Bu Blogda Ara

Japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Japonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Aralık 24, 2020

Japon Mutfağı, ah! o biftek! ( Japonya 3)

-Tokyo’nun sıcağı meşhurdur, çok yanlış bir zamanda gidiyorsun

Demişlerdi de inanmamıştım. Ağustos’un ilk günlerinde Narita Havaalanında uçaktan indiğimde,  fırının kapısı açılmış da içine girmişim gibi hissettim. Neyse ki hemen klimalı bir koridora geçtik, rahatladık...

Japon Enformasyon Bakanlığının konuğu olarak 1987 yazında gitmiş, Hiroşima dahil, pek çok kentte Ağustos ayı boyunca birer hafta geçirdikten sonra Ankara’ya dönmüştüm, artık “eskisi gibi değildi” benim için hiçbir şey...  

Oooo, nereden başlasam? 

Tokyo’nun o mükemmel işleyen metro sistemi ile kenti hallaç pamuğu gibi atmanın kolaylığından mı? Japon mutfağının o müthiş lezzetlerinden mi söz etsem? 

Eğer öğleni geçiştirmek için ucuz bir şey olsun derseniz, zaten heryer Mc Donalds, Kentucy Fried Chicken. Tokyo’ya ayak bastığım gün kenti gezdiren rehber anlatmıştı:

-Japon çocukları artık Japon mutfağını unuttu, varsa yoksa hamburger, kızarmış tavuk. Hatta geçenlerde yeğenim hayatında ilk kez Los Angeles’e gitti, annesine:  -Anneee bak Amerikalılar da bizim gibi hamburger seviyormuş, heryerde Japon lokantaları var- deyivermiş.

-Peki bunları boşver bize biraz Japon damak tadlarını anlat


Diyorsanız, Ginza’da sokaklarda yürürken bile her köşe başında karşınıza çıkan küçük “ayaküstü lezzet kulübelerinden biri”ne girelim, tabureye oturalım, gelsin Gyoza... Bizim mantıya benzeyen, 5-6 parça kıymalı hamur işi, bu mini restoranların  buzluklarında her daim bekletiliyor, isterseniz tost makinası gibi bir ızgarada ısıtılıp, Kirin Birası eşliğinde ile servis ediliyor. 

Ama şöyle düzgün giyinip hoş bir akşam yemeğine çıkalım derseniz, Türk damak lezzetine çok yakın yemekler sunan bir “Tempura”cıya gidelim. 
Kapıda bizi karşılayan kimonolu teşrifatçımız, hepimizi tabanı U şeklinde oyulmuş küçük salona alır. Tabii önce ayakkabılar çıkarılıp kenara konulsun. Oturma derken, bağdaş kurmak ya da alçak masanın altına kıvrılmaktan bahsediyorum ama sanırım, ben dahil, bunu kolay kolay beceremeyen yabancılar için düşünülmüş bu U şeklindeki düzen... Ayaklarınızı aşağıya sallandırın gitsin. 


-Hah, sumo güreşçisine benzeyen aşçımız da geldi işte...

Aşçımız bizi yerlere eğilerek selamladıktan sonra dev tenceresinin önüne bağdaş kuruyor ve tencerenin altındaki, gazlı kocaman wok  ateşini yakıyor. Hepimizin önünde tahtadan yapılmış, lake sırlı küçük tabaklar ve çubuklar var. Aşçımız önce mini patlıcanları, yumuşak hamur karışımına batırıp, yüksek ateşte kızan tenceredeki yağa atıyor, elde ele dolaşan servis tabağından çubuklarımızla alıyoruz kızarmış mini patlıcanları...

-Aman o ne lezzet

Patlıcanları, aynı şekilde kızaran kuşkonmazlar, mantarlar ve diğer sebzeler izliyor. Sıra karideslere ve diğer deniz ürünlerine geliyor. Hepimiz büyülenmiş gibi gözümüzü aşçıya dikmişiz... 

-Kolay mı yahu bu lezzetleri yakalamak? Gerçekten de büyü gibi bir şey

Ama Japon mutfağının belli başlı sayfaları bitmedi ki, o muhteşem Teppanyaki (sıcak saçtan masa) yemekleri tadılmadan Japon mutfağı hakkında fikir edinilir mi?



A, işte o zaman pamuk eller cebe... Bu akşam gerçek bir Japon lokantasına gideceğiz ve bu keyif bize azcık tuzluya patlayacak,  çünkü “Kobe marble steak (mermer biftek)” var menüde... O irice et dilimlerini kasap reyonlarında pişmemiş olarak görünce neden “mermer” dediklerini anlıyorsunuz. Çünkü koyu kırmızı etin üzerine serpilmiş gibi duran beyaz çiller! (yağ noktaları) lezzeti hakkında da fikir veriyor. Bu sığırlar, Japon çiftçileri tarafından her gün masaj yapılarak ve su yerine bol bol bira içirilerek besleniyor ve bu yüzden bu kadar lezzetli oluyormuş. Tabii bir o kadar da pahalı, çünkü benim Tokyo’da bulunduğum sırada bir dilim Kobe bifteği kasapta 45 dolardı!!! (*)

Prince Mikasa Otelinin  teppanyaki lokantasında yerimiz ayrıldı. Önümüzdeki masa, dev bir madeni saç gibi. Bu saç birazdan aşçı geldiğinde ısıtılacak...

