Bu Blogda Ara

Doris Lessing etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doris Lessing etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Kasım 21, 2020

Küvette Bir Kırmızı Gül



Şu Covit 19 denen menhus salgın bizi evlere hapsetti ya, alacağı olsun... E, ne yapalım? Teslim olacak değiliz. Kitaplığı alt üst ediyorum, yazarları büyüteç altına alıp, kitapları kelimelerine kadar inip analiz etme çabasındayım. Vaktimiz nasıl olsa bütün bunları yapabilecek kadar bol. Eskiden olsa öyle miydi ya?


-Alo, ne var ne yok?

-Ne olsun, kitap var elimde

-E koy onu şimdi kenara, çok iyi bir film gelmiş, alıyorum biletleri, kalk gidelim...


Hemen ayağa fırlayıp evden çıkmalar, koşa koşa 14.00 seansına yetişme çabaları, filmi izledikten sonra bir yerde oturup, kahve-çay eşliğinde film üzerine tartışmalar...


Bununla da bitmiyordu doğal olarak. Düşünsenize, “salgın hayatımıza girmeden önce” sokakta yapacak ne çok işimiz vardı. 


-A, beyaz peynir bitmiş, çıkıp alayım, sonra da Ayşe ye uğrarım, biraz laflarız. Kış da kapıda, şöyle sıcak tutacak kadife bir sabahlık mı alsam? Tunalı’ya da ne zamandır çıkmamıştım, birbirinin kopyası AVMler  insanı deli ediyor,  oradaki dükkanlara bakar, belki farklı bir şey bulurum. Hem, Tunalı’da yürürken her zaman birisine rastlanır, ayaküstü sohbet kurulur:


-Selam yahu, nerelerdesin?

-İşler güçler geride kaldı, asıl sen ne yapıyorsun?

-Gel şurada oturalım, dur, sen de Sandviç’in  karışık tostunu sevmez miydin? Paket yaptıralım, Kuğulu’da atıştırır sohbet ederiz


Derken günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar su gibi geçer gider. Kitaplar da okunur ama öylesine...


-Tretyakov Müzesi neydi


Diye sordunuz. 


Son haftalarda bir söyleşiden mülhem (!) * Doris Lessing’e takıldım. Takılmakla kalmadım “sabit fikir” haline dönüştürdüm Lessing’i. Düşünebiliyor musunuz? Bir kaç yıl önce okuduğum anılarını (Under My Skin) **  buldum ve altını çize çize, notlar ala ala okuduğum kitaba bir baktım ki, onu okuyan meğer ben değilmişim. 


-Nasıl olur yahu? Alzheimer dedikleri bu mu yoksa?


Diye kendi kendime sora sora yeniden başladım okumaya. Bu kez altını çizdiğim yeni satırlar neredeyse bütün sayfaları birer karalamaya dönüştürdü... Lessing’in, dikkatimden kaçan ya da unuttuğum öylesine ilginç notları yer almış ki kitapta.



Örneğin Tretyakov Müzesi ile ilgili bölüm. 


Doris Lessing, kendisini “komünist” diye tanımladığı gençlik yıllarında, bir grup batılı yazarla birlikte Moskova’ya davet ediliyor, tam da Stalin pençesindeki Rusya’ya.  Davet tümüyle propaganda odaklı. Leningrad’a hatta Tolstoy’un köyü “Yasnaya Polyana”ya bile götürülüyorlar. Yol alırken bir çiftçi grubuna rastlayıp duruyorlar. Yaşlı bir çiftçi her türlü engeli aşıp, ölümü bile göze alıp, şunları haykırıyor:


-Size gösterilenlere inanmayın, Yurtdışından gelen ziyaretçilere yalan söyleniyor. İnanmayın. Hayatlarımız korkunç. Rus halkı-Rus Halkı adına konuşuyorum- eziyet çekiyor. İngiltereye dönüp size söylediklerimi herkes anlatmalısınız.Komünizm korkunç.


