Bu Blogda Ara

Roza Hakmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roza Hakmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Ekim 18, 2020

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!


Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım. 

Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu Proust’un Sodom ve Gomorra’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar?” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda.


Daha önce kitap kulübümüzde  “Swann’ların Tarafı”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik. 

Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar emek vermişim, Sodom ve Gomorra’ya 2013’de başlamışım, sonra dön baba dön... Sonunda bugün tamamlayabildim.

-Peki aklında ne kaldı?  

Derseniz eğer, ustanın ustalığını tartışmak gibi bir cürette bulunamam tabii ki, ne haddime, ama okuduklarım, “o zamanın ruhunu yakalamak” açısından çok ilginçti. Bir kere kitabın adından da anlaşılacağı üzere, o dönemde de eşcinsel ilişkiler adeta lanetlenmiş ki gizliliğe bu kadar özen gösteriliyor. Usta belki kendisi de “o meşrepten” olduğu için bu aşırı özeni, mutlak saklanma gereğini çok çok iyi anlatmış. Yalnız bununla da kalmamış, bu çeşit ilişkilerin verdiği-verebileceği hazzı da bir o kadar iyi yansıtmış. İlginç bir nokta, bu kitapta başkişiyi (kendisini) kadınlara düşkün biri olarak göstermiş olması...

Neyse işte, kitabın ilişkiler tarafı böyle.Yalnız düşünüyorum da, Proust kalibresindeki bir Türk yazar şimdi çıkıp benzer bir kitap yayınlasa başına acaba neler gelebilir? Zaten İstanbul Sözleşmesini yürürlükten kaldırmalarının nedeni de belki LGBT korkuları değil mi? 

Peki, kitap dizisinin 1913’de yayımlanmaya başladığını dikkate alırsak, şu paragrafa ne dersiniz?

Tam prenses benimle konuştuğu sırada, Guermantes Dükü ve Düşesi de içeri giriyorlardı. Ne var ki, hemen yanlarına gitmedim, çünkü yolda Türkiye Büyükelçisinin eşine yakalandım; az önce yanından ayrıldığım ev sahibesini işaret ederek koluma yapıştı ve ‘Ah! Prenses ne harikulade bir kadın’ diye haykırdı.’diğer bütün insanlardan üstün! Bana öyle geliyor ki, erkek olsaydım’ diye ekledi, hafif bir Doğulu bayağılığı ve tenselliğiyle,’hayatımı bu ilahi varlığa adardım’

Biraz araştırdım o döneme denk gelen Türk Büyükelçilerini, bazı isimler üzerinde durdum ama o zamanlar  bile korkarım “kadının adı yok”muş ki, sefirelerin isimlerine rastlayamadım.

Proust daha sonraki paragraflarda ise Türk Sefirenin kendisini cahilliği ile sinirlendirdiğini de dile getiriyor.

Tabii otomobilin, telefonun o yıllarda çok yeni icatlar oluşu da Proust’un pek çok ilginç yorumuna yol açıyor ama, şu yazdıkları yok mu? Beni benden aldı doğrusu:

Ansızın, atım şaha kalktı, garip bir ses duymuştu; onu zaptedip, yere düşmemek için epey uğraştım, sonra başımı sesin geldiği yere doğru  kaldırıp, yaşlı gözlerle baktım: Elli metre kadar yüksekte, güneşin ortasında, iki büyük, parlak çelik kanadın taşıdığı, pek seçemediğim yüzünü insana benzettiğim bir yaratık gördüm. İlk kez bir yarıtanrıyla karşılaşan bir Yunanlı kadar heyecanlandım. Ben de onun gibi ağlıyordum, çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim  düşüncesiyle ağlamaya hazırdım.”

Proust bu romanındaki olaylar dizisini nedense siyasi bağlamdan uzak kaleme almış, belki yaşananlar genelde Paris dışında, kırsalda  geçtiği için. Neyse ki o günlerde patlak veren Dreyfus (*) Olayına biraz olsun değinmiş. Tabii, sürekli Dükler, Düşesler, Prensler, Prenseslerin muhteşem köşklerinde, malikanelerinde  verdikleri davetlerde, yemeklerde geçen romanda, seçkinlerin bu olaya da bir kaç sözcükle değinmeleri değinme sayılırsa. 

Ah, bir de Proust’un etimolojiye abartılı düşkünlüğünün beni deyim yerindeyse mahvettiğini söylemem gerekir. Fransadaki pek güzel  kırsal manzaralar tam anlatılırken, tam da biz bu manzaraları gözümüzde canlandırmaya çalışıp, hayallere dalacak iken, hoooop! kasaba ve köy isimlerinin kökenine iniliyor... Hangi kasabanın, köyün ismi meğer hangi kökene dayanırmış... Sayfalarca sayfalarca devam ediyor bu anlatımlar... İMDAAT diyecek olmuştum ki, kitabın muhteşem, mucizevi, cesur, daha doğrusu cengaver çevirmeni Roza Hakmen’in (**) Proust’la ilgili bir sözüne rastladım:

-İnsanın iki bacağı kırılıp da yatakta kalınca okunacak yazar...

Ohhh be!” dedim kendi kendime, “demek yalnız değilmişim


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_Olayı

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen


Pazar, Eylül 13, 2020

Erik marmelatı

Hayatın anlamını sorgulamayı felsefecilere mi bıraksak? Yoksa ilahiyatçılara teslim olup bunları hiç düşünmesek mi? Boş çaba, ne yaparsan yap bu soruya ömrün boyunca cevap arar durursun, asla bulamayacağını bile bile...



