Bu Blogda Ara

ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ocak 16, 2024

Halide Edib yüreklerden silinebilir mi?




Halide Edib, sırf birileri “güdümcü-mandacı” yaftası yapıştırdı diye tarih sayfalarında karalanıp, yüreklerden silinebilir  mi?

Bizim aydına, yazara, şaire (hele de kadın ise!) bakışımızın nasıl karanlık olduğunu, bu konulardaki sicilimizin ne kadar kabarık olduğunu bilmeyen mi var? 


En parlak kalemleri öldürmüş, sürgün etmiş, sansürlemişiz, bunların hiçbirini yapamadıysak  “itibarsızlaştırma” çabasına girişmişiz..  


Söz ettiğim kadın, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında yer alan “Halide Onbaşı,” sayısız roman, öykü, tiyatro eseri vermiş, el yazısıyla tuttuğu hatıratı, mektupları pek çok ülkede koruma altında saklanan bir yazar, İstanbul halkına pek çok toplantıda, Sultanahmet mitinginde toplanan binlerce kişiye, “işgale karşı çıkalım”  çağrısı yapan ateşli bir konuşmacı, kadın haklarını, seçme seçilme hakkını ısrarla savunan bir feminist… Anadolu Ajansının isim annesi, Atatürk’ün dış dünyaya açılmasında (yabancı gazetecilerle röportaj randevuları, tercümeleri ile) sağ kolu…(*)


Ama O’nu baş tacı etmek şurada dursun, 31 Mart Şeriatçı Kalkışması sırasında “çocuklarıyla birlikte öldürme” tehdidiyle aylarca Mısır’da yaşamaya zorlamamış mıyız?  


Halide Edib’e karşı suçlamalarımız zamanla şekil değiştirmiş, “güdüm-manda” istemine odaklanmış, o sıralarda Mustafa Kemal ile ortaya çıkan görüş ayrılığını  gözden düştü” diye konuşup durmamış mıyız?


Peki, bir yargıya varmadan önce, şu “güdüm-manda” sözcüğünün karşılığı neymiş, bir bakalım mı? 


Diplomasi sözlüğünde (Manda, güdüm, mandate) başlığı altındaki tanım şu:


 I. Dünya Savaşı'ndan sonra bazı az gelişmiş kabul edilen ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen yetkidir” 


—-yıkık ülke—-


Manda konusunun günlerce tüm detaylarıyla ele alındığı “Sivas Kongresi Tutanaklarına,” Mustafa Kemal’in sonraki yıllarda kaleme aldığı “Söylev”indeki sayfalara göz atmadan önce acaba 1919 yılı itibarıyla ülke genelinde durum neydi? Bir baksak mı?


Beşyüz milyon lira borç, yıkık bir yurt, pek verimli olmayan bir toprak ve ancak on on beş milyon lira bir geliri olan bir ulus… İşgal altındaki İzmir’de insanlar zulüm görüyor, katlediliyor. Bu durumun protesto edilmesi için İstanbul’da planlanan gösteriler engelleniyor. İstanbul hükümetinin sivil paşalık verdiği Anzavur (**) İngiliz desteği ile Bandırma ve çevresinde isyan başlatıyor.  Nigehbancı Subaylar (***) yabancı işgaline zemin hazırlamak için, hıristiyanları hedef alan bir isyan çıkarmak amacıyla Trabzon ve Samsun’a gidiyor. Anadolu’da pek çok kentte ayaklanmalar başlıyor. Mondros Mütarekesi sonrasında işgal kuvvetlerinin gemileri  Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a demirliyor. Anadolu adım adım işgal edilirken İngiltere, Karadeniz kıyılarında Yunanlıların bir Pontus Rum devleti kurma çabasına destek veriyor. Bölgede Rum çetelerinin saldırıları artarken,  Türk grupların kargaşa çıkardığını iddia eden İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne 21 Nisan 1919'da, -Siz asayişi sağlayamazsanız biz Samsun'a çıkıp bölgeyi işgal edeceğiz- şeklinde  nota veriyor.”


—-Ömer Sayar’ın anlatımı—


K İşte  kimi aydınlarla birlikte Halide Edib’in de aralarında yer aldığı ve pek çok ordu komutanı tarafından da gündeme getirilen “güdüm-manda” önerisi, bu “çaresizlik ortamında” Erzurum ve Sivas kongrelerinde ortaya çıkıyor.  

