Bu Blogda Ara

mehmet erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet erel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Ocak 24, 2021

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi


Uğur Mumcu kimdir? Uğur Mumcu suikastinin 26. yıl dönümü… Uğur Mumcu’yu anıyoruz, işte Uğur Mumcu’nun sözleri…


24 Ocak 1993 Pazar günü çok soğuk, hatta bizim o taraflarda karlı bir gündü, şehrin epey dışında, Eryaman’da oturuyorduk. Öğle saatlerinde  ailece Esenboğa’ya  doğru yola çıktık. Eşim Feyzan  o gün yurtdışına gidecekti, onu havaalanına bırakacaktık, çocuklarımız küçüktü, evde yalnız kalmalarını istememiştik.

O yıllarda, Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda çalışıyordum. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı dönemdi, zamanla yarışabilmek kaygısıyla gazeteden hepimize birer çağrı cihazı verilmişti. Çantamda duran cihazın mesaj anlamındaki biplerini duyunca çıkarıp baktım:

 

-Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bomba infilak etti... (*)


Tekrar tekrar okudum, inanamıyordum. Sanki okuduklarım kafama girmiyordu. Tam bir dumura uğramışlık haliydi...Çağrı cihazları sadece gelen mesajları gösterebiliyordu, yazışma yapılamıyordu. Kıvranıyordum meraktan, endişeden, ama yer demir gök bakırdı. Esenboğa’ya vardığımızda, arabadan hemen inip, bulduğum telefona sarılıp, büroyu aradım. Dakikalarca uğraştığım halde santrali düşüremiyordum, sürekli meşguldü... Nihayet telefon açıldı:


-Ben Nursun, Uğur Beye ne oldu?

-Bomba.. Mesajı gördün herhalde.

-Evet ama Uğur Bey?

-Ne yazık ki...


              

Cüneyt Arcayürek yönetiminde çalıştığımız o günlerde, Ankara Bürosunda yaşanan süreç çok ağırdı. Herkes yaslıydı ama yas tutmaya imkan mı vardı? Bir kere,  olay yerinde ve aileyle geçirilen acı anlara dayanmak çok zordu, büromuza taziye için gelip gidenin haddi hesabı yoktu. Devletin tepesindekilerden, meslektaşlarımıza, sade vatandaşa, sayısız insanla Kızılay’daki Cumhuriyet Bürosu dolup taşıyordu. 


Hepimiz işin bir ucundan tutabilmek için yanıp tutuşuyorduk, erken saatteki gündem toplantısından başlayarak, gün boyu, hatta geceyarılarına dek süren toplantılarımızın tek gündem maddesi korkunç suikastti... Araştır, konuş, sor... Ona sor, başkasına sor, sor, sor, sor...


Cenaze günü geldi çattı. Cüneyt Bey büro planlaması yaparken benim büroda kalmamı, İstanbul’a haber geçişini yürütmemi istedi, Uğur Mumcu’yu sonsuza uğurlama törenine katılamayacaktım, çok üzülmüştüm.(**)


Çarşamba sabahı (27 Ocak günü)  çocukları komşuma emanet edip (o gün çok yoğun geçecekti, eşim Ankara’da değildi, çocukları okula getir-götür işini yapmak zor olabilirdi)  erken çıktım evden. Cenaze töreni nedeniyle yolların kapalı olabileceğini hesaplayarak (İstanbul yolundan Atatürk Bulvarındaki büroya 30 kilometrelik bir mesafe katedecektim) Ulus taraflarına ulaştığımda trafik iyice ağırlaştı, hele  Kızılay’a vardığımda  trafik tamı tamına kör düğümdü. Ter içindeydim, caddeler, sokaklar insan seliyle dolup taşıyordu. Büroya zamanında varamamak endişesiyle kıvranıyordum. Bulduğum ilk boşlukta arabamdan kurtulup! büroya koştum, çok erken bir saat olmasına karşın içeri adım attığımda Aziz Nesin’i masalardan birinde otururken gördüm, bir kaç sözcükle selamlaştık, karşılıklı taziye diledik, çok durgundu.


Bir yandan ajansları izliyor, büroya ulaşan haberleri düzenleyip İstanbul’a geçiyor, bir yandan camdan dışarı bakarak, çevremizdeki hıncahınç dolu sokakları izliyordum. Sağanak yağmur altında, Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” diyen  o unutulmaz şarkısı (***) çınlıyordu hoparlörlerde... Kızılay’daki yoğunluk saatlerce sürdü, binlerce kişilik insan seli, ancak Cebeci’ye yönelince sesler azaldı... 


-Peki, Cumhuriyet Ankara Bürosunun tam kadro haftalarca sürdürdüğü takip, araştırma, inceleme çabası ortaya ne çıkardı? 

-Hiçbir şey...


Uğur Mumcu’nun şu sözü, yıllar sonra kendi kaderini de mi anlatıyordu?


-Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız sonra daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur...


 

İçimden Geçen Zaman

Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” kitabının sayfalarını, yayınlanışından 8 yıl, Uğur Mumcu’nun katledilişinden 28 yıl sonra yeniden çevirirken, toplum olarak aydınlığa çıkış umutlarımızın iyice tükendiğini hissediyorum.


