mı olurdu?
Vagonun penceresinden dışarıyı seyrederek ilerlerken, Güney Afrika’nın uçsuz uçaksız topraklarından geçiyor, düşüncelere dalıyorduk, bir ara saatler süren bir mola verildi, meraklanmıştık, bunun bölgedeki bitmek tükenmek bilmeyen elektrik kesintileri yüzünden olduğu söylentisi dile getirildi yolcular arasında. Bizler klasik tren nostaljisiyle keyifli bir seyahatteydik ama ülkenin her yöresine çalışan elektrikli trenler, belli ki uzun süreli kesintilerle ilgili sorun yaşıyordu.
Görevli biraz sonra elindeki küçük çanını çalarak koridordan geçti, yolcular akşam yemeğine çağrılıyordu:
Gece sakindi, trenimiz sabah ışıklarıyla hareket etti, kahvaltı ve öğlen yemeğinde sunulan seçenekler yine damak çatlatan cinstendi, hele ünlü Güney Afrika şarapları…
Yol boyu sohbetler sürdü, yeni tanıştığımız İngiliz çiftle iyi anlaşıyorduk, fakat kadının yüzü, kolları bacakları benek benek yara içideydi, sordum:
-Size ne oldu?
-Bir kaç yıl önce ciddi bir rahatsızlık geçirip ölümden dönmüştüm, işte o günlerde -Serengeti’ye mutlaka gitmeliyim- hayali yeniden aklıma girdi, bu trene binmeden önce Serengeti’de 10 gün kadar süren bir safariye katıldık, hep çadırda kaldığımız için her türlü sinek böcek saldırısına uğradım
Şaşırıp kaldık, o arada sevimli eşi söze karıştı:
-Evet çadırda kaldık. Bir sabah uyanınca ben de çadırdan çıkıp kahve hazırlamak istedim ve inanır mısınız bir aslanla neredeyse burun buruna denilebilecek bir mesafede karşılaştım.
Gözlerimiz büyümüş halde dinlerken adam:
-Yok yok, saldırmadı aslan, zaten çadırlarımızı koruyan tüfekli nöbetçiler vardı, korkmadık. Fakat ömür boyu unutulmayacak bir deneyim yaşamış oldum…
Diyerek kahkahalara gülerek, viskisini yudumlamayı sürdürdü.
Yemek sohbeti bittiğinde trenimiz de durdu… Tren şefi yemek vagonlarını dolaşıp bilgi veriyordu:
-Şimdiki durağımız Kimberley… 18. Yüzyıldan kalma elmas madenlerini gezeceğiz ve ünlü Big Hole’u seyir terasından izleyebileceğiz. Biliyorsunuz İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in tacında ve sürekli taktığı broşta yer alan Cullinam elması da bu madenlerden çıkmadır, hükümetlerimiz bu elmasları İngiliz Kraliçesinden geri istemişti, ancak bir zamanlar kraliçeye hediye edilmiş olan eşsiz elmasların geri verilip verilmeyeceği konusunda bize hiç yanıt verilmedi.
Bir kaç saatlik yolculuğun ardından Kimberley İstasyonunda trenden heyecanla indik, “dünyanın insan eliyle kazılmış en büyük çukurunu-Big Hole” görecektik. (*)
Kimberley, 18. Yüzyıl ortalarında “elmasa hücum” afetini yaşamış. 1871-1914 yılları arasında bu bölgeye göç eden tam 50 bin madenci tarafından kazma kürekle hallaç pamuğu gibi atılan topraklardan toplam 2 bin 772 kilo elmas çıkarılmış. Cullinan Elması (**) da bunlardan biriydi. Kazıla kazıla aşındırılıp yok edilen tepeden dışarıya atılan milyonlarca metreküp topraktan geriye, 240 metre derinlikte bir çukur kalmıştı.
Çukur sözcüğü, aslında içinde yaşanan o anı, inanılmaz derecede etkileyici ortamı, yukarıdaki seyir terasından aşağı bakarken ürpererek izlediğiniz o görkemli manzarayı tam anlatamıyor, çekilen fotoğraflar da. Keşke herkes görebilse…
Çukurun dibinden de aşağılara, 1 kilometrelik derinliğe inen maden galerilerine o yıllarda, işçiler ilkel asansörlerle 50’şer kişi olarak istiflenip indirilirmiş, biz de aşağıya indik, o daracık tünelleri başımızı eğerek gezdik, kayaların nasıl patlatıldığını bile (sanal gösterimle) gördük, etrafa saçılan kaya parçaları yukarıya konveyörlerle taşınıyor, dev çarklara atılıp çevrilen büyük parçalar kırıntılara dönüştürülüyor, şans yaver gittiğinde bazı parçalar ham elması dışarı atıyormuş…
Gezdiğimiz galerilerden biri müzeye dönüştürülmüştü, raflarda sergilenen geçen yüzyıldan kalan kimi belgeler ve eşyalar madencilerin çileli yaşamına ışık tutuyordu. Bulduğu ham elmasları yutarak midesinde saklayan bir madencinin öyküsü bizi sarstı. Duvara kelepçelenen zavallı adam, günler sonra midesindeki elmasları dışkılayarak çıkarmıştı…
Ünlü elmasların birebir kopyası da sergileniyor müzede, İngiltere kraliçesine armağan edilen Cullinan’ı, Tiffany’nin New-York 5. Caddedeki mağazasının vitrinini süsleyen sarı elması gördük. Duyduğumuza göre Cullinan Elması, ham haliyle, bizim Topkapı’daki Kaşıkçı Elmasından 80 kat büyükmüş…
Kimberley’de geçirdiğimiz saatlerde elmaslara dair her şeyi öğrenip trenimize döndük… Akşam yemeğine hanımlar şık giysileriyle, pırlantalarını takmış olarak katıldı…
Trendeki son gecemiz için bar-vagonda bir kokteyl düzenlenmişti, herkes birbirine 3 günlük gezinin fotoğraflarını gösterip izlenimlerini paylaştı…
Sabah saatlerinde Cape Town’a yaklaşırken insanların eğitim dahil, her türlü imkandan yoksun, parasız pulsuz adeta sıfır noktasında yaşadığı “teneke mahalleler”den geçtik. Belli ki bağrından sökülen elmaslar, Güney Afrika halkına hiç de pırıltılı bir yaşam sağlamamıştı.
Cape Town’da Masa Dağı başta olmak üzere, asırlar öncesinden bugüne ayakta kalan şarap bağları, lezzetli şarapların tadımı için düzenlenmiş kavlar, Ümit Burnu ve pek çok gezilip görülecek yer bizi bekliyordu…
(*)https://thebighole.co.za/
(**)https://en.m.wikipedia.org/wiki/Cullinan_Diamond