İ

Halide Hanımın torunu Ömer Sayar  bu yüzden manda meselesinin  “zamanın ruhu dikkate alınarak” değerlendirilmesini istiyor:

“-Herkes mandanın şartlarını kendi kafasında yaratıyor, kendine uygun şekilde mandayı istiyor, Atatürk ise bir deha, kendisine manda için yazılan bütün mektupları telgrafları Sivas Kongresinde okuyor, sonra Nutuk’ta da yazıyor…

-Zaten  aslında Sivas Kongresinde başka bir şey görüşülmemiş, Atatürk kendi anlatımında günlerce, üç gün filan, mandanın görüşülüp konuşulduğunu anlatıyor. 


-Üstelik bütün harbe giren komutanlar da, örneğin  Rauf Orbay, Refet Paşa da şaşıyorsunuz okurken, mandanın en ateşli savunucuları. Hatta -kaçar bu fırsat geç kalıyoruz- diyorlar. Nutuk’u yazarken, Atatürk’ün enteresan bir tertip tarzı var, o yazıları nereden aldığını filan yazmıyor, yahut zaptı da koymuyor, kendisi anlatıyor, -şu adam çıktı bunu söyledi, bu çıktı bunu söyledi- diye.” 

——Halide Edib’in mektubu—-

Halide Edib, Mustafa Kemal’e böyle bir ortamda gönderiyor o mektubu, ABD güdümü istenmesinin gerekçelerini özetle şöyle sıralıyor:

“…Tam bağımsızlık istemeye kalkışırsak ülkemiz parçalara ayrılacaktır…


-Suriye’de umduğunu elde edemeyen Fransa, zararını Türkiye’den çıkarmak istiyor. 

-İtalya savaşa ancak  Anadolu’nun bölüşülmesinde pay almak için girdiğini söylüyor.

-İngiltere’nin oyunu ise biraz daha ince. Türkiye’yi bütün olarak alabilirse, kafasını kolunu koparır, bir kaç yılda kendisine gönülden bağlı bir sömürge haline getirir. 

-Buna en başta yurdumuzdaki din adamları isteklidir. 


Biz  eski ve yeni Türkiye sınırlarını kapsamak üzere geçici bir Amerikan güdümünü ehven-i şer (kötünün iyisi) olarak görüyoruz…Birbirini yok eden, çıkar, hırsızlık, serüven ve ün için yaşayanların sonsuz isteklerini yerine getiren hükümet anlayışı yerine, ulusun rahatlığını ve gelişimini sağlayacak ve halkımızı, köyleri, sağlığı ve düşünüşü ile yepyeni bir halk haline koyabilecek bir hükümet anlayışı ve uygulaması bize gereklidir. Bu işin istediği para, uzmanlık ve güç bizde yok. Yabancı devletlerden ödünç para almak tutsaklığı artırıyor. Kayırma, bilgisizlik ve çok konuşmaktan başka, olumlu bir sonuç veren yeni bir yaşayış düzeni yaratamıyoruz.


-Adaletli bir hükümetin kurulması

-Eğitim ve öğretimin yayılması ve genelleştirilmesi

-Din ve mezhep özgürlüğünün sağlanması

-Gizli anlaşmaların kaldırılması

-Bütün Osmanlı ülkesini kapsamak üzere Amerika hükümetinin bizi güdümü altına almayı kabul etmesi… (****)


Yurdumuzda boy ölçüşen devletleri ve kuvvetleri uzaklaştırabilecek bir yardımcı bize gerek. Bunu ancak Avrupa dışında ve Avrupadan güçlü bir elde bulabiliriz. Serüven ve savaş zamanı artık geçmiştir. Gelecek için gelişme ve birleşme savaşı açmak zorundayız. Sınırlarında bunca çocuğu ölen zavallı yurdumuzun düşünce ve uygarlık savaşında  kaç şehidi var?” 


Halide Edib, 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunu “saygılarımı gönderir, başarınıza dua ederim gösterişsiz bir Türk eri alçak gönüllülüğü ile sizinle birlikte olduğumu bildiririm” diye noktalıyor. 