Hele Uğur Mumcu’ya,  “rahat uyu” diyememenin yarattığı azap, hançer gibi yüreklerdeyken, bu korkunç cinayeti aydınlatma sorumluluğundaki herkese uyku haram olmalıydı...


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Uğur_Mumcu

(**) https://www.gercekgundem.com/galeri/medya/8316/on-binlerce-kisi-ugurlamisti-ugur-mumcunun-cenaze-toreninden-kareler

(***) https://youtu.be/F7GwScr3Mys



Cuma, Ocak 01, 2021

2021’in ilk günü...ŞEREFE




-Hiç aklıma gelir miydi torunum şampanya kovasıyla oynayacak ben de kahkahalarla güleceğim?

-Eh, bunca yılbaşı geçirince insan, pek çok şeyle karşılaşıyor, hepsi ayrı bir hikaye...

Hatırladığım ilk yılbaşı, Gaybi Yatır Apartmanındaki evimizde, 7 numaralı dairemizde geçiyordu mesela... Annemle babam bize birer tane oyuncaklı çikolata almıştı, benimki kız bebek, ağabeyiminki tavşan biçimindeydi. 

Sonra oradan taşındık, Hanımeli Sokağın diğer tarafına geçtik, Hanımeli Apartmanında oturuyorduk. Babam, Ankara Sinemasında oynayan  bir Jerry Lewis* filmine bilet almıştı, bütün aile gözümüzden yaş getiren kahkahalara boğularak filmi izledik. 


Çocukluk ve gençlik yılllarımın en önemli ilkesi saat 24.00’ü gösterdiği anda ilk, Ayşegül’le birbirimizi kutlamamızdı... Sonra araya yıllar girdi, o terk-i diyar eyledi, Paris’e yerleşti. Yine sürdürdük ilk birbirimizi kutladığımız yılbaşıları... Millenyum’da ailecek Paris’teydik, Ayşegül’ün evinde, o ne güzel sofraydı... Eyfel’in ışıkları göz kırpıyordu uzaktan.

Bir yılbaşı hatırlıyorum mesela, gözyaşlarımı durduramıştım.

Başka bir yılbaşıydı, bir kadeh içer içmez “pek çok şeyden dönen!” başımla sarhoş olup, geceyi mahvettiğim...

Neyse işte, onların hepsi geride kaldı artık. 


Şimdi ailemizin odağında minik Leyla var. O belirliyor artık yaşam döngümüzü...

2020 tuhaf bir yıldı, hiç abartısız “ölümün kıyısından döndük”, buna neyin sebep olduğu hala muamma... Hastane süreçleri, ameliyatlar...  Tam bitti derken, bu kez de Covit 19 olayı, dünyayla birlikte hepimizi ölümün kıyısına taşıdı... Dünyada ölümler 2 milyon kişiyi geçti, bizde de durum çok fena... Pek çok sevdiğimiz insanı, tanıdıklarımızı, yakınlarımızı beklenmedik ve adeta çözümsüz görünen bu pandemiye kurban verdik.


Eh, yine de umutlu olmak istiyor insan... Bir kadeh şampanya bal gibi iyimserlik aşılıyor insana... Hele evde tatlı bir bebek varsa, yarınları müjdeliyorsa herkese...

-Şerefe

* https://en.m.wikipedia.org/wiki/Jerry_Lewis

Cuma, Eylül 25, 2020

BLUZ DEYİP GEÇME!




17 Şubat 2020... 


Heyecan dorukta, Feyzan 12 Aralık 2019 gününden beri süren bir hastane serüveninin başkişisi... Telaş, korku, merak, üzüntü... 

Duyguların girdabındayız. Ailemiz su sızdırmaz bir dayanışma içinde... Dostlarımızla kenetlenmişiz... Doktorlarımız Murat Akova ve Ahmet Rüçhan Akar bizim kahramanlarımız, hemşireler, hastabakıcılar hepsi ayrı bir değer...


İşte o puslu ve sonu belirsiz gün... Hastanedeyiz... 



Ali ve Mehmet’le konuşmadan, öylece oturuyoruz,  Feyzan yatakta... 

Ertesi günü bekliyoruz, Feyzan ameliyata sabah erken alınacak...


-Ne olacak? Ne olacak? Başarılı geçecek mi? Zor mu olacak? Ne kadar sürecek? Haftalardır yaşanan kabus bitecek mi?


Birden aklıma geliyor:


-Çocuklar ben bir Kızılay’a gidip geleyim...


Aklımdaki şu:


-Hastane süreci kimbilir ne kadar devam edecek... Oyalanmak için birşeyler bulmak gerek... Getirdiğim kitaplar yetmiyor, gidip dantel ipliği alayım...


İşte bluza dönüşmeden önce, o dantelin öyküsü böyle başladı, girilen çıkılan, farklı sürelerde kalınan çeşitli hastane odalarında, taburculuktan sonra da evde aylarca sürdü...