Bu düşüncelerle boğuşurken, koskoca bir Pazar günü sana kalmıştır. Özgürlük, yalnızlık ne büyük lüks, değil mi? E, peki nasıl geçirilecek o koskoca gün? Kolayı var, önce bir yürüyüşe çıkmalı, hem de erken erken, çünkü sonra güneş yükseldiğinde yürümek şurda dursun, sıcaktan kolunu bile kıpırdatamazsın... 

Şu Covit var ya Covit 19. Bizi ne hallere düşürdü. Eğer içimizdeki korkular olmasa şu koskoca günde kiiimbilir neler yapabilirdik, ama pabuç pahalı... Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Diyelim ki o menhus hastalığa yakalandım, “eh n’apalım dünyada 1 milyon insan öldü, senin ayrıcalığın mı var?” Deme bana. Böyle kestirip atamıyorsun ki... “Ya aile efradına, eşine dostuna da geçerse?” Diye düşünüp, hemen vazgeçiyorsun arkadaşlarını arayıp “buluşalım” konuşmalarından.

İyi o zaman, hafif esinti de var, yürümeye devam et... 

A, komşunun erikleri nasıl davetkar, “kopar beni” diyor. Olmaz ki, belki daha sonra toplayacaklardır. Yok canım, ne toplaması, yerlere dökülmüş mor mor bir sürü erik...

Aslında kaç gündür aynı bahçenin önünden geçiyorum, in cin top oynuyordu ortalıkta, ev terkedilmiş gibi... 

-Covite mi yakalandılar yoksa? Sakın hastanede filan olmasınlar? 

-Olur mu yahu, duyardık öyle olsa, belli ki tatildeler. Ama bu güzelim erikler ne olacak peki? Dallardakilere dokunamam da, yere dökülmüş olanları toplasam mı acaba? Nasılsa çürüyecekler. Yazık değil mi? Ah, canım annem, ne muhteşemdi onun yaptığı erik marmelatı. Hiç üşenmezdi, bir bakarsın halamla birlikte, pazardan dönmüşler, ellerinde fileler, hemen mutfağa girip, kilolarca eriği yıkayıp ayıklarlar... 


-İyi de o zamanlar rondo filan da yoktu evlerimizde, nasıl rendeliyordu anneciğim onca eriği?

-Hiç dikkat etmemişim ki... O yıllarda başımızda kavak yelleri esiyordu, mutfağa girip de kim marmelat pişirecekti? 

Aslında bugünü haftalardır elimde sürünüp duran “Sodom ve Gomorra”ya ayırmıştım ama toprağı bol olsun, Marcel Proust’a ayıp olacak belki de, ilerleyemiyorum bir türlü. Okurken o kadar çok araştırma yapıp, yeni bilgi edinmem gerekiyor ki... Okuma keyfimi yitiriyorum, okuduklarım aklımdan siliniyor, yeniden başa dönüyorum... Sakın bana kızmayın, sadece şunu sorayım size, bir yerde şöyle diyor Proust:

“Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer dil yanlışıdır aslında; bizim lisanımız bir kaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü...” 

Bunu yazmasına neden olan şey ise hizmetçi kız Françoise’ınördürse” yerine “ördütse” kelimesini kullanması... Tabii hemen dipnot: 

Fransızca metinde Françoise’ın yanlışlıkla estoppeuse dediği, örücü anlamındaki stoppeuse, stopper fiilinden türemiştir ve bu fiilin de eski Fransızca’daki şekli, estoper’dir...

Yaa gördünüz değil mi sıkıntıyı? Hadi ben neyse, kitabı keyif için okuyorum da çevirmen Roza Hakmen neler yaşadı acaba çeviri sırasında? Sevgili İrem Kutluk’un da kulağını çınlatmasam olur mu hiç şimdi?

Neyse sıkıcı Pazar günü, erik toplama vesilesiyle birden çok renkli hale dönüştü, komşunun bahçesine sessizce süzüldüm, yerdeki erikleri toplayıp torbama doldurdum. Ne yalan söyleyeyim? Sanki her an birisi bağıracak, “N’apıyorsunuz orada? Siz kimsiniz? Bırakın o erikleri” diyecekti. Neyse ki demedi... Çıktım eve geldim, annemle geçirdiğim güzelim yılları düşünerek erikleri yıkadım, ayıkladım, rondodan bir çırpıda geçiriverdim. Tarif ise Nimet Ablamdan geldi:

-Tencereye püre haline getirdiğin erikleri koyarken, -bir bardak erik, ondan bir parmak eksik şeker- hesabına uy, karışım kısık ateşte kaynasın, kıvama gelince miktarına göre limon tuzu at, biraz da öyle pişsin, arada köpüklerini al, ooh marmelat oldu da bitti işte... Afiyet olsun.

Birazdan güzel bir çay demlerim, dondurucudan simitleri çıkarıp ısıtırım, yanında bir dilim beyaz peynir ve erik marmelatı... Bundan iyisi can sağlığı...

Biliyorum, canınız çekti değil mi? Haydi, “Covit Movit dinlemem”  diyorsanız, buyrun çay-simit-erik marmelatı keyfine...

Neden kimseden cevap gelmedi?

Uff amma sıkıcı gün... Yine çare, “Sodom ve Gomorra”da galiba... Nerede kalmıştım?


https://www.nytimes.com/2017/05/15/t-magazine/william-friedkin-marcel-proust.amp.html

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen





Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...