Mustafa Kemal, Halide Edib’in yanı sıra pek çok ordu komutanı tarafından gönderilen benzer  mesajlarda ABD güdümünü isteyenlere şu yanıtı veriyor:


“Baylar, pek uzun   geçen bu güdüm görüşmeleri, güdüm isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi. Amerika’da yıllardan beri bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların doğurduğu düşünce akımını düzeltmek için her şeyden önce Amerika Kongresinden yurdumuzu inceleyecek  ve gerçeği görecek bir kurul çağırmak. Bu öneri oy birliği ile kabul olundu. Bu yolda bir mektup müsveddesi hazırlandığını hatırlıyorsam da bu mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum…” (*****)


Aslında Mustafa Kemal’in hatırlamadığı mektup ABD Kongresine gönderiliyor, sonuçta iki ayrı Amerikan heyeti Türkiye’ye gelerek manda incelemesi yapıyor (******)


James Harbord başkanlığındaki bir heyet Sivas’ta Mustafa Kemal ile buluşuyor, kendi anılarında dile getirdiği üzere Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Amerikan mandasına sıcak baktıkları izlenimini ediniyor, ancak görüşmeler sonucunda bu fikri değişiyor:


“Türklerin manda hakkındaki fikirleri bizimki gibi değil, onlar bunu yalnız bir büyük kardeşin nasihatı gibi düşünüyorlar. İç idareye veya dış münasebetlere hiç müdahale etmemek üzere hafif bir ağabeylik hakemliği tanımak istiyorlar.”


Harbord Başkanlığındaki heyetin hazırladığı raporda mandanın 5 yılda 756 milyon dolara mal olacağı, yani pahalıya patlayacağı görüşüne de yer veriliyor, anlaşılan manda konusu bu noktada tıkanıyor…


Zaten Mustafa Kemal bu istemlere karşı yolladığı mesajda şöyle diyor:


“Bize elverişli  bunca koşullar ileri sürebilecek olan Amerika Hükümeti, böyle bir güdümcülüğü kabul etmesine yani buna katlanmasına karşılık Amerika adına ne gibi faydalar çıkarlar sağlamış olacaktır? Bununla  ne amaç güdüyorlar?”


Böyle bir atmosferde cereyan eden görüşmeler sonucu “manda tartışması” cumhuriyet tarihinin  tozlu sayfalarına gönderiliyor, ancak edebiyat tarihine,  kadın haklarına, genç cumhuriyetin dış tanıtımına büyük katkıları olan Halide Edib bir türlü “mandacı” yaftasından kurtulamıyor. 


Acaba İpek Çalışlar’ın kaleme aldığı kapsamlı biyografinin sonunda Halide Hanım için dediği şu sözler mi artık geçerli?


“Hakikaten mandacı mıydı? O’nun hayatını okuyanlar artık bu soruya gülüp geçecekler.”


(*) İpek Çalışlar Halide Edib Biyografisine Sığmayan Kadın

(**) https://www.atam.gov.tr/nutuk/anzavur-ve-duzce-isyanlari

(***) https://www.atam.gov.tr/nutuk/askeri-nigehban-cemiyeti

(****) Söylev 1. Cilt

(*****) Söylev 1. Cilt

(******) https://ataturksociety.org/about-ataturk/war-against-occupying-colonial-powers/


Perşembe, Ağustos 18, 2022

“Cennetten gelen!” tatlı


 

Bu resim (*) yıllar önce  İran’la savaş sırasında ölen askerlerin anısına yapılan “Şehitler Anıtı”nın önünde Bağdat’ta çekilmişti… 


-Ne kadar zarif bir yapı değil mi?


Gazeteciler aslında sürekli güncelin peşinde koşsalar da, olayların ötesinin de tanığıdır, sokaktaki adamdan farkları, gözlemlerini kayda geçirmeleridir. Şimdilerde artık neredeyse herkes sosyal medya kullandığı için “zaman tanıklıkları” iyiden iyiye yaygınlaştı, yani yaşananlar “silinmez” hale geldi.


George Orwell’in unutulmaz romanı 1984’deki gibi (**)  eğer başımızdakiler! beğenmedikleri kimi olayları tarihten kazıyıp yok etmeye kalkışmazsa, bundan böyle, yaşanmışlıklar asla tarihin derinliklerine gömülüp gidemeyecek, ne hiyeroglifleri, ne çivi yazılarını çözmeye uğraşacağız, ne de kaybolup giden parşömenlere yazılı antik metinler için hayıflanacağız.


“Savaşın eşiğindeki” Bağdat’a 2 binli yıllarda art arda yaşanan krizler sırasında o kadar çok gidip gelmiştim ki, bir zamanlar “Orta Doğunun Paris’i” diye anılan güzelim kent, benim için “komşu kapısı” olmuştu, Irak mutfağını damağım iyice benimsemiş, “makam” diye anılan, udun başrolde olduğu müzikli buluşmaları bile izlemiş, pek çok dost edinmiştim. Dicle Nehrinde avlanıp tahta şişlere gerilerek odun ateşinde pişirilen o nefis mazguf (yayın) balıklarının tadı hala damağımda. Her sofranın vazgeçilmez giriş yemeği olan humus da… 


Yemeğin üstüne “mırra” (***)  eşliğinde ikram edilen Süleymaniye’ye mahsus, kakuleli “Min El-Sama” (****) (cennetten gelen demekmiş!) tatlısını ise sadece  o topraklarda tadabilirdiniz. 