Bu arada Feyzan ameliyat oldu, ameliyat başarılı geçti ama yoğun bakımda, hastane yatağında, evde zorlu günler geçirdi... Bizim dantel de aynı günlerde ilmek ilmek ilerledi... Çok şükür  Feyzan her gün daha iyi oldu.



Hastanede bizi hiç yalnız bırakmayan sevgili  dostlarımızla kah sevinçli, kah üzüntülü paylaşımlarımız devam etti... En acısı, sevgili Çetin Fıratlı’yı bir anda kaybedişimiz oldu... Onu gözyaşlarıyla toprağa verdik ama hayat devam etti... 


🤣


Benim örmekte olduğum dantel tam 6 ay sonunda tamamlandı, sevgili terzim Türkan’ın elinde şekillendi ve neşe içinde giyebildim... O ilmeklerde, gözyaşı, korku, sevinç... Ne ararsanız var...


Hatta bu bitmeyen örme işi, Covit 19 günlerine de denk geldiği için, dantel ara sıra dezenfektan damlalarıyla bile ıslandı...



Ya, işte böyle dostlar. Bluz deyip geçmeyin...

Cuma, Mart 27, 2020

Seni Uzaktan Sevmek

Kim ne derse desin, bu Corona salgını hepimizi öylesine ürküttü ki, korkudan öleceğiz vallahi, hem de öylesine  korkuyoruz, var mı ötesi?

-“Ecel geldi cihane, Corona virüsü  bahane”

Diyorsunuz, duydum, duydum, ama öyle değil işte...

Benim en büyük korkum ne biliyor musunuz? Son dakikalarımı, nefes alamadan, boğulur gibi geçirmek... Covit 19’a (*) maruz kalıp, günlerce sürünüp, sonunda kurtulanlardan duyduk. Oksijenin yetmediği, akciğerlerin sertleşip, temiz havaya adeta set  çektiği  bir kabusla, günlerce yüz yüze kalmışlar. Tam bir işkence.

Ha, bir de benden daha hassas durumdaki eşime geçer korkusunu yaşıyorum aslında, çünkü ameliyat  geçirdi ve henüz 1 ay oldu hastaneden kurtulalı.

Eh işte bu korkuyla yaşayan insan ne yapar?
Anlatayım...

Günlerdir dışarı çıkmıyoruz, esasen yiyecek konusunda tedbiri elden hiç bırakmazdık. Örneğin yazdan hazırladığımız yiyeceklerimiz vardı, dolmalık biberleri ipe dizip güneşte  kurutmuş, buzlukta enginar, barbunya, bezelye dondurmuştuk. Kışlık domates salçamız, turşularımız, tarhanamız çoktan hazırdı...
Dolayısıyla erzak alışverişi için dışarı çıkma ihtiyacımız fazla değil.
Gel gelelim et, süt, yumurta, tereyağ  ve taze kış sebzeleri için tabii ki alışveriş gerekiyor... Normalde  bunu biz de yapabilecekken Mehmet büyük bir özveriyle virüse mirüse göğüs gerip bu işi üstlendi, bize söz verdirip duruyor:

-Aman sakın dışarı çıkmayın, bana liste hazırlayıp gönderin ben alıp getireyim...

Çaresiz kabul ettik, listeler geçiliyor, sıra teslimata geliyor...

-Aaa kapı çalındı
-Kim olabilir yahu bu karantina sırasında?
-Mehmet mi acaba? Bizim için alışveriş yapacaktı bugün...

Kapıyı açıyoruz, evet o gelmiş.

-Hoşgeldin canım, girsene içeri
-Yok yok girmeyeyim ben, paketleri torbaları şuraya diziyorum, ben gidince siz alırsınız
-Ya, olur mu?  Gir içeri, yemek hazır, senin sevdiğin şeyleri pişirmiştim, bir iki lokma yersin
-Olmaz, ben dışarıda dolaştım, markete girip çıktım, virüs bulaştıysa size geçer
-E peki, tepsiye hazırlasam, sen diğer odada yemek yesen olmaz mı?
-Yok olmaz, haydi ben gidiyorum,  size afiyet olsun.

Of, ne tatsız şu yaşadıklarımız.  Oğlumuzla günlerdir birbirimizi görmemişiz, konuşacaklarımız birikmiş ama Corona endişesi aramıza giriyor, kapının eşiğinde  üç beş kelimelik sohbet  bile zor. Çoktan çekip gitmiş.

Televizyon açık, 65 yaş üstü yasağıyla (**) ilgili görüntüler var ekranda. Polis kovalıyor,  beyaz sakallı bir adam kaçıyor. “Ne saçma şey” diyorum, eşitlik ilkesine aykırı bir kere... Neymiş? Yaşı 65 den yukarı insanların sokağa çıkması yasakmış,  üstelik şu kadar da para cezası varmış, neden mi? Çünkü onlar virüs karşısında en savunmasız olanlarmış. Virüse maruz kalırlarsa ölebilirlermiş... Yani yaşlıları Coronadan yasakla, cezayla koruyacaklar. Eee,  peki gençler bu virüse şerbetli mi? Onlar da virüsü kapabilir ve yaşlı-genç herkese bulaştırabilir öyle değil mi? Aslında eskiden olsa yasal itiraz yoluna gidilir ve uygulama iptal ettirilirdi, nerde o bağımsız mahkemeler, hakimler? İki dudak arasından bir KHK çıkıyor, tamam... İşin en komik yanı da bizi yönetenlerin neredeyse tamamının 65 yaş üstü oluşu...  Bu kararlar onları bağlamıyor herhalde.



