Bu Blogda Ara

gençlik parkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gençlik parkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Sekiz silindirli 66 Buick ve yaşamımızdan yitip gidenler


Kimdi o komşular? Nereye gittiler? Oğullarının ismi Gürbüz, kızlarınınki Gülten miydi? Karşımızdaki Saadet Apartmanının sokağa bakan birinci katında otururlardı, evlerinin balkonunu çepeçevre saran mor salkımlı evde. Nisanda mı Mayısta mı açardı mor salkımlar? Ortalık nasıl bir yağlıboya resim şölenine dönüşürdü? 

İlk taşındıklarında onlara “mahalleye hoşgeldiniz” demeye gitmiştik annemle. 

Evin hanımı Gönül Teyze biz pırıl pırıl temizlenmiş, limon kolonyası kokan salonda misafir etmişti. Ev iki oda bir salondu, pardon salon salomanje... Duvarda, Saatli Maarif Takviminin hemen yanında duran saatin sarkacıyla, uzayıp giden kurma zincirinin ucundaki siyah abanoz kozalaklar nasıl da hoşuma gitmişti. Yakınına gidip, ayaklarımın ucunda yükselerek incelemiştim saati:

 “Tik tak, tik tak...” sesleri arasında yelkovan ilerliyordu, birden üstteki minik pencere açılmış ve mavi minik kuş çıkıp “guguk guguk” diye dört kez öterek saatin dört olduğunu haber vermişti. Hiç beklemediğim için irkilmiştim kuşun hareketinden. 

Kolonya ikram edilmişti anneme ve halama, benimse başıma döküvermişti damlaları Gönül Teyze. 

Çocukluğumuzda bunu bize hep yaparlardı, bir keresinde gözüme kaçmıştı da nasıl canımı yakmıştı kolonya. Sonra bizleri beyaz Amerikandan (*) kolalı, çepeçevre dantelli örtü serilmiş masaya buyur etmişlerdi. 

Peçetem boynuma iliştirilmişti. Fırından yeni çıkmış, mis gibi kokan bademli kurabiyeleri, şekerli “paşa çayıma” bana bana yemiştim. Hala damağımda hissettiğim o lezzet muhteşemdi. Kayık tabaklarda çıtır çıtır susamlı simitler, beyaz peynir ve çilek reçeli detayı tamamlıyordu... 

Sonra köşedeki divana oturmuş, hele elime bir cilt “Çocuk Haftası” (**) verilince nasıl kopmuştum dünyadan, hanımların sohbetinden:

-İşte böyle Emine Hanımcığım. Merzifon’dan tayinimiz çıkar çıkmaz bizim bey Ankara’ya gelip kiralık ev aradı ama öyle zor bulduk ki, ancak 100 lira havaparası (***) ile tutabilmiş burayı. 

-İnsaf yok ki ev sahiplerinde Gönül Hanım, biz de havaparası ile girmiştik eve beş yıl önce. Ne yapalım, çocukların okuluna yakın, Pazartesi pazarına da. Kasabımız, bakkalımız hep ayak altı. 

-Kasaptan memnun musunuz? Tavuk, sakatat filan da bulunuyor mu? Görümcemler gelecekler yarın, güzel bir karaciğer, kuzu gömleği filan bulabilirsem bir ciğer sarma yapayım diyorum. 

Ben divanda Çocuk Haftasının sayfalarını büyülenmişçesine çeviriyor da çeviriyordum. Bir macerada Yıldırım Kaptan uzay gemisiyle gezegenler arasında mekik dokuyor. Bir diğerinde Süperman uçarak enselerine bindiği kötülerin hakkından geliyordu. 

Annemler yemek faslını bırakıp çoktan saksıda çiçek yetiştirme bahsine geçmişlerdi: 

-Ah şekerim o kadar severim ki begonyayı, sobadan uzak bir yere, pencere kenarına koyacaksın. Haftada bir sulayacaksın, bak görürsün nasıl güzel çiçek verir hemen. Canım her ayın beşleri kabul günüm, beklerim tamam mı ben de? 

Sonra fısıltıyla konuşmalarından, benim duymamı istemedikleri bir konuya geçmişlerdi: 

-Vallahi kardeşim, pek görüşülmüyor o hanımla. Nasıl anlatsam, nikahsız oturuyorlarmış Sadi Beyle. Metresiymiş yani. Aslına bakarsan Sadi Beyin nikahlı karısı ile evi Emek taraflarında bir yerdeymiş, buraya haftada iki gün geliyor. 

-A, nasıl görüşülsün ki kardeş. Kızlarımız var, hiç olur mu? Sizin bey ne diyor bu işe? 

-Ah şekerim, bir cürmümeşhut (****) olayı olur da mahallede rezalet filan çıkar diye korkuyor. Aslına bakarsan bizim bey pek karışmaz sağda solda ne olduğuna. Malum bankacılık zor iş, hele yıl sonlarında devamlı mesaiye kalır. Neredeyse geceyarısına doğru gelir zavallım eve. Amaan, geçinmek kolay mı bu zamanda?

