Bu Blogda Ara

camiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
camiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Ağustos 18, 2022

“Cennetten gelen!” tatlı


 

Bu resim (*) yıllar önce  İran’la savaş sırasında ölen askerlerin anısına yapılan “Şehitler Anıtı”nın önünde Bağdat’ta çekilmişti… 


-Ne kadar zarif bir yapı değil mi?


Gazeteciler aslında sürekli güncelin peşinde koşsalar da, olayların ötesinin de tanığıdır, sokaktaki adamdan farkları, gözlemlerini kayda geçirmeleridir. Şimdilerde artık neredeyse herkes sosyal medya kullandığı için “zaman tanıklıkları” iyiden iyiye yaygınlaştı, yani yaşananlar “silinmez” hale geldi.


George Orwell’in unutulmaz romanı 1984’deki gibi (**)  eğer başımızdakiler! beğenmedikleri kimi olayları tarihten kazıyıp yok etmeye kalkışmazsa, bundan böyle, yaşanmışlıklar asla tarihin derinliklerine gömülüp gidemeyecek, ne hiyeroglifleri, ne çivi yazılarını çözmeye uğraşacağız, ne de kaybolup giden parşömenlere yazılı antik metinler için hayıflanacağız.


“Savaşın eşiğindeki” Bağdat’a 2 binli yıllarda art arda yaşanan krizler sırasında o kadar çok gidip gelmiştim ki, bir zamanlar “Orta Doğunun Paris’i” diye anılan güzelim kent, benim için “komşu kapısı” olmuştu, Irak mutfağını damağım iyice benimsemiş, “makam” diye anılan, udun başrolde olduğu müzikli buluşmaları bile izlemiş, pek çok dost edinmiştim. Dicle Nehrinde avlanıp tahta şişlere gerilerek odun ateşinde pişirilen o nefis mazguf (yayın) balıklarının tadı hala damağımda. Her sofranın vazgeçilmez giriş yemeği olan humus da… 


Yemeğin üstüne “mırra” (***)  eşliğinde ikram edilen Süleymaniye’ye mahsus, kakuleli “Min El-Sama” (****) (cennetten gelen demekmiş!) tatlısını ise sadece  o topraklarda tadabilirdiniz. 


-Neden? Başka yerde yapılamaz mı? 


Diye soruyorsanız bir gün etraflı anlatırım. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de belli aylarda “mucizevi bir şekilde” ağaç yapraklarına gökten dökülen özel serpinti, bu tatlının ana maddesiymiş. Kutularda una veya nişastaya gömülü saklanan bu nefis tatlı, kutudan çıkarılıp, uzunca bir süre dışarda bırakıldığında yine mucizevi bir şekilde eriyiveriyordu.


Her yanı hurma ağaçları, palmiye koruluklarıyla bezeli güzelim Bağdat’a yolu düşenlerin sanırım aklında yer eden bir görüntü de, kentin pek çok yerine adeta birer mücevher gibi serpilmiş, küçük kubbeleri mavi mozaikle kaplı camilerdi. Gece-gündüz bu camilerden duyulan (hoparlör kullanılmazdı o zamanlar!) o hazin ama davetkar ezan sesi herkesi nasıl etkilemesindi? 


Ancak ezan da dualar da Saddam’ın düşüşünü engelleyemedi, ABD ve kuyruğuna takılı uyduları sayesinde Bağdat yerle bir edildi. 


Çok görmek istesem de, o taraflara yolum uzun zamandır düşmedi, kim bilir şimdi bu güzelliklerden geriye ne kaldı?


Camiler dedik de aklıma geldi, geçenlerde Mimar Sinan’la ilgili bir kitaba (***) yoğunlaşmıştım, her sayfada bu büyük dehaya bir kez daha hayranlık duyuyordum, bir yandan da sürekli kendime sorup, durdum:


-Yahu -Osmanlı Torunuyuz- diye övünenler aslında Mimar Sinan’dan hiç mi feyz almamış? Ne oldu, nasıl oldu da biz mimariden sahne sanatlarına, şehir plancılığından müziğe her konuda bu kadar geriye gittik?  


Kimileri şimdi “sen ülkede geriye gidişi yine son 20 yıla getirdin dayadın” diye kızıyorsa, onlara önerim şu. 


-Gelin, başkentin Gölbaşı ilçesinde küçük bir gezinti yapalım, Mimar Sinan şaheseri camilerden sonra karşınıza çıkan şu görüntüleri bir de siz değerlendirin olmaz mı? Ha, içinizde “uzağa gidemeyiz” diyen varsa, buyursun aşağıda paylaştığım fotoğraflara bir baksın. Yorum onların…






(*) Fotoğraf Gazeteci Ümit Bektaş tarafından 4 Mart 2002’de çekildi

(**) https://bennursunerel.blogspot.com/2022/07/1984-bizi-mi-anlatms.html

(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C4%B1rra

(****) https://medium.com/@ev.erdogdu/a-heavenly-dessert-inspiring-unity-in-iraq-9f7c73001530

(*****) Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, Uğur Tanyel, İş Bankası Yayınları

Not: Bağdat izlenimlerimi Hamamböceği Sendromu başlığıyla Remzi Yayınevinden çıkan kitabımda toplamıştım. N.E.

