Bu Blogda Ara

Cumhurbaşkanı Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cumhurbaşkanı Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Şubat 21, 2024

İoanna Kuçuradi, “Ciddiye almamak gerekir” derken kimi kastetti?



Gazetecilik mesleğinde pek çok insanla karşılaştım, cumhurbaşkanları, başbakanlar… Kimileriyle çok yakın dost bile olduk ama onları saymıyorum, çünkü bizim mesleğin “olağan tanışıklığıdır” o isimler, büyüklerimizin deyimiyle onlar “yolcudur biz hancı.” Doğrusu, insanları “makamları” ile değil de kişilikleri ve “yansıttıkları değerlerle” dikkate almayı hep daha doğru saydım. 


Felsefe profesörü Ioanna Kuçuradi, yansıttığı ve kendisine atfedilen değerler açısından bence öylesine “tepelerde” yer alan bir isim ki… Onun yansıttığı ışığın sonsuza dek Türk toplumunu aydınlatmasını diliyorum. 


Gazeteciler Cemiyetinde dün “hocaların hocası” Ioanna Kuçuradi’yi bir dönem öğrencisi olan, şimdinin felsefe profesörü Harun Tepe’yle birlikte  ağırladık… Kuçuradi’nin ekrandan katıldığı söyleşimizin başlığı “İnsan Hakları ve Gazetecilik Etiği” idi ama sorudan soruya geçerken güncel konular üzerinde durmamak olmazdı, daldan dala bir  “çay sohbeti” yürüttük.


—-Türk demek müslüman mı demek?—


Söyleşiye hazırlanırken, Kuçuradi’nin söylemlerini pek çok yazılı ve görsel kaynaktan incelemekteydim,  radyom da açıktı, birden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri yankılandı:


-Türkler yüzyıllar boyu islamın, islam da türklerin kılıcı olmuştur türk demek, aynı zamanda müslüman demektir…" 


Bunu duyduğumda aklımdan yüzyıllar içinde Anadolu topraklarında yaşamış pek çok ırktan, dinden insanlar geçti. Giderek buradaki nüfusları azalsa da yıllardır birlikte yaşadığımız Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Ezidileri ve pek çoklarını düşündüm, kültüre, bilime, sanata ve günlük yaşama katkısı olan milyonlarca insanı… 


-Nasıl yani onları, Türk saymayacak mıydık? Onlar bizden değil miydi? Ya da biz onlardan değil miyiz? 


Söyleşimiz sırasında Kuçuradi’ye “bu sözleri duyunca üzüldünüz mü?” Diye sordum, Böyle şeyler çok yaygın… Öbürü de tutar başka bir şey söyler, bunları ciddiye almamak gerekir” demekle yetindi. 


—yazık cahildirler anlamıyorlar—-


Kuçuradi’nin mutluluk kavramı ile pek ilgilenmediği biliniyor, acaba yaşamı boyunca hedeflemediği mutluluk onu kendiliğinden mi gelip bulmuştu, hiç düş kırıklığı yaşamamış mıydı onca yıllık kariyerinde?


“Öyle hedefim yok, mutlu olmak diye. Bir şey olamıyorsa yapılacak o kadar çok şey var ki, başka birisini yapmaya çalışıyorum. Biz mesela insan haklarıyla ilgili yüksek lisans projeleri yürütüyoruz, ama nedense YÖK şimdi buna -hayır- diyor. Oysa bu eğitimin desteklenmesi bütün planlarda vardı. O zaman, - eh başka şey yapalım- diyorum, bence yapılacak o kadar çok şey var ki… Yazık -cahildirler anlamıyorlar- diyorum üzerinde durmuyorum. 


