Masallarda geçen kentlere benzettim Brugge’ü, sanki Hansel ve Gretel birden şu evden çıkıverecek, ya da Rapunzel upuzun saç örgüsünü kulenin tepesinden aşağı sallandıracakmış gibi.
Parke taşla döşeli daracık sokaklar, önümüzden geçen fayton, yansıyan güneşte pencereleri altın suyuna batmış gibi parlayan evler “gerçek olamayacak kadar” güzel görünüyor gözüme. Sabahın erken saatlerinde sessizlikte böyle düşünürken, öğlene doğru turist akınına uğrayan bu küçücük kasaba biraz “lunaparka mı dönüşüyor?” Diye kaygılanıyorum.
Ya o güzelim dantellere ne demeli?
Ah, iki gündür sabah akşam elime alıp incelediğim, birer esintiye benzettiğim o zarif danteller… Kar gibi bembeyaz ya da yılların soldurup beje döndürdüğü harika danteller… “Dokunmaya bile kıyamadığım şu dantelleri kim bilir yıllar önce hangi yetenekli parmaklar tasarlayıp örmüştü?” Diye düşünüyorum…
Bir dantel tutkunu ve “elinden tığıyla klavyesini asla düşürmeyen biri” olarak, burada görüp hayran olduğum “bobin danteli”nden söz edeyim sizlere…
“Atkı-çözgü mantığı” ile ve ahşap bobinlere sarılan incecik ipliklerle bir yastığa tutturularak yapılan dantel o kadar zarif ki, “keşke ben de yapabilseydim” dedim.
Bir kaç gündür karşılaştığım ve derin sohbetlere daldığım doğma büyüme Brugge’lü Lieve Pickery bana işin inceliklerini gösterdi. Bobinleri yıldırım hızıyla değiştirerek danteli ilerleten Pickery’e hayran oldum ama bu karışık tekniği yapmayı doğrusu ya göze alamadım. Pickery bu tekniği, çocukluğunda büyükannesinden öğrenmiş, sonraki kuşakların pek ilgili olmadığını ve bu dantellerin kaybolmaya yüz tuttuğunu üzüntüyle anlattı.
Ben de üzüldüm, her güzellik, sonunda yok olmaya mahkum mu olmalı?