-Neden? Başka yerde yapılamaz mı? 


Diye soruyorsanız bir gün etraflı anlatırım. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de belli aylarda “mucizevi bir şekilde” ağaç yapraklarına gökten dökülen özel serpinti, bu tatlının ana maddesiymiş. Kutularda una veya nişastaya gömülü saklanan bu nefis tatlı, kutudan çıkarılıp, uzunca bir süre dışarda bırakıldığında yine mucizevi bir şekilde eriyiveriyordu.


Her yanı hurma ağaçları, palmiye koruluklarıyla bezeli güzelim Bağdat’a yolu düşenlerin sanırım aklında yer eden bir görüntü de, kentin pek çok yerine adeta birer mücevher gibi serpilmiş, küçük kubbeleri mavi mozaikle kaplı camilerdi. Gece-gündüz bu camilerden duyulan (hoparlör kullanılmazdı o zamanlar!) o hazin ama davetkar ezan sesi herkesi nasıl etkilemesindi? 


Ancak ezan da dualar da Saddam’ın düşüşünü engelleyemedi, ABD ve kuyruğuna takılı uyduları sayesinde Bağdat yerle bir edildi. 


Çok görmek istesem de, o taraflara yolum uzun zamandır düşmedi, kim bilir şimdi bu güzelliklerden geriye ne kaldı?


Camiler dedik de aklıma geldi, geçenlerde Mimar Sinan’la ilgili bir kitaba (***) yoğunlaşmıştım, her sayfada bu büyük dehaya bir kez daha hayranlık duyuyordum, bir yandan da sürekli kendime sorup, durdum:


-Yahu -Osmanlı Torunuyuz- diye övünenler aslında Mimar Sinan’dan hiç mi feyz almamış? Ne oldu, nasıl oldu da biz mimariden sahne sanatlarına, şehir plancılığından müziğe her konuda bu kadar geriye gittik?  


Kimileri şimdi “sen ülkede geriye gidişi yine son 20 yıla getirdin dayadın” diye kızıyorsa, onlara önerim şu. 


-Gelin, başkentin Gölbaşı ilçesinde küçük bir gezinti yapalım, Mimar Sinan şaheseri camilerden sonra karşınıza çıkan şu görüntüleri bir de siz değerlendirin olmaz mı? Ha, içinizde “uzağa gidemeyiz” diyen varsa, buyursun aşağıda paylaştığım fotoğraflara bir baksın. Yorum onların…






(*) Fotoğraf Gazeteci Ümit Bektaş tarafından 4 Mart 2002’de çekildi

(**) https://bennursunerel.blogspot.com/2022/07/1984-bizi-mi-anlatms.html

(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C4%B1rra

(****) https://medium.com/@ev.erdogdu/a-heavenly-dessert-inspiring-unity-in-iraq-9f7c73001530

(*****) Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, Uğur Tanyel, İş Bankası Yayınları

Not: Bağdat izlenimlerimi Hamamböceği Sendromu başlığıyla Remzi Yayınevinden çıkan kitabımda toplamıştım. N.E.

Perşembe, Ağustos 12, 2021

DAMIZLIK DANALAR

 


Çocukluğumu anımsıyorum, çok küçüktüm, babam güncel gelişmeleri hiç kaçırmazdı, salondaki büfemizin üstünde duran radyo gün boyu açıktı. Babam kimi zaman radyonun ibresiyle Hilversum’dan Sydney’e kadar pek çok istasyonda gezinir, farklı dillerden yayınlara kulak verir, ben de o yayınları  “anlamadan dinlerkenJules Verne’nin “80 Günde Devr-i Alem”inin sayfalarında hayali gezilere çıkardım. 


