Bu Blogda Ara

Irak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Irak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Aralık 25, 2023

Gökte ararken yerde buldum




Hem de bir arkadaş ziyaretinde karşıma çıkmasın mı?


Daha önce de söz etmiştim, “Min el Sima”dan, hani şu “gökten gelen” anlamı taşıyan tatlıdan… (*)


Bağdat’a, Süleymaniye’ye, Erbil’e defalarca gidiş gelişlerim olmuştu. Savaş öncesi gerginlik sürerken oralarda haftalarca kalmış, Kuzey Irak’ta petrol kuyularının açılışına gitmiş, Saddam Hüseyin’in “oyların tamamını aldığı!” referandumu Süleymaniye’de izlemiştim, BM Genel Sekreterinin “arabuluculuk girişimi”  ziyaretinde de Bağdat’taydım, işte o sırada  keşfetmiştim bu lokuma benzeyen tatlıyı…


Uzun süredir o taraflara yolum düşmedi, gidenlere söyledim ama onlar da tedarik edemediler… 


Aa, bu sabah bir arkadaş ziyaretinde masanın üzerindeki kutuyu farketmez miyim? Gözlerime inanamadım, arkadaşımdan izin isteyip bir kaç tanesini çantama koydum, o da demez mi?


-Birisi getirdi ama  kimdi? Tatlı da pek benlik bir şey değil…



Oysa benim için bir nostaljik bir mutluluktu “gökten gelen tatlıyı” ağzıma atmak, damağımdaki lezzetin beni anılara sürükleyişi…  


İşte bir kaçı…


-Amerikan yönetimi Saddam’ı devirmeye kararlıydı, “kimyasal silah” iddiasını  ortaya sürdü, temcit pilavı gibi bu yalanı sürekli masaya koyup işledi… Gerginlik sırasında Bağdat’a gidip, gelişmeleri yerinde izledim. Kimyasal silah iddiasının “yalan” olduğu yıllar sonra ortaya çıktı ama iş işten geçti, Irak yerle bir edildi, Saddam idam edildi… O günlerde Bağdat’a gelen BM Genel Sekreteri Kofi Annan da arabuluculuk faaliyetinden eli boş dönmüş ama bunu basın toplantısında tam olarak dile getirmek yerine, “uzlaşma sağlandı” gibi bir ifade kullanmış, Iraklılar sevinç gösterileriyle “barışı”  kutlamıştı. 



Saddam dünyaya bir manifesto sunmak, “Irak halkının arkasında olduğu kozunu oynamak” için, 2002 yılında referanduma gitti. Dünya basını ile birlikte ben de Saddam’ın “bir numaralı yardımcısı” Kimyasal Ali’nin sonuçları açıkladığı basın toplantısını izliyordum, Süleymaniye’de oylamayı izleyip Bağdat’a dönmüştüm… Kimyasal Ali oy sayım sonucunu açıkladı, küsurat yanlış olabilir ama aynen şunu dedi:


-11 milyon 562 bin 465 oyun tamamı Saddam Hüseyin’e verilmiştir…


Salonda gülüşmeler oldu, “hiç karşı oy yok muydu?” Diye soruldu ama Kimyasal Ali sözünden dönmedi…


O günlerde kapı girişinde ABD Başkanı Bush’un mozaikten dev bir resiminin bulunduğu El Reşid Otelinde kalıyorduk, otele giren çıkan herkes Bush’un yüzüne basıp öyle geçiyordu. Irak’a uygulanan uluslararası ambargo ülkenin ekonomik koşullarını epey geriletmiş olsa da yaşam “bal gibi” devam ediyordu. 

Bağdat’ta haftalarca süren zorunlu! ilk kalışım ve sonraki sayısız  gidişlerdeki izlenimlerimi “Hamamböceği Sendromu”  kitabımda toplamıştım… Örneğin yeni evlenen gençlere Saddam yönetimi “1 gecelik lüks otel” armağanı sunuyordu. Fakir oldukları giyim kuşamlarından anlaşılan yeni evli bir çiftle görüntülü konuşmuştuk, ellerinde kırık dökük bavulla 1 gecelik balayı için çıktıkları odadaki mutlulukları hala gözümün önünde…


İşte Min el Sima damağımda erirken bütün bunlar aklımdan geçti, şunu düşündüm: 


-Bizim için “kader” niteliğindeki coğrafi konumumuz komşularımızı darmadağın etmekle kalmadı, bize de çok bedel ödetti, öyle değil mi? Peki niçin? 


Haydi Amerikan halkı, “Bizim askerimizin dünyanın adını bile duymadığımız yörelerinde ne işi var?” Sorusunu kendi yönetimlerine sormayı hiç akıl edemiyor belki, belki de ABD’nin emperyalist amaçlarından asla vazgeçmeyeceği onlara belletilmiş, Amerikan ekonomisinin ancak savaşlar çıkarıp, dünyaya silah ihraç ederek ayakta kalabileceği de…


Peki bize ne oluyor? 


Verdiğimiz şehitlerin sayısını bilen var mı? 


Yazık değil mi gencecik çocuklara? Hangi siyasi hedef onların yaşamından daha değerli?