—fakirlik, insan haysiyeti—-


Kuçuradi babasının ille de -eczacı ol- deyişine kulak asmamış, felsefeyi seçmiş, o zaman babası, -yazık, kızım aç kalacak, para kazanamayacak- diye üzülmüş, o sözden hareketle fakirlik, insan hakları, insan haysiyetine yaraşır yaşamla ilgili sözlerini, anımsatıp, “Zengini daha zengin eden politikalar etiğe, insan haklarına uyar mı?” diye soruyorum, yanıtı:


“Uymaz tabii. Bize özgürlük diye empoze edilen serbest pazar meselesinden kaynaklı. Bana sorarsanız dünya düzeni değişmeli. Bunu nasıl yapacağız bilmiyorum ama mutlaka değişmeli. Özgürlük, serbest pazar, çok cazip kelimeler ama şu anda özgürlük denilen şeyleri yanlış anlıyoruz. Öyle zamanlar oldu ki, insanlar özgürlük adına en olmayacak şeyleri yaptılar Covit salgınında- bu beden benimdir- diye pankart açıp  dolaştılar, evet bu beden senindir ama özgürlüğü çıkmaza sokuyor, özgürlükte kabahat yok da…-Canının istediğini yapmak- şeklinde anlamaktan kaynaklanıyor bu, oysa özgürlük çok daha temel bir şeydir. 


—-kadın fıtratı——


İçinde yaşadığımız çağda “kadın fıtratına uygun işler uygun olmayan işler” diyen politikacıları anımsatıyorum, Kuçuradi diyor ki:


“Haklar açısından bakılmalı konuya, bu bakımdan ben kadınla erkek arasında fark görmüyorum, yalnız sınıfta bazen gerek oluyor diyorum ki, -sandalyeler taşınacaksa oğlanlar taşısın, kahve yapılacaksa kızlar pişirsin- Ama aynı işi yapan kadınla erkek arasında haklar açısından fark olmamalı, mesela aynı maaşı almalı ikisi de. Şimdi bir de -bekara ev kiraya verilmiyor- diye bir tartışma var, ev hayatımızda dost hayatımızda bazı şeylerin kültürel etkilerini yok saymak mümkün değil ama yeter ki haklara zarar verilmesin”


—-göçmenler sığınmacılar—-


Peki acaba “insanın yaşam hakkı, insan haysiyeti gibi etik değerler söz konusu ise, Türkiye’ye yerleşen milyonlarca göçmene nasıl bakacağız?


Kuçuradi diyor ki:


“Sığınmacı ile göçmen farklı. Sığınmacı hayatta kalmaya çalışıyor, onu tabii ki alırsınız. Göçmenler ise ki daha ziyade gençler daha iyi yaşama kavuşmak için başka ülkelere gidiyorlar, asıl olan onu kendi ülkesinde daha iyi yaşatmaktır.  Dünya düzenini en baştan gözden geçirmek gerekir. Birleşmiş Milletler niçin kuruldu? 80’lere kadar barış ve silahsızlanma çabası vardı şimdi tam tersini yaşıyoruz, silahlanma yarışına girdik, birisi silahlanınca öbürünün de silahlanması gerekiyor, bu bir çıkmaz. Şimdi artık post modernizme geldik çattık, toslayıp duruyoruz. Bunu nasıl aşacağız? Bunu aşmadan hiçbir şey olmaz.”


—hukuk yanlış olursa—-


Gazeteci olaylara nasıl bakmalı? AYM ile Yargıtayın çelişkili tutumları yüzünden milletvekilliği düşürülen Can Atalay olayı için ne düşünüyor?


“Hukukun dediğini yapmalı, ama hukuk da yanlış olabilir. Bugün -hukukun üstünlüğü- deniliyor ama demokratik ülkelerde hukuk da değer harcayıcı olabiliyor. Ben olaya hep insan hakları perspektiften bakmak gerektiğini düşünüyorum, görüyoruz ki parlamentolardan -hak yok edici yasalar- da çıkabiliyor. Gülersiniz belki ama ben milletvekili olmanın şartlarından biri de doğru dürüst insan hakları eğitimi almış olmak derim.”