Radyonun ibresi, arada bir, akşam saatlerinde Moskova’dan Türkçe! yayın yapan “Bizim Radyo”ya denk düştüğünde, kadın spiker,  madeni sesi, zor anlaşılan tuhaf Türkçesiyle konuştukça tüylerim ürperirdi. Kadının anlaşılmaz anonslarından, arada bir “geliyüür, gidiyüür, yapıyürler” gibi tanıdık sözcükler çalınırdı kulağıma…


Babam bir gün radyoyu dinlerken sinirle söylenmeye başladı:


-Yine yapacaklar… Memleketle oyun oynuyor bu yobazlar…


Radyodaki yayın üzerine yorum yapan babam, bilmediğim bir olaydan, “Milli Nizam Partisi” diye bir partinin kapatılması sonrasında kurulan yeni partiden söz ediyormuş meğer. O parti kapatıldıkça ardından yenileri kuruldu, bugünlere geldik.


2000 yılı başlarında, Refah Partisi için kapatma davası açılmıştı, yerine bu kez Fazilet Partisi kurulsa da onu da aynı son bekliyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Paris’ten, “güncel gelişmeler” üzerinde röportaj için randevu istemiştim, televizyonda (Kanal D haberleri)  için çalışıyordum, bir sabah erkenden telefonum çaldı:


-Nursun Hanım, Büyükelçi size randevu vermeyi kabul etti, çekim de yapabileceksiniz…

-A, öyle mi? Hangi gün?

-Yarın, fakat randevuyu size İzmir yakınlarındaki bir Devlet Üretme Çiftliğinde veriyor, gelebilir misiniz?

-Evet ama bu adresin seçilmesinin sebebi, anlamı nedir?

-Büyükelçi, ABD’nin sperma hibesiyle üretilen damızlık danaları görmeye, çiftliğe gidecek, sizinle de orada görüşmek için 1 saat ayırdı.


Böyle fırsat kaçırılır mıydı? Tabii ki kameramanla birlikte yollara düştük, İzmir’e uçakla gidip oradan bir taksiyle Menemen’deki çiftliğe ulaştık, biraz sonra büyükelçi Paris de geldi, selamlaştık, düvelerin (dana yavrusu) beslenip bakıldığı bölmeleri gezmeye başladık. Puslu mavi gözlerle (yavruyken gözleri bu renk olurmuş!) bize bakan düveler bana ne kadar sevimli görünmüştü, betonlaşmış şehirlerde doğadan uzak yaşayan bizlere büyükbaş hayvanlar çok yabancıydı çünkü.


Neyse, biraz sonra Büyükelçi Paris, “ABD hibesi spermle” yetiştirilen düvelerden mutlu, bana döndü:


-Buyrun, sorularınız neydi?


O sırada siyasi ortam çok çalkantılıydı, 28 Şubat’a gidişin ayak sesleri duyuluyordu, Refah Partisi için kapatma istemiyle dava açılmıştı, sorularımı bu konular üzerinde yoğunlaştırdım, Büyükelçi, özellikle Refah Partisinin kapatılması üzerinde son derece sert söylemlerde bulundu, hatta “Gerçek demokraside parti kapatma filan olamaz, insan hakları, ifade özgürlüğü, siyasi özgürlükler açısından böyle bir gidişatı çok sakıncalı buluruz” şeklinde konuştu. Mark Paris’le söyleşimiz o akşamki TV bülteninde yayınlandı, çok da yankı buldu. 


Şimdi biliyorum:


-Bu olay aklına nereden geldi? 


Diyeceksiniz…


İran sınırından her gün akın akın Türkiye’ye gelen genç (ne hikmetse eşleri, çocukları, yakınları olmaksızın art arda sökün eden!)  Afgan’lıları gördükçe kabus görür gibi oluyorum da ondan…


Çünkü ABD hep bunu yapıyor, “hibeler, krediler, vaatler” yoluyla avucunun içine aldığı ülkelere, kimi zaman, “mal varlığını açıklarım haa!” Diye tehdit ettiği liderleri aracılığı ile kabul edilemez planlarını dayatıyor. 


Acaba “ABD, Afganlıları gerçekten kendi ülkesine almak istediyse neden Afganistan-Pakistan sınırındaki Hayber Geçidini veya Peşaver’i tercih etmedi?” Sorusu kafamda yankılanıyor, bir türlü karşılığını bulamıyorum.


Haydi Amerikalılardan geçtim, kendi ülkemin yetkilileri şu sorulara neden yanıt vermiyor?


“-Biz sizin tebanız mıyız? Kaderimiz için söz hakkımız yok mu?

-Bu Afgan göçü neyin nesi? Hangi anlaşmanın parçasıdır? 

-Daha kaç kişi gelecek?

-ABD’ye başka hangi gizli tavizleri verdik?

-Sizin Eş Başkanı olmakla böbürlenip durduğunuz Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’yi yok etmeyi mi hedefliyor?”




Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...