Bu Blogda Ara

ŞAIRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ŞAIRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Ekim 05, 2023

Ahmet Telli’den kaynaklı…




Yaşamımız öyle hızlı geçiyor ki önemli bir an, bir söz hemen aklımızdan çıkıveriyor, bir kenara ufacık bir not bile almıyoruz, aslında sosyal medyanın varlığı bizi “deftere” yazmaktan da alıkoyuyor, ne kötü…


Bu sabah uyandığımda telefonu elime aldım, bir baktım Tevfik Dalgıç’tan Facebook’ta önemli bir paylaşım var, Ahmet Telli’den alıntı yapmış:


Ankarada

Kumrular sokağı hüzzamdı bir zaman
Kale’ye rast vaktinde çıkılırdı
Gariptir, Sezenlerdeki hanende
Çekip gitti Sarguttan bir ay önce

Posta caddesi, Taşhan, Karpiç ve diğerleri
Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da
Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da
Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması

Ahmet Telli’ye ne oldu?” derseniz… 12 Eylül’de içeri alıp kuru somyalarda yatırdılar, şimdilerde de “okuduğu şiirlerden” onu 77 yaşında yeniden hapislere yollamaya kalktılar…




Neyse işte, sabahın o saatlerinde ben de kalktım eski günlükleri, fotoğrafları filan buldum…

Bir kaç şey çiziktirdim yorum olarak, sonra çok değer verdiğim önemli gazetecilerden Barış Kaşıkçı’nın notunu gördüm, havalara uçtum… Eh, artık şart oldu bu paylaşımları paylaşmak, birkaç resim de eklemek… Ne güzeldi o yıllar…



-Kumrular’da ortaokulum vardı (Namık Kemal) 3 yıl ilkbahar-sonbahar- dizboyu karda kışları gittim döndüm… Acıbadem kurabiyesi ünlüydü tam okulun karşısındaki pastanenin,(tadı hala damağımda…)

Üniversite sonda, Sıdıka Yılmaz’la dondurucu soğukta haftalarımızı Milli Kütüphanenin üst katındaki buz gibi bir odada eski gazeteleri inceleyerek geçirdik… Nefesimiz buhar olurdu!

-Kale’ye sıkca gider, siyah beyaz resimler çeker, hocamız Hamza Inanç’tan (SBF-BYYO) aferin beklerdik.

-Sezenler bizim sokağı keserdi (Hanımeli), çok arkadaşım otururdu, ne hoştu o dört katlı binalardaki 2 odalı evler, Lale Apartmanı…

-Kızılay’da çok dolaşırdık, dolmuşlar Gima’nın karşısından kalkardı, o yemyeşil 

parklardaki salıncaklar, Kocabeyoğlu Pasajı, Büyük Sinema… Hepsi aklımda.

-Posta Caddesi bilumum elektrik malzemeleri filan içindi… Odama abajur almıştık.

-Karpiç’e yetişemedik, Piknik’i sonlarında yakaladık, gökdelendeki Set Kafeteryayı severdik, Baris Kaşıkçı beni orada Atilla İlhan’la tanıştırmıştı… Uzun sohbet etmiştik o gün…)

Çocukluğumda babamla Ulus Sinemasına bilet alır, önce Cevat Restoranda çay içerdik… West Side Story’i izlemiştik.


Bu şehirde doğdum yaşadım hep… Ahmet Telli gibi anlatamasam da…


Zaten ülkenin zalimleri hep iktidardaydı, hep aydınlara, şairlere, yazarlara zulmettiler… Hepsi birden cahil ve karanlık düşünceliydiler…”




Pazartesi, Mart 23, 2020

Ah, kimselerin vakti yok



Gülten Akın dememiş miydi?

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar” 



Hep bu ilk sözleri yırtıp aldılar şiirinizden, devamını görmek istemediler bile Gülten Hanımcığım, sabırları yoktu, kalmamıştı. İnsanların kabalığı, hoyratlığı, benbenciliği, ilgisizliği tam da böyle bir şeydi... Gülümsemek şurada dursun, yüzümüze bile bakmadılar.Keşke sizi tanıyabilseydim, dertleşebilseydik karşılıklı... 