Cumartesi, Haziran 19, 2021

Semiha Hanıma okul yaptırmak yakışırdı




Dikmen Vadisi, başkentin yeşillikler içinde, huzurla yaşanan semtlerinden biridir. Gelgelelim son zamanlarda bu vadiye bakan binalarda huzur kalmamış. Kiminle konuşsanız yeni yapılan “Semiha Yıldırım Camii”nin hoparlörlerinden yakınıyor:


-Bizim yaşadığımız bölgede çok sayıda cami varken bir de bu eklendi. Acaba bunca camiye ihtiyaç var mıydı? Bunu sorduğunuz anda, alnınıza -dinsizlik- yaftası yapıştırılıyor...

-Caminin yarattığı sorun nedir?

-Minarelerdeki her yöne bakan sekizer hoparlörü görüyorsunuz... Sabah ezanı öyle bir başlıyor ki aman allah! böyle yüksek ses olamaz. Aynı anda bebekler ağlamaya başlıyor, çoluk çocuk, yaşlı genç, hepimiz ayağa fırlıyoruz... Kimsede ne uyku kalıyor ne huzur. 

-Bu konuda şikayette bulundunuz mu?

-Tabii ki... Çevredeki bütün binaların sakinleri olarak ortak imzayla Diyanet’e başvurduk ama, hoparlörden gelen sesi ölçmüşler, yüksek değil normalmiş. Anlayacağınız, bu cami hizmete girdiğinden bu yana, kimsede uyku durak filan kalmadı. Yazık değil mi bize, hele de evinde hastası, kundakta bebeği olanlara?


Söylenenlere göre cami arazisini bir vatandaş bağışlamış, eski Başbakan Binali Yıldırım ve eşinin de katkısı olmuş ki camiye Semiha Yıldırım Camii adı verilmiş.

Semiha Hanım yıllarca öğretmenlik yapmadı mı? Son TC Başbakanı Binali Beye gelince, İstanbul Teknik Üniversitesinden mezun olmak gibi bir ayrıcalığa erişmedi mi? 

Sizce de bir öğretmen olarak Semiha Hanıma cami değil okul yaptırmak daha çok yakışmaz mıydı?

Üstelik cami yüksek binaların arasında öyle bir konuma sıkıştırılmış ki, bazı binaların penceresinden sanki minarelerine dokunmak mümkünmüş gibi duruyor.  


Benim anlamadığım ise şu tablo:


Memlekette bir cami yapma yaptırma furyasıdır gidiyor. Cami yaptırma dernekleri, büyüklerinin adına cami yaptıranlar, cami yaptırıp kendi adını koyduranlar... Yahu cami sayısı okul sayısını fersah fersah geçmiş, bu mu eğitime verilen değer? 

Son resmi rakamlara göre, Türkiye’de toplam cami sayısı 84 bin 684, okul sayısına gelince, devlete  ve özel girişimcilere ait okullar toplamı sadece 68 bin 589...

Çocuklarımız, gençlerimiz bu ülkenin geleceği değil mi? Kalkınmanın anahtarı onlarda değil mi? İbrahim Tatlıses’in kulağı çınlasın, “çocuklarımızı ille de Oxford’da okutalım” demiyoruz ama kaliteli eğitim için gereken altyapıyı onlardan neden esirgiyoruz? Plansız programsız kapıları açtığımız, 5 milyona yakın mültecinin de eklenmesiyle okul altyapımızın ne kadar yetersiz kaldığının farkında mıyız? 

Aman efendim “zülfü yare dokunma” dediğinizi duyuyorum. 

Duyuyorum da Şevket Eygi’nin bir yazısında anlattığı yaşanmış olay hala aklımda:

Ortalık henüz karanlık, doğu ufkunda fecrin belirtileri görünüyor. Sultanahmet civarında küçük fakat lüks bir otel. Ülkemizi gezmeye gelmiş bir turist, dünkü günün yorgunluğu içinde mışıl mışıl uyuyor. Birden 120 desibellik bir ses ortalığı inletmeye başlıyor. Uyku sersemliği içindeki turist şaşkınlıkla yatağından yere düşüyor...”

Peki Eygi’nin tavsiyesi ne?

Turistler sabah ezanıyla böyle mi uyanmalıdır?

Yataklara serilmiş yorgun argın uyuyor. Birden gönüllere huzur veren lâhuti bir ses gelir kulaklarına. Camilerde sabah ezanı okunmaktadır saba makamından. Turist önce yatağından kalkmak istemez. Henüz dinlenmemiştir. Minarelerden perde perde yükselen ses o kadar güzel, o kadar cazibelidir ki, dayanamaz kalkar, yatağında oturmuş olduğu halde huşû içinde dinler.

Ezan, doğru olan bir inancı duyurur insanlara.

Ezan güzeldir. Müslüman olmayana da haz ve zevk verir.

Ezana yapılabilecek en büyük hakaret hoparlörleri sonuna kadar açarak, neye uğradığını bilemeyen turisti yatağından düşürmektir.”





Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...