Perşembe, Ağustos 18, 2022

“Cennetten gelen!” tatlı


 

Bu resim (*) yıllar önce  İran’la savaş sırasında ölen askerlerin anısına yapılan “Şehitler Anıtı”nın önünde Bağdat’ta çekilmişti… 


-Ne kadar zarif bir yapı değil mi?


Gazeteciler aslında sürekli güncelin peşinde koşsalar da, olayların ötesinin de tanığıdır, sokaktaki adamdan farkları, gözlemlerini kayda geçirmeleridir. Şimdilerde artık neredeyse herkes sosyal medya kullandığı için “zaman tanıklıkları” iyiden iyiye yaygınlaştı, yani yaşananlar “silinmez” hale geldi.


George Orwell’in unutulmaz romanı 1984’deki gibi (**)  eğer başımızdakiler! beğenmedikleri kimi olayları tarihten kazıyıp yok etmeye kalkışmazsa, bundan böyle, yaşanmışlıklar asla tarihin derinliklerine gömülüp gidemeyecek, ne hiyeroglifleri, ne çivi yazılarını çözmeye uğraşacağız, ne de kaybolup giden parşömenlere yazılı antik metinler için hayıflanacağız.


“Savaşın eşiğindeki” Bağdat’a 2 binli yıllarda art arda yaşanan krizler sırasında o kadar çok gidip gelmiştim ki, bir zamanlar “Orta Doğunun Paris’i” diye anılan güzelim kent, benim için “komşu kapısı” olmuştu, Irak mutfağını damağım iyice benimsemiş, “makam” diye anılan, udun başrolde olduğu müzikli buluşmaları bile izlemiş, pek çok dost edinmiştim. Dicle Nehrinde avlanıp tahta şişlere gerilerek odun ateşinde pişirilen o nefis mazguf (yayın) balıklarının tadı hala damağımda. Her sofranın vazgeçilmez giriş yemeği olan humus da… 


Yemeğin üstüne “mırra” (***)  eşliğinde ikram edilen Süleymaniye’ye mahsus, kakuleli “Min El-Sama” (****) (cennetten gelen demekmiş!) tatlısını ise sadece  o topraklarda tadabilirdiniz. 


-Neden? Başka yerde yapılamaz mı? 


Diye soruyorsanız bir gün etraflı anlatırım. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de belli aylarda “mucizevi bir şekilde” ağaç yapraklarına gökten dökülen özel serpinti, bu tatlının ana maddesiymiş. Kutularda una veya nişastaya gömülü saklanan bu nefis tatlı, kutudan çıkarılıp, uzunca bir süre dışarda bırakıldığında yine mucizevi bir şekilde eriyiveriyordu.


Her yanı hurma ağaçları, palmiye koruluklarıyla bezeli güzelim Bağdat’a yolu düşenlerin sanırım aklında yer eden bir görüntü de, kentin pek çok yerine adeta birer mücevher gibi serpilmiş, küçük kubbeleri mavi mozaikle kaplı camilerdi. Gece-gündüz bu camilerden duyulan (hoparlör kullanılmazdı o zamanlar!) o hazin ama davetkar ezan sesi herkesi nasıl etkilemesindi? 


Ancak ezan da dualar da Saddam’ın düşüşünü engelleyemedi, ABD ve kuyruğuna takılı uyduları sayesinde Bağdat yerle bir edildi. 


Çok görmek istesem de, o taraflara yolum uzun zamandır düşmedi, kim bilir şimdi bu güzelliklerden geriye ne kaldı?


Camiler dedik de aklıma geldi, geçenlerde Mimar Sinan’la ilgili bir kitaba (***) yoğunlaşmıştım, her sayfada bu büyük dehaya bir kez daha hayranlık duyuyordum, bir yandan da sürekli kendime sorup, durdum:


-Yahu -Osmanlı Torunuyuz- diye övünenler aslında Mimar Sinan’dan hiç mi feyz almamış? Ne oldu, nasıl oldu da biz mimariden sahne sanatlarına, şehir plancılığından müziğe her konuda bu kadar geriye gittik?  


Kimileri şimdi “sen ülkede geriye gidişi yine son 20 yıla getirdin dayadın” diye kızıyorsa, onlara önerim şu. 


-Gelin, başkentin Gölbaşı ilçesinde küçük bir gezinti yapalım, Mimar Sinan şaheseri camilerden sonra karşınıza çıkan şu görüntüleri bir de siz değerlendirin olmaz mı? Ha, içinizde “uzağa gidemeyiz” diyen varsa, buyursun aşağıda paylaştığım fotoğraflara bir baksın. Yorum onların…






(*) Fotoğraf Gazeteci Ümit Bektaş tarafından 4 Mart 2002’de çekildi

(**) https://bennursunerel.blogspot.com/2022/07/1984-bizi-mi-anlatms.html

(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C4%B1rra

(****) https://medium.com/@ev.erdogdu/a-heavenly-dessert-inspiring-unity-in-iraq-9f7c73001530

(*****) Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, Uğur Tanyel, İş Bankası Yayınları

Not: Bağdat izlenimlerimi Hamamböceği Sendromu başlığıyla Remzi Yayınevinden çıkan kitabımda toplamıştım. N.E.

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...