Sizi düşünerek ördüğüm bir danteli getirmeliydim, köpüklü bir kahve yapsaydım, dünya halinden konuşsaydık...Olamadı, gittiniz buralardan, yarım yamalak okuduğumuz 
şiirleriniz kaldı.

Ah Gülten Hanım, bir bilseniz bugünkü dünya nasıl acımasız...

İlk yaz

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.


Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimiz iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz








Pazar, Kasım 14, 2010

Bir rüzgar esti...



 

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş.                      
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş (*)
Bu dizeler aklımdan geçerken, “yaşıyor olmak, ne hoş, nasıl  sevinçlerle dolu ve ne kadar güzel” diye düşündüm. Rüzgar, uzaklardan, ta uzaklardan bilinmedik kokular getirdi, sürülüp nadasa bırakılmış tarlaların, yağmurla ıslanmış otların kokusu muydu? Yoksa kurumaya yüz tutan lavantaların esintisi miydi beni böylesine mutlu eden... Kaybolmaya yüz tutmuş ışıklar o kadar güzeldi ki, dokunduğu an, rüzgarla salınan otları birer amber parçasına dönüştürüyordu. Ama zavallı bizler şehir ortamında, doğadan ne kadar uzaktaydık.

Sonra Nazım Hikmet’i düşündüm, ‘Yaşamak güzel şey be kardeşim” demişti ya... Çektiği acıları, hapishane günlerini, karısına, hele biricik oğlu Mehmet’e duyduğu hasreti, sürgündeki yalnızlığını, Türkiye özlemini düşündüm... Yaşama bu kadar umutla bağlanışına bir kez daha hayran oldum. Oysa ölüme hiç de uzak değildi, ne demişti o şiirinde:
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
- öyle gibi de görünüyor - Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani...” (**)

“Ölüme şairane bakmak” diye buna denirdi sanırım. Ama yazık ki, gerçek yaşam böyle değildi ... Moskova’daki mezarının başındaki soğuk mermere kazılı rölyef aklıma geldi.
Rüzgarda yürürken bunları düşünüyordum, gün batımındaydık, uzaklardaki pencereler, güneşle  kızıllaşıp koyulaşan ışıkları yansıtıyordu. “ O pencerelerin ardındakiler mutlu mudur?” diye merak ettim, aklıma Atilla İlhan geldi nedense... Paris günlerinde kaleme aldığı Revolution’u anımsadım:
“Sarmaşıklı bir ev, güneşli tertemiz camları,
Yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
Sen işinden ben işimden dönünce akşamları,
Soframız hazır, taze ekmek limon çiçekleri,
Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz,
Sonra ben sana nâzım’dan şiirler okurken,
Üşüşür penceremize gece kelebekleri” (***)


Yaşamı sevmek böyle bir şeydi işte....
lla
“Sen işinden ben işinden dönünce akşamları, soframız hazır taze ekmek... Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz” diyordu. 
Aslında mutluluğun, bal gibi erişilebilir, kolay bir mutluluğun tarifi değil mi bu?
Ne bilinmedik egzotik baharatlar, ne Fransız usulü portakallı ördek bacağı, ne nadide bir şaraptan bahis vardı..

Gülümsedim, bu düşüncelerimi bir dostumla paylaşmak istedim ama o bana, “sonbahar iyimserliğin ve mutluluğun mevsimi değildir, büyük hüzünler barındırır içinde” dedi ve başka bir şiiri anımsattı:


Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar öğlesinde
Ah, ne de güç
Gülüp geçmek genç kızlara.
Bir sonbahar akşamında, bir sonbahar akşamında
Ah, ne de güç
Durup bakmak yıldızlara.
Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar akşamında
Ah, ne kolay.
Ağlıya ağlıya yere kapanmak!

(*) Açsam Rüzgara-Orhan Veli Kanık
(**)Vasiyet-Nazım Hikmet 
(***) Revolution-Atilla İlhan
(****)Üç damla gözyaşı-Endre Ady

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...