Lessing, Stalin ölmeden hemen önce gerçekleşen Moskova ziyareti sırasında ünlü Tretyakov Müzesindeki izlenimlerini de şöyle anlatmış:


“Tretyakov adında bir sanat galerisindeyiz, etrafımız otlayan ineklerin, mutlu köylülerin, güzel manzaraların resmedildiği büyük tablolarla çevrili... Anlaşılan sadece “SAĞLIKLI” resimler yapmalarına izin verilen Sovyet ressamlar bu numarayla, en azından kendi durumlarını biraz yumuşatıyorlardı, bir resmi tamamladıktan sonra kasıtlı olarak bir köpek veya orada olmaması gereken bir figür ekliyorlardı. Bu resim evet veya hayır diyecek olan görevlilerin önüne konulduğu zaman, bu görevliler, daha yukarıdan eleştiri ihtimaline karşı kendilerini korumak durumundaydılar. Bu noktada devreye sanatçı girerdi, -Yoldaşlar şimdi gördüm-köpek yüzünden. Köpeği koymakla hata ettim- “pekala yoldaş, o halde köpeği çıkar” ve resim (elemeden) geçiyordu.”


Ne kadar ilginç ki, Lessing’den yarım yüzyıl sonra Moskova’ya gittiğimizde ben de Tretyakov’u gezdim, hem de saatlerce... Ama ben Ayvazovski tablolarını arama telaşındaydım. Hatta Ivan Shishkin’in  hasat, orman, hatta ayıları resmeden tablolarına bayılmıştım. Ama bu tabloların o dönemin Rusya’sını güzel, bereketli, özgür, neşeli, hayat dolu göstermek gibi bir amaçla, daha doğrusu “baskıyla yapıldıkları” aklımın ucundan bile geçmemişti.


Düşünüyorum da, Lessing’i “komünist” kimlikten vazgeçiren, “komünizm” sevdasından koparan acaba  bu ziyaret mi olmuştu?


Moskova’ya ben de ilk kez, “Glasnost” *** öncesinde bürokratlar ve gazetecilerden oluşan bir heyetle gitmiştim. Karşılamada, Vnukova Havaalanının özel bir salonuna alındık ve öyle bir sofrayla karşılaştık ki, şaşırdım. Şampanya su gibi akıyor, havyarlı bliniler (kanepeler), o sırada Moskova’da nadir bulunan tropik meyveler filan ikram ediliyordu. Biz hanımlara karşılamada uzun saplı birer kırmızı gül bile  armağan edildi.


Kızıl Meydandaki otelimize geçtik, bir elimde küçük valizim, öbür elimde uzun saplı gülüm, upuzun, buz gibi, ürkütücü koridorları katedip odama ulaştım. Odamda vazo bulamadığımı ve yorgunlukla hemen yatıp uyuduğumu anımsıyorum. Ertesi gün işlere güçlere dalmış, günün tamamını  dışarıda geçirmiştim, odama döndüğümde ne göreyim? Odanın temizliğini yapan görevli, benim uzun saplı kırmızı gülüme kıyamamış, solmasın diye küvete biraz su ekleyip gülü içine yatırmıştı. İşte bu resim o günden kalma.



Yıllarca “sözde devrim”in ezip geçtiği Rusya’yı Glasnost ve Perestroyka *** bir anda nasıl değiştirebilirdi ki? Yokluk heryerde hissediliyordu. Banyomuzda sadece küçücük sert bir el havlusu vardı, sabun bile yoktu. Bir arkadaşım bana yanındaki sabunu kırıp bir parçasını verdi.


Ertesi gün kahvaltı salonunda, iki kıdemli gazetecinin sohbetine tanık olmuştum:


-Mehmet Bey (Barlas), sizin yıllarca bize övüp durduğunuz komünizm bu muymuş?

-Sen ne diyorsun Kenan (Akın)? Övmekle kalmadım, baksana Rusya uğruna kan bile döktüm... 


Barlas sargılı elini gösterdi. Meğer o da zor bulduğu bir  sabun kalıbını arkadaşlarına pay edeyim derken, bıçakla elini kesip yaralamış.


Sohbete nokta koyan ise (rahmet olsunŞarık Tara **** idi:


-Beyler şu anda durum o noktada ki, buraya getirebilseniz, bir kasa limonla neler neler yapabilirsiniz... Mesela bir yıllık oda kiranızı karşılar, muhtemelen üniversite mezunu güzel bir kızı oda arkadaşı alır, hatta ona banyoda sırtınızı bile sabunlatabilirsiniz...