Peki biz bu salgına nasıl oldu da hazırlıksız yakalandık böyle? Sınırlar kevgir gibi bir kere, giren çıkan belli değil. Boşuna mı övündük 4 milyon mülteci besliyoruz diye? Örneğin Van’da çok fazla vaka varmış, çünkü salgında binlerce kayıp veren İran’dan o kadar çok gelen var ki...

Zaten iş Umre’ye giden binlerce kişiyle zıvanadan çıktı. Bir rivayete göre toplam 21 bin giden olmuş Umre için ve dönüşlerinde sadece son gelen bir kaç bini karantinaya alınabilmiş.

Tesadüfi yaşadığımız bir gerçekti de böylesine göz göre göre yapılan yanlışlar isyan ettiriyor insanı....

Kapı tekrar çalınıyor

-A, kim acaba?
-Mehmet olabilir bir şey unutmuştur belki,
-Kim o?
-Kargonuzu getirdim.

Kapı mecburi açılacak. Çok önce verilmiş siparişle Bodrum’dan gelen mandalinalar...

-Biraz ağır bu paket, siz kaldıramazsınız belki, içeri bırakayım mi?
-Yok yok aman orada kalsın
-İmzanızı atar mısınız? Aldım demeniz için
-Aman evladım, sen atıver bir imza...

Kargoyu getiren genç yüzümüze şöyle alaycı bir bakış atıp gidiyor... Acaba Corona endişemiz ona komik mi geliyor?

Oysa ben hiç gülmüyorum, dilimde Yaşar Güvenir’in şarkısı var:

-Seni uzaktan sevmek...

https://youtu.be/ds3g0l94lqA

Niye öyle yazılmış ki bu şarkı? O zamanlar Corona mı vardı sanki... Madem seviyordu, sıkı sıkı sarılsaydı sevdiğine, kucaklasaydı, hatta öpücüklere boğmalıydı onu... Uzaktan sevmek mi olurmuş?

(*) https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51238220
(**) https://m.sabah.com.tr/gundem/2020/03/21/icislerinden-65-yas-ve-ustu-kisiler-icin-flas-karar/

Cuma, Şubat 21, 2020

Kahramanımız Ahmet Rüçhan Akar



Çok teşekkür ederim, bütün dostlarımıza... Sevgili Betül ve Alişan Soylu’ya. Onlar bizim bu mucizeyi yaşamamıza vesile oldular.

Şu anda saat 23.00 hastanedeyiz (*) Meğer ne ağır, ne zor  bir ameliyatmış bu by-pass, oysa yıllardır duyarız, üstelik çok yakınlarımıza da bu piyango çıktı ama ne zaman başımıza geldi, o zaman tam anlamıyla idrak edebildik.

Boşa söylenmemiş demek ki söz:

-“Ateş düştüğü yeri yakar”...

Önce “Feyzan hemen yoğun bakım sürecinden çıktı” diye sevindik, sonra bir baktık, heryerinde direnler, atar damar, toplar damar yolları,  kablolar... Hele o göğsünü yaran bandajın altındakini düşünmek insana nasıl da acı veriyor...

Bir bakıyorsunuz, sakin ama iştahsız, bir bakıyorsunuz gözleri çakmak çakmak, ateşi çıkmış... Korkular, telaş, ilaçlar ilaçlar... Neyse ki Ali ile Mehmet’in olağanüstü desteği var... Galiba hayatta yaptığımız en doğru iş onlar!

Kolay değil, “Hastaneler! Serüvenimiz”in  (**) üçüncü ayındayız... Umutsuzluk, karamsarlık, iyimserlik, sevinç, gözyaşı duraklarında bir o yana bir bu yana savrulduk, gezindik durduk...
Sonunda Rüçhan Akar (***) adındaki kahramanımız bize doğru yolu gösterdi, teşhisi koyup, neşteri atıverdi...  Şükürler  olsun, aydınlığa çıkmak üzereyiz...

Peki ama bu nasıl bir adam, nasıl bir doktor? Bu ne özveri, bu nasıl bir inisiyatif, güven verme, dünya literatürünü takip etme? Alçak gönüllülük, hele hele müthiş öngörü?
İyi ki var, sağolsun varolsun, elleri dert görmesin... Bu değerler ülkemizde yitip gitmesinler...

Ya Feyzan? Ya o dünya iyisi? Bana çarpıveren o kuyruklu yıldız?
Dua ediyorum, “Bu güzel insan, benim biricik Feyzan’ım benden çok yaşasın” diye... O insan ki ağır sorumluluklar, yükler, vicdan, yardımseverlik, merhamet duygularıyla hep koşmuş durmuş insan, şu hayattan biraz da kam alabilsin diye...

