-Ne kadar zarif bir yapı değil mi?
Gazeteciler aslında sürekli güncelin peşinde koşsalar da, olayların ötesinin de tanığıdır, sokaktaki adamdan farkları, gözlemlerini kayda geçirmeleridir. Şimdilerde artık neredeyse herkes sosyal medya kullandığı için “zaman tanıklıkları” iyiden iyiye yaygınlaştı, yani yaşananlar “silinmez” hale geldi.
George Orwell’in unutulmaz romanı 1984’deki gibi (**) eğer başımızdakiler! beğenmedikleri kimi olayları tarihten kazıyıp yok etmeye kalkışmazsa, bundan böyle, yaşanmışlıklar asla tarihin derinliklerine gömülüp gidemeyecek, ne hiyeroglifleri, ne çivi yazılarını çözmeye uğraşacağız, ne de kaybolup giden parşömenlere yazılı antik metinler için hayıflanacağız.
“Savaşın eşiğindeki” Bağdat’a 2 binli yıllarda art arda yaşanan krizler sırasında o kadar çok gidip gelmiştim ki, bir zamanlar “Orta Doğunun Paris’i” diye anılan güzelim kent, benim için “komşu kapısı” olmuştu, Irak mutfağını damağım iyice benimsemiş, “makam” diye anılan, udun başrolde olduğu müzikli buluşmaları bile izlemiş, pek çok dost edinmiştim. Dicle Nehrinde avlanıp tahta şişlere gerilerek odun ateşinde pişirilen o nefis mazguf (yayın) balıklarının tadı hala damağımda. Her sofranın vazgeçilmez giriş yemeği olan humus da…
Yemeğin üstüne “mırra” (***) eşliğinde ikram edilen Süleymaniye’ye mahsus, kakuleli “Min El-Sama” (****) (cennetten gelen demekmiş!) tatlısını ise sadece o topraklarda tadabilirdiniz.
-Neden? Başka yerde yapılamaz mı?
Diye soruyorsanız bir gün etraflı anlatırım. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de belli aylarda “mucizevi bir şekilde” ağaç yapraklarına gökten dökülen özel serpinti, bu tatlının ana maddesiymiş. Kutularda una veya nişastaya gömülü saklanan bu nefis tatlı, kutudan çıkarılıp, uzunca bir süre dışarda bırakıldığında yine mucizevi bir şekilde eriyiveriyordu.
Her yanı hurma ağaçları, palmiye koruluklarıyla bezeli güzelim Bağdat’a yolu düşenlerin sanırım aklında yer eden bir görüntü de, kentin pek çok yerine adeta birer mücevher gibi serpilmiş, küçük kubbeleri mavi mozaikle kaplı camilerdi. Gece-gündüz bu camilerden duyulan (hoparlör kullanılmazdı o zamanlar!) o hazin ama davetkar ezan sesi herkesi nasıl etkilemesindi?
Ancak ezan da dualar da Saddam’ın düşüşünü engelleyemedi, ABD ve kuyruğuna takılı uyduları sayesinde Bağdat yerle bir edildi.
Çok görmek istesem de, o taraflara yolum uzun zamandır düşmedi, kim bilir şimdi bu güzelliklerden geriye ne kaldı?
Camiler dedik de aklıma geldi, geçenlerde Mimar Sinan’la ilgili bir kitaba (***) yoğunlaşmıştım, her sayfada bu büyük dehaya bir kez daha hayranlık duyuyordum, bir yandan da sürekli kendime sorup, durdum:
-Yahu -Osmanlı Torunuyuz- diye övünenler aslında Mimar Sinan’dan hiç mi feyz almamış? Ne oldu, nasıl oldu da biz mimariden sahne sanatlarına, şehir plancılığından müziğe her konuda bu kadar geriye gittik?
Kimileri şimdi “sen ülkede geriye gidişi yine son 20 yıla getirdin dayadın” diye kızıyorsa, onlara önerim şu.
-Gelin, başkentin Gölbaşı ilçesinde küçük bir gezinti yapalım, Mimar Sinan şaheseri camilerden sonra karşınıza çıkan şu görüntüleri bir de siz değerlendirin olmaz mı? Ha, içinizde “uzağa gidemeyiz” diyen varsa, buyursun aşağıda paylaştığım fotoğraflara bir baksın. Yorum onların…
(*) Fotoğraf Gazeteci Ümit Bektaş tarafından 4 Mart 2002’de çekildi
(**) https://bennursunerel.blogspot.com/2022/07/1984-bizi-mi-anlatms.html
(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C4%B1rra
(****) https://medium.com/@ev.erdogdu/a-heavenly-dessert-inspiring-unity-in-iraq-9f7c73001530
(*****) Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, Uğur Tanyel, İş Bankası Yayınları
Not: Bağdat izlenimlerimi Hamamböceği Sendromu başlığıyla Remzi Yayınevinden çıkan kitabımda toplamıştım. N.E.