-Haber yazmak devrimcilik mi?—


Kuçuradi’ye “Etik üzerinde çok duruyoruz ama verinin doğruluğu önemsiz mi? Doğru veriye ulaşamıyorsak, ya da ulaştık diyelim, gerçeği dile getirmek günümüzde devrimcilikle (George Orwell’in dediği gibi) eş tutuluyorsa?” Diye soruyorum, şöyle diyor:


“Olayı işimize geldiği gibi sunuyoruz. Yaşadığımız bir çok medya olaylarında görüyoruz. İyi bir şey yapar gibi görünüyor ama orada değer atfetiyor, insanlara da çamur atıyor. Bir olayın içindeki değer sorunları nelerdir?  Olay ve olgu da karıştırılabiliyor. Böyle bakan çok az gazeteci var, siz devrimcilik dediniz, gerçekler söylenemiyor dediniz ama, bence her şey söylenebilir, sadece seçeceğiniz dil çok önemli. Saldırgan dille de söylenebilir, olgu olarak da dile getirilebilir. Olgu olarak dile getirirseniz kimse bir şey diyemez. Onu bile yapmak cesaret istiyor ama bunu yapan gazeteciler var.”


Söyleşimizin sonunda Kuçuradi’ye “el işlerine merakını soruyorum, acaba üstündeki hırkayı kendisi mi örmüştü? diye merak ediyorum, “Annem çok iyi bir ev kadınıydı, ona özenirdim, yıllarca goblenler işlemişti, çok hoşuma giderdi. Ben de merak sardım, örgüler yaptım ama şimdi vakit bulamıyorum” diyor.


Söyleşimize katılan konuklardan bazıları Kuçuradi ile “selfi çekmek istediklerini söylemişlerdi ama ben Kuçuradi’nin bunu, kendini beğenmişlik gibi gördüğünü, “narsizmin ifadesi” diye karşı çıktığını anımsatıyorum. Prof Harun Tepe, söyleşi boyunca “ben kendimi anlatmak yerine, hocanın teorik anlatımını günlük yaşama uyarlayayım” diyerek özveride bulunuyor, ona bir buket sunarak ve çay ikram ederek oturumu kapatıyoruz. 


Pazar, Ocak 21, 2024

İnsan hakları savunucusu bir doktor; Veli Lök ile sohbet



Geçenlerde İzmir’deydim, Asansör’ü hep duyar, merak ederdim, bir sabah erken yürüyüşe çıktım. İzmir Kız Lisesinin önünden geçerken Ankara’daki lise yıllarım aklıma geldi, her şeye gülerdik, müdire hanımın sert söylemlerine bile! Yine gülerek yürüdüm, Dario Moreno’nun evinin önünden şarkısını mırıldanarak geçtim, deniz görünmese de martı çığlıklarını duyuyordum, sonunda “yüzyıllık” Asansör’e (*) ulaşıp yukarıya çıktım.





Kapılar açıldığında karşımda bulduğum manzara çarptı beni


Hafif hafif serpiştiren yağmurda, aşağıdaki apartmanlar dizisinin ardında uzanan maviliği dakikalarca nefesimi tutarak izledim. 


Günün erken saatleriydi, “bir kahve olsa” dedim,  arkadaki manzaralı restorana girdim, boştu, “cam kenarı buldum” diye sevindim, hemen oturdum:


Garson benim kahvemi getirirken,  bir beyefendi içeri girdi, uçtaki masayı seçti, yavaş hareketlerle şapkasını, paltosunu çıkardı, atkısını katlayıp bir kenara koydu, gri takım elbisesi, bordo yeleği ve hafta sonunu bile disipline sokan kravatıyla şıklığı ortadaydı. 


-O’nu bir yerden tanıyordum ama kimdi? 

-Kimdi? Bir röportajını okumamış mıydım? Ekranda da görmüştüm sanki. Ah, o doktordu,

İşkencenin önlenmesi için çabalar gösteren, insan hakları savunucusu doktor…


Garsona sordum, doğruladı, Prof. Dr. Veli Lök’tü gelen. 