İnşallah, inşallah diyorum, siz dostlarımız hep sağlıklı olun istiyorum...

(*) Cebeci Kalp Merkezi
(**) Bayındır Söğütözü, Hacettepe, Cebeci Kalp Merkezi
(***) http://organnakli.medicine.ankara.edu.tr/prof-dr-ahmet-ruchan-akar/

Perşembe, Temmuz 13, 2017

Velasquez'in "Nedimeler"i

Bugün tüm ülkede ve Ankara'da mevsim normallerinin çok üstünde, aşırı sıcak bir gün yaşanıyormuş eh, doğayı biz yavaş yavaş yok ettiğimize göre sonuçlarına da katlanacağız... İyi de bu zor günü nasıl atlatmalı?

Kendi zorunlu! seçimimi anlatayım.






Bizim Fret (Sevgili kurt köpeğimiz) ameliyatlı ve yeni taburcu oldu, bir sürü yasakları var, dolayısıyla birimizin başucunda beklemesi gerekiyor. Herkes çalıştığından bu görev boş gezenin boş kalfası olan bendenize düştü.

E, ne yapayım,salonda klimayı açtım, o yerde ayağımın ucunda,ben koltukta uyuklama vaziyetindeyiz. Tabii sıkıcı bir durum, elime yeni bir kitap aldım, Antonio Tabucchi'nin "Tersyüz Oyunu"nu... Ama daha giriş paragrafında attı kazığı bana Tabucchi, toprağı bol olsun... Şöyle dedi:

"Maria do Carmo Meneses de Sequeria öldüğü sırada ben Prado muzesinde Velasquez'in Nedimeler tablosunu seyretmekteydim. Bir Temmuz öğlesiydi ve ben onun ölmekte olduğunu bilmiyordum. Saat on ikiyi çeyrek geçeye kadar durup tabloyu seyrettim, sonra dipteki figürün yüz ifadesini belleğime kazımaya çalışarak ağır ağır dışarı çıktım, hiç unutmuyorum, Maria do Carmo'nun şu sözleri vardı aklımda: Tablonun anahtarı dipteki figürdedir, bu bir ayna oyunudur, bir tersyüz oyunu..."

Peki bu satırları okuyup kayıtsız kalabilir mi insan?

Tabii ki hayır... Ben Madrid'e hiç gitmedim, Prado müzesini de Velasquez'in tablosunu da görmüş değilim. Önce Velasquez'in o ünlü tablosunu bulmak lazım, herhangi bir yorum ya da izahat edinmeden önce, bir incelemek lazım... Bu arada tablo, dünya resim sanatının baş eserlerinden biri sayılıyormuş ve Madrid'teki Prado müzesinin özel bir salonunda sergileniyormuş... Tablo, boyutları itibarıyla devasa... 3 metreye bilmem kaç metre.

Neyse işte, benim bu araştırmam sürerken bizim Fret birkaç kez ayaklandı. İlkinde onu tasmalayıp, ön bahçeye çıkardım, Boncuk'la biraz öpüşüp koklaştılar, baktım iş kötüye gidecek, aldım tekrar salona... Bir iki kez biraz su verdim, birazdan da yemeğini takdim edeceğim beyefendiye... Bu arada üstündeki fanilayı sıyırıp ameliyat yerini yalama girişimlerine de engel olmak gerekiyor tabii...

Bu kadar işin arasında bloğa yazmaya kalkışmak neyin nesi peki? E, ne yapayım? Tekdüze bir rayda gitmek sıkıcı geliyor bazen, üstelik bu yaşadığım olay bana nedense çok orijinal geldi, paylaşayım istedim...
Neyse işte, "Nedimeler"den bahsediyorduk ya... Tabloyu kitabın kapağından ve telefonumun ekranından görebiliyorum ancak. Önce insan tablodaki ayna efektinin farkına pek varmıyor, hele o arkadaki silik figür nasıl olup da Tabucchi'nin bu kadar dikkatini çekmiş acaba?

Ya ben deli miyim neyim?
Tabloyu mabloyu boşverip kitabın keyfini çıkarayım değil mi? Hem, öğle saatlerinde göz doktoruna kontrole gitmem gerekiyor. Hadi biraz da siz kafa yorun "Nedimeler"e...

A, yalnız ben Antonio Tabucchi'yi çok seviyorum... Onu daha önceki bir kitap kulübünde tanımıştım, Portekiz tutkusu bana çok ilginç gelmişti. Sizin de okumanızı öneririm. Ancak sizden bir ricam var, plajda şezlongunuza uzanarak okuyun, elinizde buz gibi bir bira şişesi olsun, arada da kiraz filan atıştırın olur mu?

Tabii eğer Madrid'e gidersem Prado Müzesini ziyaret edip "Nedimeler"i de bir görürüm artık...

*Bu yazıyı Fret ağırlaşıp, bize veda etmeden önce kaleme almaya çalışıyordum!