NOT: Daldan dala konduk ama Moskova’ya gitme sebebimiz, Şarık Tara’nın ENKA firması tarafından restore edilen tarihi Petrovski Pasajının hizmete açılması idi. https://www.turkrus.com/1341791-miladimiz-petrovski-pasajiydi-xh.aspx



*TDK Mülhem: Birisinin içine doğmuş. Esinlenmiş. 


**https://en.m.wikipedia.org/wiki/Under_My_Skin_(book)


***https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/glastnost-aciklik-ve-perestroyka-yeniden-yapilandirma-379

****https://en.m.wikipedia.org/wiki/%C5%9Ear%C4%B1k_Tara

Pazar, Kasım 01, 2020

19 Numaralı Oda



Küçücük iki çocuğu karşısına alıp ne söylemişti acaba?

-Ben sizi çok sevsem de, artık buralarda kalamam. Şu anda anlayamazsınız  ama benim için önemli sebepler var ve buradan gitmek zorundayım...

John ve küçük kız kardeşi, kendilerini terk eden annelerinin ardından öylece bakıp kalmış mıydı?

Bavulundaki tek kitap taslağı ve yanına aldığı oğlu Peter (3. Çocuğu) ile Londra’ya, yeni bir yaşama yelken açan Doris Lessing (*) acaba hiç gözyaşı dökmüş müydü?

Nobel’li yazar için, ölümünden yıllar sonra bile acımasızca tekrar tekrar gündeme getirilen bu soruya şimdi kim yanıt verebilir? 

Bilmem? Doğrusunu sadece kendisi anlatabilirdi sanırım. Ama o aramızdan ayrılalı çok oldu. Üstelik günlükleri “mühürlü” idi, hayattaki son çocuğu da ölmeden asla yayınlanmayacaktı.(**)  

Belki günün birinde öğrenebiliriz Lessing’in herkesten gizlediği duygularını...

Bu soruyu bizler neden tekrar tekrar kafamızda seslendirip duruyoruz? Niye merak edip duruyoruz bunları, yazarın kendi yazdıklarını, onca romanı, öyküsü, incelemesini okumak varken?




Yazar Nihan Kaya’nın okuma atölyesinin başlama saatini beklerken aklımdan bunlar geçiyordu, birazdan Doris Lessing’in “19 Numaralı Oda” başlıklı öyküsünü değerlendirecektik. Lessing benim iyi tanıdığım bir yazar olmamasına karşılık, yaşamının gençlik yıllarını kapsayan “Tenimin Altında” adını verdiği otobiyografisini okumuştum, tabii “19 Numaralı Oda”yı da... 2007 yılında aldığı Nobel ödülü öncesinde ve sonrasında hakkında yazılan pek çok incelemeyi de gözden geçirmiştim.

19 Numaralı Oda’da, Londra’da iyi koşullarda yaşayan “zeka evliliği” yapmış (bizdeki mantık evliliği mi acaba bu tanımlamanın eşdeğeri?) bir karı-koca anlatılıyor. Her ikisi de çalışma yaşamının içinde ve iyi  para kazanılırlar, ama Susan dört çocuk sahibi olduktan sonra işini bırakıyor. Oysa evde olmak ona hiç iyi gelmiyor, sürekli bir arayış içinde ve hep varlık nedenini sorguluyor. Kendiyle baş başa olmak gibi bir hedefi var aslında. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”da öğütlediği gibi... Olay örgüsü, sonunda Susan’ın 19 Numaralı Oda’da intiharıyla son buluyor. (Hep -Sylvia Plath da kendisine, benzer sonu, bu öyküden etkilenerek mi hazırladı?- sorusunu kafamda evirip çevirdim)

Nihan Kaya, dijital oturumu saat tam 20.00’de açtı ve daldan dala konarak hem Lessing, hem de ondan önce ve sonra kitapları yayınlanmış farklı yazarlarla ilgili pek çok konuya değindi. Yazın dünyasının okyanusunda onun aracılığı ile gezinmek çok renkli ve zevkliydi doğrusu,  onca kitabı yayınlanmış bir yazarın, karşımızdaki ekranda gülümseyerek:

-“Ah şimdi tatlı bir şey yemem gerek, size de tarifini vereyim, fındıkları kavuruyor ve sonra ezilmiş hurma ile karıştırıyoruz, çok güzel oluyor” diyerek atıştırması, hatta:

- “Bana şuradan el kremimi uzatır mısın?”  diye arkasına dönüp seslenişi, aramızdaki soğuk ekranı kaldırıp bizi o “mum gibi” (***) tertemiz, düzenli çalışma odasına alıverdi. Balkon penceresinden görünen petunya (****) henüz kışın soğuğunu yememiş olacak ki hala gülümsüyordu.