-Evet aşçı geldi, teppanyaki tablası da ısındı
-Ne yapıyor? 
-Sarımsakları ince ince dilimliyor galiba. Şimdi biraz yağ gezdirdi kızgın sacda, sarımsakları attı, onlar cızırdarken sıra bifteklere geldi... Onları da iri kuşbaşı olarak doğrayıp, cızırdayan sarımsakların arasına attı...
-Oooo ortalığı mis gibi kokular sardı vallahi... 

Evet, vejeteryan dostlarımız duymasın ama, aşçımız lokum yumuşaklığındaki biftek parçalarını tek tek tabaklarımıza aktardıkça lezzet damaklarımıza  bayram ettiriyor. Afiyetle yenilen yemeğin sonu, yeşil çay eşliğinde yeşil çay dondurması ile tatlıya bağlanıyor... Şimdi kara kara hesabı bekliyoruz, tabii bol sıfırlı bir rakam olacak. 

-Amaaan, şu ölümlü dünyaya bir daha mı geleceğiz? Afiyet olsun

Deyişime inanmayın, meslektaşlarımla birlikte bu yemeğe Enformasyon Bakanlığının daveti üzerine katıldık, yoksa hesabın altından kalkamazdık. 

Yemek faslını uzatmak istemiyorum, Sushi Barları, Sashimileri filan anlatmaya kalkarsam sayfalar yetmeyecek. 

-E biraz da elektronikten bahsetsene? 

-Aaa, doğru, teknolojinin jet hızıyla değişimi Japonya’da hemen farkediliyor. O zaman şimdi istikamet Akihabara... (**)

-Peki nasıl gidilecek?

Tokyo’nun metro hatları 20 milyonluk kendi öylesine sarıp sarmalamış ki, istediğin yere şıp diye varabilirsin, üstelik metro tarifesi da son derece basit, hata yapman mümkün değil. İşte geldik Akihabara’ya, hemen inelim ve kendimizi sağlı sollu gökdelenlerin yükseldiği caddeye, sokaklara vuralım:



-Aman yarabi, nasıl bir yer burası yahu? Binaların her biri en son teknoloji ürünlerinin sergilendiği başlı başına birer fuar sanki. Hemen girişteki genç teşrifatçı yaklaşıyor yanınıza

-Koniçiwa madam, yardım edebilir miyim? Ne arıyorsunuz?

Ankara’dan arkadaşlarımın verdikleri siparişlerin listesi var elimde, bir tane sese duyarlı kayıt cihazı, küçük bir fotoğraf makinası hatta mini televizyon bulup alacağım ama yüzlerce çeşit arasından nasıl seçeceğim? Acaba aldıklarım beğenilecek mi? Binalara girip çıkmaktan, sayısız teknoloji ürününe kafa yormaktan başım dönüyor. 

-Of ya, sıkıldım, teknolojiden başım döndü, bana artık biraz yeşillik, biraz su lazım...

Metro istasyonuna iniyorum, niyetim biraz kafamı dağıtmak, hem de “yazılarımı hazırlarım” düşüncesindeyim. 

Ağustos 1987

Pazartesi, Aralık 07, 2020

Nagoya’da Büyülü Gece (Japonya 2)



 Kimi zaman “dünyanın en şanslısı olduğumu” düşünüyorum. 

-Nasıl yani? 


Demeyin, evet, “gelip geçmiş en güzel kadınlardan kabul edilen Audrey Hepburn”den de,  “dünyanın bir numaralı lideri” sıfatını her şeye rağmen 4 yıl taşımış olan Trump’tan da, hatta üst üste iki kez lotarya kazanan bilmem kimden bile şanslıyım. Zaten hep böyle değil midir? Aşığa, kendi aşkı dünyanın en büyük aşkıdır, hastaya “herkes bunu yaşıyor” denmez, onunki dünyada tektir, hele “dünyanın en kıymetli çocuğu” ise sadece ve sadece kendi annesinindir...


-Aman uzattın lafı gene 


Duydum, duydum.


Peki, şimdi anlatacağım sahneye buyrun o zaman...


Tokyo’dan  Honshu Adasına geçiyoruz, Nagoya’ya geldik... Bütün gün gezdik, Ortaçağdan kalma Kaleyi, müzeyi filan, ama gözümüz saatte, akşamı iple çekiyoruz çünkü Kisu Nehrindeki balık avlama şölenini izleyeceğiz. 


-Bakalım şölen dedikleri neymiş?