Çarşamba, Mayıs 04, 2016

Antakya'ya dair...


Antakya'ya yıllardır gitmemiştik, geçenlerde yolumuz düştü, herşeyiyle sıcacık bir Akdeniz kentinde bulduk kendimizi. Aslında kardeşimiz Mutlu Erel'in geçirdiği ciddi ameliyat nedeniyle oradaydık, neyse ki ameliyat başarılı geçti... Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinin verdiği hizmet, başarılı doktorları, hemşireleri, hatta güvenlik görevlileri ile bizi hayran bıraktı.
İlginç noktalardan biri hastane personelinin doktorlar dahil, çoğunun Arapça biliyor oluşu idi... Onların olmadığı yerde de hemen bir tercüman ya da Arapça bilen bir vatandaş yetişiyordu imdada...
Aslında sokak levhaları bile sanki bir Arap kendi izlenimi veriyordu Antakya'da...
Yoğun bakım kapılarında beklerken öyle sıcak dostluklar yaşadık ki... Anadolu insanının çıkarsız, beklentisiz samimiyetine bir kez daha saygı ve hayranlık duyduk.

Antakya'nın yüzyıllar öncesine dayanan ipekçilik sanatı ise neyse ki halen devam ediyor... Üretim artık çok azalmış olsa bile hala bir dükkanda ipek dokuyan ustaya rastlayabiliyorsunuz.

Kaldığımız Savon Otel ise, eski Antakya'nın göbeğinde şahane bir huzur adasıydı sanki... Eski bir sabun fabrikası yenilenerek yapılan otel, mutfağı, personeli, hizmet kalitesiyle bizim için mükemmel bir durak noktası oldu. Otel iç mekanında kullanılan ortam kokusu bile sanki eski yılları hatırlatıyordu, hani mavi boyalı ahşap evde, heryer, hatta yer tahtaları filan sabunlarla ovulup tertemiz edilmiş gibi...
Antakya mutfağı, tüm unsurlarıyla çok lezzetliydi, ama nedense zaten lezzetli ve kalorili olan tüm yemeklere bir kalori eklentisi yapılmak istenmiş gibi, bizi şaşırttı... Örneğin çiğ köfte bile “Antakya usulü olunca hem daha yağlı yoğuruluyor hem de ortasına kocaman bir kepçe kavrulmuş kıyma konulmadan sofraya getirilmiyordu... Diğer lezzetli yemekleri, zahter salatasını, oruk, maklube, içli köfte, kireç kaymağında hazırlanmış kabak tatlısı ve künefeyi ise bilmem hatırlatayım mı?
Bizim orada bulunduğumuz günlerde ortaya çıkarılan, milattan önce 3. Yüzyıla ait bir mozaik ise aslında galiba yaşamın en can alıcı öğüdünü verir gibiydi:

"NEŞELİ OL, HAYATINI YAŞA..."

Cuma, Nisan 19, 2013

Rio’da Türk Rüzgarı (3)









Feyzan ve Mehmet’e


-A evet size sözüm vardı. Caipirinhas içecektik. Nasıl mı yapılıyor? Şeker kamışından üretilmiş bir tür rom kullanılıyor, “Kaçaça denilen... Bir limonu ince ince doğrayın önce, sonra havanda ya da bir  cam kasede, üzerine yarım çay bardağı toz şeker ekleyip, hafiften ezin... Limon koksun heryer... Şimdi bardaklara dağıtın o şekerle ezdiğiniz limon dilimlerini, üstüne bolca buz ekleyin ve kaçaçayı doldurun bardağa... Karıştırın, işte size caipirinnhas.... Mmmm nefis değil mi? Afiyet olsun...

Copacabana'da bikini satışı
Rio’da tam bir tropik iklim var, hava sıcak, rutubetli... Hemen plaja inmeli... Hangisine mi? Valla hangi havanızdaysanız, örneğin Copacabana, isterseniz voleybol ya da tenis oynar, kendinize güveniyorsanız 3 metrelik dalgalarda sörf de yapabilirsiniz... Ya da uzanın şöyle kumlara, önünüzden seyyar satıcılar gelip geçsin, tam karşınızdaki “Şeker Tepelerini” seyrederek hülyalara dalın...

-Burada denize girilmiyor ama... Denizde yüzen bir kişi bile yok...

Dediğinizi duydum, evet, sanırım öyle... Okyanusun 3 metrelik dalgaları hiç eksik olmuyor ki... Bu yüzden denizde sadece sörfcüler var. Birisi demişti ki, “Rio’da denize girilmiyor, duruluyor sadece.” Bu galiba doğru... Olsun, plajda vakit geçirmek çok zevkli. Bir şeyler atıştırmak, Caipirinnhas içmek... Üstelik seçenekler de bol... Bugün Copacabana, yarın Ipanema... Plajlardan plaj  beğen. Ama Ipanema daha bi sosyetik... Oraya giderken güzelce çeki düzen vermeli saça başa şöyle... A, bir de “Kırmızı Plaj” var, bir gün de oraya gideriz. Ya da adalarda piknik yapabiliriz. Hatta tekne kiralayıp gezebiliriz...