Manzarayı keyifle izlerken, çayını, portakal suyunu yudumlayan doktorun kahvaltısını tamamlamasını bekleyip izin istedim, kendimi tanıtıp, yanına iliştim, Doktor Lök, “geçirdiğim  rahatsızlık nedeniyle tarihleri tam söyleyemez, sözcükleri unutursam yardımcı olur musunuz?” Diyecek kadar alçak gönüllüydü… İşte sohbetimiz:


-Siz işkenceyi silmek için büyük çaba gösterdiniz, o yıllardan bu yana arpa boyu yol alabildik mi? Kadın cinayetleri yine yükselişte?


-Toplumda da böyle bir değerlendirme var. Ben bir köylü çocuğuyum (**) köylü kadınların da şehirlilerin de sorunlarını bilen bir kişim.  Yazık ki, Türkiye’de  kadın hakları açısından çok eksiğiz. Her şey gözümüzün önünde, bu durumun düzeltilmesi açısından  kazanım olabilecek bir sözleşmeyi cumhurbaşkanının tek başına kaldırması son derece acı, bunu benimsemek mümkün değil.  kararını duyar duymaz çok şaşırdım, üzüldüm. Kadın haklarının korunması yönünde olumlu gelişmeler sağlayacak bir sözleşme, devletin başındaki bir kişinin  kararıyla sonlandırılabilir mi? Bu hareket benimsenebilir mi? 


—-kötü muamele, işkence devam ediyor—-


-Türkiye’nin kötü muamele karşıtı  uluslararası sözleşmelere taraf olması sizin sayenizde oldu, şu andaki durum nasıl sizce?


-Bir kere, kolluk güçlerinin sürekli kötü muamele yaptığını biliyoruz, bunlara ait bilgilerimiz var. Bizim Türkiye İnsan Hakları Vakfı, bu vakaları bilimsel olarak tespit ediyor, toplumsal olaylarda polis tarafından kötü muameleye maruz bırakılan kişilerin durumunu, sağlık koşullarını izliyor. Onların gerek sağlık ihtiyacını gerekse hukuki haklarını sağlama yönünden sürekli yardımda bulunuyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfının açık belgelerinde vakalarla ilgili rakamları almak mümkün. (***)


—-12 Eylül’de 850 bin işkence—-


-Gözaltında, hapiste bulunanlarla ilgili de sürekli işkence, kötü muamele şikayetleri ulaşıyor? Siz bu bulguların kayıt alınmasında öncü olmuştunuz?


-Sadece toplumsal olaylarda polisin kötü muamelesi değil, aynı zamanda gözaltına alınan, hapse giren hemen hemen herkesten  mağduriyet şikayetleri geliyor, işkence yakınması çok oluyor… Bu durum özellikle  12 Eylül (1980)  sonrası çok artmıştı, o yıllarda 850 bin kişinin işkence gördüğü söylendi, tabii o yıllarda işkence iddiaları için ne muayene edecek ne tedavi edecek kurumsal yer vardı.


—-yıllar sonra bile tespit edilir—-


-Siz  bu iddiaların kayda geçmesini yıllar sonra bile olsa kemik sintigrafisi yoluyla mı sağladınız?


-Benim bir yakınım da o yıllarda işkence gördü, bu beni çok etkilemişti, “işkencenin önlenmesi ancak bilimin yardımıyla olur” diye düşündük.İzmir’de vakfın şubesini çok değerli doktorlar, hukukçular gazetecilerle  birlikte oluşturduk,  Orhan Süren, İzmir Tabip Odası başkanı olunca hemen bir muayene ve rapor komisyonu kurdu, çünkü işkencenin hukuksal olarak değerlendirilmesi için muayene ile belirlenmesi ve rapor verilebilmesi lazım, önceleri hiçbir kurumdan bunlar alınamıyordu. Tepecik Hastanesinde bir hasta bakıcıya korkunç işkence yapmışlar, muayene komisyonu başkanı bendim, bizi görünce ağlayarak kaçmaya çalıştı bizi polis sandı, muayene ettik, her iki ayak tabanında falakaya bağlı şişlikler, morarmalar, kanamalarla ilgili bulgular vardı.  Durum açıktı, hemen “bu kişi işkence görmüştür” raporunu verdik bu çok önemli bir belge oldu. 