O sayede ben İngilizlerin Doris Lessing’i geçmişte pek sevmediğini, ancak 2007’de Nobel aldığında  ona ilgi gösterdiğini, Lessing’in kılık kıyafet konusunu pek önemsemediğini, röportajlarında bile üstüne öylesine geçiriverdiği uyumsuz kılıklarla gazetecilerin karşısına çıktığını öğrenmiş oldum.

Aslında bunun benim için zerre kadar önemi yoktu, asıl olan Lessing’in sözcüklerle önümüze açtığı bambaşka dünyalardı.


 


Bu söyleşiye İzmir’de yaşayan üniversite arkadaşım Sıdıka Yılmaz’ın önerisiyle katılmıştım ve çok da mutlu oldum, hatta Nihan Hanıma aklımdaki soruları sorma fırsatım da oldu:

-Lessing’in bu öyküde anlattıkları, Londra’nın o zamanki ruhunu yansıtıyor muydu? Acaba bu öyküyle “eğer çocuklarını ve Rodezya’yı geride bırakıp Londra’ya yerleşmemiş olsa,” kendi otobiyografisinde dediği gibi, “ya delirmek ya alkolik olmak” seçeneklerine birini daha mı eklemişti? Yani “intiharı?” Daha açık söylemek gerekirse Lessing belli ki yaşamı boyunca hiç kurtulamadığı vicdan azabını, bu öyküyle aklamış mı oluyordu, yani “intihar eden kadın” metaforuyla?

Aslında merak ettiğim bir şey daha vardı ama yanıtını bulamadım:

 -Lessing acaba içinden geldiği gibi, parmaklarından aktığı gibi mi yazıyordu? Yoksa kimi edebiyatçıların “19 Numaralı Oda”yı kılı kırk yararak inceleyerek ortaya koydukları savlara bakılırsa, (Buket Akgün), (*****) çocuklara konulan isimler,  Susan’ın bahçede gördüğünü sandığı karaltılar (yılan şeklindeki sopa!) gibi sözcükler, kavramlar,  etimolojik kökenlerine gidilirse, belli mitolojik çağrışımlar yapması için- Lessing tarafından kasıtlı mı seçilmişti?

Aslında bu öykü üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki...

Örneğin bunu bir Türk yazar kaleme almış olsa kim bilir kurguyu nasıl yapardı?

-Adamın karısını aldatması olayı bu kadar kolay geçiştirilebilir miydi? Ya Susan? Gerçek dışı da olsa kocasına “evet, ben de seni aldattım, ismi de şu” demeye cesaret edebilir miydi? Çocuklar annelerinin kendini dinlemek için kapandığı üst kattaki odanın önünde gürültü yaptıklarında, sonradan özür dilemek şurada dursun, bağırmaya haykırmaya devam etmezler miydi? Ya da adam, karısını takip ettirip, her gün Londra’nın pek de iyi gözle bakılmayan semtindeki bir otel odasında saatlerce kaldığını öğrendiğinde tepkisi ne olurdu?

Aslında bu atölyenin bendeki izlerini sayacak olursam, Nihan Kaya’yı tanımak, diğer katılımcıları dinlemek çok hoşuma gitti, hurma tatlısı tarifi de... Hele de Edna Vincent Millay’ınMavi Sakal” şiirinin analizi... Bu atölye vesilesiyle, günlerce Lessing üzerine varsayımlar ve düşünceler arasında dolaşıp, kaybolmak ise büyük keyifti.

Tabii en büyük kazancım da önümüzdeki günlerde başka kitaplara açılmak olacak, (Başta Nihan Hanımınkiler olmak üzere:) (*****)

-Damızlık Kızın Öyküsü (Margaret Atwood (The Handmaid’s Tale) 

-The Habit Of Loving (Doris Lessing)

-Kadınlara Mahsus (Marilyn French)

-Tavan Arasındaki Deli Kadın (Sandra Gilbert)

-Sarı Duvar Kağıdı (Charlotte Perkins Gilman)




Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...