-Türk rüzgarı dedin de... Pek anlaşılmadı...

Türk Rüzgarı
Dediniz di mi? Evet, şu sıralarda tüm Brezilya’da Türk Rüzgarı esiyor... Bunun sebebi THY’nin de sponsor olduğu televizyon dizisi... Hani bir zamanlar biz Türkler “Köle Isaura’yı” izlerdik, hayat dururdu... İşte şimdi Brezilya’da durum tıpa tıp bu. Dizi başladığı anda sokaklarda trafik bile azalıyormuş... Bir Brezilyalı bebeğin Türkiye’ye kaçırılıp evlat edinilmesi varmış odağında dizinin... Kız yıllar sonra anlıyormuş asıl ailesinin  Brezilya’lı  ve çok fakir olduğunu... Dizi, yer yer Istanbul ve Kapadokya’da geçiyormuş... Onun için hangi dükkana girsek soruluyor:

-Nerelisiniz?

-Türküm dediğinizde ise size hemen  Türkçe “iyi akşamlar”, “günaydın” filan deyip, Kapadokyayı Istanbulu soruyorlar... Bu nazar boncuklarının satıldığı dükkan da böyle bir Türkiye hayranlığının simgesiydi sanki...

Teleferik
Akşamüstü Şeker Tepelerine çıkıyor muyuz? E tabii, Rio’da yapılacak en güzel şeylerden biri bu. Önce teleferiğe gidip sıraya girmeli... Şapkanızı, güneş gözlüğünüzü hatta şemsiyenizi hele hele de fotoğraf makinenizi sakın unutmayın... Uzun bir bekleme kuyruğu var teleferikte, gemi turlarından gelen 80-100 kişilik turist gruplarının beklemeden teleferiğe alınması da işin cabası... E, ne yapsınlar? Rezervasyonları önceden kesinleştirilmiş. 
Şeker Tepelerinden Rio

-Oh, teleferiğe nihayet bindik... Manzara şahane... Burası 1. Etap... İşte aşağıda Copacabana, işte kırmızı plaj... Al gözüm seyreyle... Şak şak şak... Eller deklanşörlerde... E, şimdi de ikinci etaba çıkmalı... Ufff dünyanın tepesinde miyiz artık? Rio ayaklarımızın altında... Şu sis de olmasaydı keşke...

-“E peki, Brezilyalılar mutlu mu?” diye merak ediyorsunuz değil mi? Bilmem, mutluluk heryerde bireysel... Ama son yıllarda özellikle Rio açıklarında bulunan petrolle ülkenin refah seviyesinin bir anda yükseldiği doğru galiba... Bir söyleme göre son 10 yılda tam 50 milyon insan fakirlik seviyesinden birden orta sınıf seviyesine yükselivermiş... Yolsuzluk yine varmış ama görece azalmış... Emlak fiyatları dünya jet sosyetesinin de katkısıyla katlanmış tabii Rio’da... Copacabana’da okyanusa bakan bir daire 1.5 milyon dolardan el değiştirirken  Ipanema’da bu rakam 3.5 milyon dolarları buluyormuş. Hele Leblon’da gayrimenkul fiyatları daha da yüksekmiş...
Ipanema
Gecekondular
İyi ama gecekonduları da unutmamalı... Leblon’un, Ipanema’nın  bakımlı gökdelenlerinin hemen ardında dağlara tırmanan sayısız gecekonduda onbinlerce insan yaşıyor...

-“Akşam ne yiyeceğiz?”

diye mi sordunuz... Isterseniz şu lunaparka benzeyen Marius’a gidelim, hani şu tavanlarında duvarlarında binbir çeşit tuhaf eşyanın (piyano, imbik, para kasası vs.) yapışık olduğu Copacabana’daki restoran... Dev bir açık büfe var antreler ve tatlıların yer aldığı...  Yalnız dikkat edin, sürekli masanıza gelip, tabağınıza et ya da balık aktaran garson sizi sonunda mide fesadına uğratabilir... Ya da Ipanema’ya uzanalım, Riso’da yer ayırtmıştık... Hani şu aynı zamanda sanat galerisi olan butik restoran...

-Buralarda adambaşı hesap 100 doları buluyor, boşverelim yahu...

Diyorsanız, caddelerde turlayalım... Sokakta ya churros, ya papaya krebi ya da birer tane haşlanmış mısır alıp açlığımızı bastırırız, bira da içeriz yanında... Ya da şu İtalyan restoranına mı gitsek? Müzik de var, sevimli ihtiyarlara “Girl from Ipanema”yı çaldırsak fena mı olur?

-Ahh, ne yazık ki sonuna geldik Rio tatilinin... Bavulları toplamalı... 

Riso
-“Daha çok şey vardı yapacak” diyorsunuz biliyorum... Botanik parkına gitmeliydik, müzeleri, sanat galerilerini gezmeliydik... Hatta şu meşhur zümrütleri, safirleri, elmasları nasıl işliyorlar bunları görebilmek için Stern’e ya da Amsterdam Sauer’e uğramalıydık ama kısmet değilmiş... Şu Amazon bitkilerinin tohumlarından yapılmış bilezikler neyimize yetmiyor?