-Sizin geliştirdiğiniz sintigrafi yöntemiyle üzerinden yıllar geçse bile işkence yapıldığı tespit edilebiliyor değil mi?


- Sintigrafi yöntemini ondan sonra da kullandık. 4 yıl sonraki muayenemizde hala işkencenin izleri vardı. Bu, o kadar güçlü bir belirleme yöntemidir,  psikiyatrik  bulgular da aynıdır. Buna rağmen, devlet bu kişinin hakkını teslim etmedi, biz ise takibe devam ettik, AHİM’e başvurduk, çeşitli zamanlarda verdiğimiz raporlarla bu kişinin kararını çıkarttık, devlet zorunlu olarak tazminat  ödemek zorunda kaldı, bu olay duyulunca Türkiyenin her yerinden işkence şikayetleri ulaşmaya başladı.


——İstanbul Protokolü——


-Sonra sizlerin bu katkılarıyla Türkiye uluslararası işkence karşıtı protokollere imza attı değil mi? 


-İstanbul Protokolünün (****) oluşturulması için başlatılan çalışmalarda Şebnem Korur Fincancı da çok önemli bir rol oynadı ve protokol oluştu, böylece  çok önemli bir belgeye uluslararası planda katkıda bulunmuş olduk. 


—-Cumartesi Anneleri—-


-Bütün bu çabalara karşın halen işkence var, duyuyoruz. Bir de izi tespit edilemeyen kayıplar söz konusu, işte  Cumartesi Anneleri… Ne dersiniz?


-Bu taleplerin mutlaka araştırılması lazım. Demokratik kurumların bu şikayetleri, iddiaları ele alıp, kanıtlarını kaybolmayacak kayıtlara dönüştürmesi lazım. Bunlar mümkün benim kanaatimce. Ama insan hakları açısından son derece geri durumdayız. İşte biraz önce konuştuk, şiddete karşı duracak bir uluslararası belgeyi Cumhurbaşkanı  iptal ediyor. Böyle bir durum, demokrasilerde tahmin tasavvur bile edilemez. Bütün bunların bir an önce ele alınıp düzeltilmesi lazım. 


—-Kötülüklere karşı duracağız——


-Sürekli tekrar eden bu olaylar sizde karamsarlık yaratmıyor mu?


-Türk milleti,  tarihinde çok mükemmel işler yapmıştır. Ata’nın liderliğinde halkın bütün haksızlıklara karşı çıkması, dünyada az rastlanan olaylardan biridir. Atatürk Türk insanını övmüş, çok şeyler yapabileceğine olan inancını dile getirmiştir. Ben bu kötülüklere de karşı çıkılacağına inanıyorum. 


92 yaşındaki delikanlı doktorumuz ile sohbeti böylece sonlandırdık. Dr. Veli Lök, haftanın iki günü hala hasta kabul ettiğini, tedavi uygulamaktan vazgeçmediğini dile getirirken  gülümsüyordu “acıyı, rahatsızlığı dindirip faydalı olabiliyorsak ne mutlu bize” dedi. 


(*)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Tarih%C3%AE_Asans%C3%B6r

(**)https://www.aa.com.tr/tr/saglik/ortopedinin-90-yillik-cinari-66-yildir-beyaz-onlugunu-cikarmiyor/2533589

(***) https://tihv.org.tr/ozel-raporlar-ve-degerlendirmeler/veriler-iskence-gercegi-26-06-2023/

(****)https://www.ttb.org.tr/eweb/istanbul_prot/ist_protokolu.html



Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...