Akşamüstü, nehir kıyısına yürüyerek varıyoruz, ahşap iskeleye bağlı uzun kayıklardan birine buyur ediliyoruz, yolcu tamamlanınca nehre açılıyoruz... 


-Gece vakti kürek çekilen kayıkla sefa ha? Eski şarkılardaki gibi mi?

-Yok canım, o notalar, sesler yok oldu gitti, artık çalınmıyor hiçbir yerde.


Kayıkçılar küreklere asıla dursun, hava kararıyor... Sular simsiyah, ortalığa sessizlik hakim. Kayıkçı küreği bırakıp, tepemizde sallanan kırmızı fenerlerdeki kandilleri tutuşturuyor.


-A, ne güzel oldu şimdi, bak, bizden uzaktaki kayıkların fenerlerini de yaktılar, ateş böceği gibi göz kırpıyor hepsi.


Epey uzaklarda,  gecenin karanlığında, sislerin arasından güçlükle seçilen ışıklı yapıya gözümüz takılıyor, yaklaştıkça görüntü netleşiyor. Oooooo, nefes kesici bir manzara, masal kitabının liğme liğme cildini terkedip de karşımıza fırlamış gibi duran o muhteşem yapı artık tam karşımızda, büyülenmiş gibiyiz.



-Gündüz gezmiştik, Shogunlar  (*) döneminden kalma kale değil mi o? 

-Evet evet, ta 1600‘lerde  yapılmış ünlü Nagoya Kalesi..


Herkes susuyor, gecenin içinden sıyrılan görüntü nefes kesiyor.


Kayıkçı, içecekleri getirdi, kocaman şişelerde Kirin Birası ve küçük tabaklarda bir kaç parça sashimi ve sushi. Şu sepetlerde sunulan pirinç patlaklarını da seviyorum, peki aralardaki o yeşil yuvarlaklar ne? Ağzıma bir iki tane atıyorum, of yandım, acının acısı wasabiden yapılmış meğer onlar. (**) 


Biralar yudumlanırken herkes susuyor, kürekçi bile... Balıkçılar birazdan gelecek. 



-O çığlıklar ne?


Evet evet, uzakta, suların üstünde ateş yumakları var, çığlıklar duyuluyor, gittikçe yaklaşıyorlar...

Gerçek bir şölen bu, iğ gibi ince, upuzun balıkçı kayıklarının burnuna meşale gibi yanan dev toplar tutturulmuş.  Alevlerin arasından güçlükle seçiyoruz, kayıklara iple bağlı karabatakları... Balıkçılar ateş topu ile yanımızdan geçerken farkediyoruz, karabatağı iple yukarı çeken balıkçı, ağzından balığı hemen alıp yanındaki sepete atıyor, Nagoya’lı rehber anlatıyor:


-Kayıklara iple bağlı karabatakların boynundakileri gördün mü?  Tahta halkaları? Kayığa bağlı karabataklar suda ilerlerken, kayığın burnundaki ateşin ışıklarına yükselen balıklar suyun yüzeyine çıkınca, karabatak gagasıyla hemen tutuyor ama boynundaki halka yüzünden yutamıyor... Tabii balık balıkçıya hemen yem oluveriyor... Meşhur Ayu balığıdır onlar, çok lezzetlidir, belki akşam yemeğinde size ikram ederler.




Şölen bir saat sürdü, huşu içinde izledik, otelimize döndük. Akşam yemeğindeyiz şimdi. 


-Oooo, demek karabatağın boğazından çıkarılan Ayu balıkları bunlar... Gerçekten çok nefismiş...



Yemeğin ardından nehir kıyısındaki otelimizin teras katındaki mini kaplıcaya çıkmamı ısrarla önerdi Nagoyalı rehberimiz. Eh haydi bakalım, onu da denemedik demeyeyim...


Üst kattaki kaplıcanın girişinde bembeyaz havlularla karşılıyor beni kimonolu teşrifatçı. Havlularımı alıp içeri giriyorum.... Ortadaki sıcak havuzun buharı, terası çepeçevre dolanan camekanı da hafifçe buğulandırmış. 


Buğulu camların ardında yine nefes kesen bir manzara, muhteşem şato...


Sıcak havuzda bir kaç Japon hanım var, beni zarif bir baş işaretiyle selamlıyorlar:


-Konichiwa


Havlularımı kenara koyup ben de yavaşça suya giriyorum... Sıcacık su beni şefkatli bir battaniye gibi kavrıyor... Başımı havuzun kenarına yaslayıp buğuların ardındaki şatonun titrek görüntüsüne dalıyorum. Bilmediğim enstrümantal melodiler kulağımı okşuyor, Shintoizm’in (***) arınmakla ilgili öğretileri geçiyor aklımdan...


Ağustos 1987-Japonya


 (*) https://www.ancient.eu/Shogun/

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Japon_mutfağı

(***) https://www.japan-guide.com/e/e2056.html


Salı, Aralık 01, 2020

Fırtınada uçan defter (Japonya 1)





Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?


..........


Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 



Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.



Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori


Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...