Nikahsız oturmak”, “cürmümeşhut” laflarını kafamda evirir çevirir, bir türlü “yedi” numarada oturan o güzelim Suzan Hanımla bağdaştıramazdım. Dalgalı sarı saçları aklıma gelirdi. Balkonda oturup, bacak bacak üstüne atarak sigara içişi, kırmızı ojeli, uzun tırnaklı o güzelim elleri hayalimde canlanırdı. Hep akşamüstleri çıkardı balkona, duvara gerilmiş iplere bir frenk gömleği, bir fanila asar, dalgın hülyalı bakışlarıyla Sadi Beyin gelişini beklerdi. Mahallenin çocukları sokakta “yakantop oynarken” Sadi Beyin gelişi hemen duyulurdu sekiz silindirli siyah Buick arabasının homurtusundan.

Saadet Apartmanının biraz ilerisine park eder, elinde paketlerle inerdi arabadan. Bir keresinde annemle Kızılaydaki Trakya Şarküterisinde alışverişteydik, Sadi Bey girdi içeri:


 -“Merhaba Mahmutcuğum” dedi, “bir şişe Kulüp Rakısı, biraz Rus Salatası, füme dil, Rokfor peyniri ve lakerda ver. Ha, karışık turşuyu sakın unutma, kadınbudu da koy biraz” 

Diye isteklerini sıraladı. 66 model siyah Buick çalışır durumda şarküterinin hemen önünde duruyordu. “Annemle niye hiç selamlaşmazlar?” diye hayıflanırdım hep. Birgün, bir dakikacık da olsa o arabaya binebilsem ne olurdu sanki? 

Annem beyaz peynir ve sele zeytinini sardırıp 
çantasından çıkardığı bir mor bin lirayla ödemişti parayı. Paranın üstünü alıp, elimi sıkıca tutmuştu, aceleyle çıkmıştık dükkandan. 

-Anne, niye o amcayla selamlaşmadın? 

-Sen bilmezsin böyle şeyleri. Sus, yürü bakalım. 

Manavın önünden geçiyorduk, kiraz yeni çıkmıştı, minicik can erikleri ve henüz tam olgunlaşmamış domatesler de. O kadar yalvarmıştım anneme ama kiraz almamıştı: 

-Hayır, daha mevsimi gelmedi. Hem çok pahalı. Bak eve gidelim sana kedidiliyle muzlu pasta yapacağım tamam mı? Ama bak, söz verirsen uslu olacağına. Eve gider gitmez dersinin başına oturacaksın. 

-Biliyorum biliyorum, zaten yarın matematikten imtihanım var, çalışacağım. Ama önce mandolin çalacağım yarım saat tamam mı? Aaa, anne sol teli alacaktık hani? Hadi Kocabeyoğlu Pasajının arkasındaki dükkandan alalım mı n’olur.

Alışveriş sonrası eve dönmüştük. Annem radyonun düğmesini çevirmişti, odayı “Yurttan Sesler”den nağmeler doldurmuştu, sonra “Şimdi de Zeki Müren’den Bir Demet Yasemen şarkısını dinleyeceksiniz” anonsu yapılmıştı. 

Annem önlüğünü bağlayıp, kızartma tavasını ocağa koymuş, yağı kızdırırken şarkıya keyifle eşlik etmeye başlamıştı. 

Ne güzel, ne güzel bir gündü. Günler sonra bir akşam babam eve gelmiş, elindeki Akşam gazetesini salondaki sehpaya bırakıp, anneme anlatmıştı: 

-Hanım meğer Sadi Bey züccaciyeci değilmiş. Uyuşturucu kaçakçısıymış, Marsilya’da geçen gün tutuklanmış. 

Annem hayretler içinde babama bakmış: 

-A, aman yarabbi. Demek kadıncağızın apar topar taşınması bu yüzdenmiş ha? Biz de komşularla “bir allahaısmarladık bile demedi” diye dedikodusunu etmiştik. Sanki biz ona “hoşgeldin” demişiz gibi... Yazık. 

Koşup gazeteyi almıştım, 10.sayfada Marsilya mahreçli tek sütuna üç santimlik haberi okumuştum: 

“Türk işadamı baz morfin kaçakçılığından yakalandı. Arabasının bagajında şüpheli bir paket ele geçirilen işadamı S. B. “paket benim değil” dese de Fransız makamları tarafından tutuklanarak cezaevine konuldu. Mahkemesi önümüzdeki günlerde başlayacak olan işadamı S. B. Türkiye’de cam eşya ticareti ile iştigal ediyordu.” 

Tuh, demek bir türlü ön koltuğuna oturamadığım 66 Buick artık iyiden iyiye hayal olmuştu. O sayfayı kapattım, 3. Sayfayı çevirdim, Hoş Memo bandının karikatürlerine neşeyle bakmaya başladım. Annemle babamın sesi geliyordu içerden?

-Ooooo, hamsi tava ha? Aman hanım biraz da pastırma dilimleyeyim mi? Ama bu mükellef sofraya bir kadeh rakı olmadan oturulur mu? 

-Seni gidi seniii. O zaman bana da bir kadeh Papazkarası koy olmaz mı? (*****) 


(*)Amerikan Bezi de denilen patiska kumaş. 
(**) 60’lı yıllarda zirveye oturan haftalık yayınlanan çocuk dergisi. 
(***) Konut kıtlığı çekilen yıllarda ev sahiplerinin ev kiralarken kiracıdan bir defaya mahsus aldığı para. (****) Medeni Kanunda zinanın suç sayıldığı yıllarda, kolluk gücü eşliğinde düzenlenen suçüstü yakalama hareketi.         
(*****)O yılların sepetli şişede satılan kırmızı şarabı.                               

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...