-Bi dahaki sefere... Adeus (*) be güzelim Rio De Janeiro...


(*) Adeus: Elveda
(**)Sou: Son


--------------Sou----------

Çarşamba, Nisan 17, 2013

RIO DE JANEIRO'DA TÜRK RÜZGARI (1)


Sevgili Feyzan ve Mehmet'e



Rio’ya gitmek aklımın ucundan bile geçmezken, Feyzan’ın büyük sürprizi ile kendimi bir anda Copacabana’ya bakan bir otel odasında buluverdim.
Copacabana Plajı
Saatler süren yolculuktan, Sao Paolo’da sıkıcı mı sıkıcı bir duraklamadan, üstelik de yeniden bavul al-ver telaşından (*) nefes alamaz duruma gelmiştik... Odanın penceresinden görülen manzara müthişti... Copacabana kumsalını gündüz gibi aydınlatan dev projektörler öyle nefes kesici bir güzelliği gözönüne seriyordu ki, yorgunluğumuz uçtu gitti....
Sahile vuran dev dalgaların sesi, sanki “samba ritmi”ndeydi, bu ninniyle hemen uykuya dalıp rüya bile gördüm... Rüyamda yemyeşil çimenlerde koştururken,  “nedense” karla kaplı  bir şeve girip, bu kez daha hızlı koşmaya başladım. Eriyen karlara bata çıka koşarken, ayaklarım sırılsıklam olup dondu... Uyandığımda farkettim klimanın odamızı buzhaneye döndürdüğünü...

Sabah kahvaltıya indik, büfenin en gözalıcı yanı envai çeşit egzotik meyvalarla bezeli oluşuydu. Hepsini  tattım, galiba benim favorim mango oldu. Feyzan ve Mehmet’in Rio’ya gelişi “iş nedeni” ile olduğu için her sabah onları yolcu edip, kendimi günler boyu oyalamaya çabaladım.

Aslında Rio De Janeiro’da bu hiç de zor değil. Kentin öyle hazineleri var ki...

Örneğin şu Corcovado’dan kente kol kanat geren İsa... Tepeye, isterseniz tramvayla, isterseniz bu iş için örgütlenmiş ciplerle ulaşıyorsunuz. Sonrası kolay, yürüyen merdiven sizi hemen alıp İsa’nın eteğinin ucuna taşıyıveriyor... Küçüklüğümde Rio’da geçen bir filmde heykelin havadan çekimlerini izlemiş, hayran kalmış, yıllarca unutamamıştım.

-“Heeeeeeey... Beni duyuyor musunuz? Dünyanın en şanslı insanlarından biriyim şimdi ben buraya gelebildiğim için”

diye haykırmak istedim, ama sustum. Çünkü heykelin kaidesindeki küçük şapelde sabah ayini vardı... Üstelik de çevredeki ağaçlardaki maymunlar böyle olur olmaz haykırışlara kızabilirdi.

Üniversitedeki fotoğrafçılık hocam Hamza İnanç aklıma geldi, “Benim için iyi fotoğrafçı, Ağrı Dağının tepesine çıkıp, 3 resim çekip dönebilendir” derdi... Ne yazık ki insan 300 resmi bile yetersiz bulabilir burada hocam... Corcovado tepesinden Rio’yu seyretmek, her açıdan öyle başka, öyle nefes kesici, öyle muhteşem ki...
Corcovado'dan Rio
Neyse ki erken saatte çıkmıştık Corcovado’ya, henüz turist istilası başlamadan... İsa’nın bakışı ile dakikalarca Rio’yu seyredip durduk...

Bir sonraki durak, Tijuca ormanıydı... Yüzlerce hektarlık alana yerleşen ormanda yürümek, etrafınızda uçuşan kelebekleri izlemek “cennet bu işte” dedirtiyordu... Her türlü yerleşime, duraklamaya, uzun süreli araç trafiğine kapalı orman, keşfedilmemiş kuytuluklarıyla nasıl davetkardı. Rio’nun kumsallarında 30 dereceyi bulan o korkunç sarı sıcak buraya ulaşabilir miydi? Sık ve yemyeşil ağaçlar göğü, güneşi, aydınlığı kayıtsız şartsız engelliyordu... Hele yolların kıyısındaki kaldırımlar nasıldı? Yosunlar, uzayıp giden taşları nasıl kadife gibi kaplayıp güzelleştirmişti öyle?

Serinliğiyle orman çok gizemli, çok davetkar ve güzeldi ama asıl sürpriz biraz daha yukarılarda bekliyordu bizi...

(*) THY, Star Alliance üyesi olmakla beraber, Brezilya’nın iç hatlarında bavulunuzu son noktaya kadar götürebilme garantisi vermiyor ne yazık ki... Bu tamamen Sao Paolo’daki görevlilerin inisiyatifinde...

YARIN: DÜNYANIN EN ROMANTİK PİKNİK ALANI


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...