Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.
Bu Blogda Ara
Perşembe, Aralık 24, 2020
Japon Mutfağı, ah! o biftek! ( Japonya 3)
Pazartesi, Aralık 07, 2020
Nagoya’da Büyülü Gece (Japonya 2)
Kimi zaman “dünyanın en şanslısı olduğumu” düşünüyorum.
-Nasıl yani?
Demeyin, evet, “gelip geçmiş en güzel kadınlardan kabul edilen Audrey Hepburn”den de, “dünyanın bir numaralı lideri” sıfatını her şeye rağmen 4 yıl taşımış olan Trump’tan da, hatta üst üste iki kez lotarya kazanan bilmem kimden bile şanslıyım. Zaten hep böyle değil midir? Aşığa, kendi aşkı dünyanın en büyük aşkıdır, hastaya “herkes bunu yaşıyor” denmez, onunki dünyada tektir, hele “dünyanın en kıymetli çocuğu” ise sadece ve sadece kendi annesinindir...
-Aman uzattın lafı gene
Duydum, duydum.
Peki, şimdi anlatacağım sahneye buyrun o zaman...
Tokyo’dan Honshu Adasına geçiyoruz, Nagoya’ya geldik... Bütün gün gezdik, Ortaçağdan kalma Kaleyi, müzeyi filan, ama gözümüz saatte, akşamı iple çekiyoruz çünkü Kisu Nehrindeki balık avlama şölenini izleyeceğiz.
-Bakalım şölen dedikleri neymiş?
Akşamüstü, nehir kıyısına yürüyerek varıyoruz, ahşap iskeleye bağlı uzun kayıklardan birine buyur ediliyoruz, yolcu tamamlanınca nehre açılıyoruz...
-Gece vakti kürek çekilen kayıkla sefa ha? Eski şarkılardaki gibi mi?
-Yok canım, o notalar, sesler yok oldu gitti, artık çalınmıyor hiçbir yerde.
Kayıkçılar küreklere asıla dursun, hava kararıyor... Sular simsiyah, ortalığa sessizlik hakim. Kayıkçı küreği bırakıp, tepemizde sallanan kırmızı fenerlerdeki kandilleri tutuşturuyor.
-A, ne güzel oldu şimdi, bak, bizden uzaktaki kayıkların fenerlerini de yaktılar, ateş böceği gibi göz kırpıyor hepsi.
Epey uzaklarda, gecenin karanlığında, sislerin arasından güçlükle seçilen ışıklı yapıya gözümüz takılıyor, yaklaştıkça görüntü netleşiyor. Oooooo, nefes kesici bir manzara, masal kitabının liğme liğme cildini terkedip de karşımıza fırlamış gibi duran o muhteşem yapı artık tam karşımızda, büyülenmiş gibiyiz.
-Gündüz gezmiştik, Shogunlar (*) döneminden kalma kale değil mi o?
-Evet evet, ta 1600‘lerde yapılmış ünlü Nagoya Kalesi...
Herkes susuyor, gecenin içinden sıyrılan görüntü nefes kesiyor.
Kayıkçı, içecekleri getirdi, kocaman şişelerde Kirin Birası ve küçük tabaklarda bir kaç parça sashimi ve sushi. Şu sepetlerde sunulan pirinç patlaklarını da seviyorum, peki aralardaki o yeşil yuvarlaklar ne? Ağzıma bir iki tane atıyorum, of yandım, acının acısı wasabiden yapılmış meğer onlar. (**)
Biralar yudumlanırken herkes susuyor, kürekçi bile... Balıkçılar birazdan gelecek.
-O çığlıklar ne?
Evet evet, uzakta, suların üstünde ateş yumakları var, çığlıklar duyuluyor, gittikçe yaklaşıyorlar...
Gerçek bir şölen bu, iğ gibi ince, upuzun balıkçı kayıklarının burnuna meşale gibi yanan dev toplar tutturulmuş. Alevlerin arasından güçlükle seçiyoruz, kayıklara iple bağlı karabatakları... Balıkçılar ateş topu ile yanımızdan geçerken farkediyoruz, karabatağı iple yukarı çeken balıkçı, ağzından balığı hemen alıp yanındaki sepete atıyor, Nagoya’lı rehber anlatıyor:
-Kayıklara iple bağlı karabatakların boynundakileri gördün mü? Tahta halkaları? Kayığa bağlı karabataklar suda ilerlerken, kayığın burnundaki ateşin ışıklarına yükselen balıklar suyun yüzeyine çıkınca, karabatak gagasıyla hemen tutuyor ama boynundaki halka yüzünden yutamıyor... Tabii balık balıkçıya hemen yem oluveriyor... Meşhur Ayu balığıdır onlar, çok lezzetlidir, belki akşam yemeğinde size ikram ederler.
Şölen bir saat sürdü, huşu içinde izledik, otelimize döndük. Akşam yemeğindeyiz şimdi.
-Oooo, demek karabatağın boğazından çıkarılan Ayu balıkları bunlar... Gerçekten çok nefismiş...
Yemeğin ardından nehir kıyısındaki otelimizin teras katındaki mini kaplıcaya çıkmamı ısrarla önerdi Nagoyalı rehberimiz. Eh haydi bakalım, onu da denemedik demeyeyim...
Üst kattaki kaplıcanın girişinde bembeyaz havlularla karşılıyor beni kimonolu teşrifatçı. Havlularımı alıp içeri giriyorum.... Ortadaki sıcak havuzun buharı, terası çepeçevre dolanan camekanı da hafifçe buğulandırmış.
Buğulu camların ardında yine nefes kesen bir manzara, muhteşem şato...
Sıcak havuzda bir kaç Japon hanım var, beni zarif bir baş işaretiyle selamlıyorlar:
-Konichiwa
Havlularımı kenara koyup ben de yavaşça suya giriyorum... Sıcacık su beni şefkatli bir battaniye gibi kavrıyor... Başımı havuzun kenarına yaslayıp buğuların ardındaki şatonun titrek görüntüsüne dalıyorum. Bilmediğim enstrümantal melodiler kulağımı okşuyor, Shintoizm’in (***) arınmakla ilgili öğretileri geçiyor aklımdan...
Ağustos 1987-Japonya
(*) https://www.ancient.eu/Shogun/
(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Japon_mutfağı
(***) https://www.japan-guide.com/e/e2056.html
Salı, Aralık 01, 2020
Fırtınada uçan defter (Japonya 1)
Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”
Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim.
Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir. Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur: Haber yayınlandığında ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider. Yarın hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.
Onun için zordur diyorum gazetecilik için.
-Hep mi zordu?
Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar...
Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**) başlayayım da hangi birini sayayım size?
-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?
Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam.
Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız.
“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık.
O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:
-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...
İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi çöreklendi:
-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?
Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?
Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı? Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak.
-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana
Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...
1987 yılının sıcak bir Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...
Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı.
Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun” çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:
-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)
Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti.
Arabada önümde oturan adama sordum hemen:
-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?
Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı.
Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.
Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?
..........
Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle...
-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...
Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım.
Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı...
Bir genç belirdi yanımda...
Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi. Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.
Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...
Ağustos 1987
(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus
(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z
(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html
(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276
(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori
Ata’nın Kolibası
Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...
-
Son günlerde Bülent Eczacıbaşı’na atfedilen, aslında Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı bir yazı (*) dolaşıyordu paylaşımlarda, nefis bir yaz...
-
Gazeteciler Cemiyetinde bir kongre geride bırakıldı, “ 32 yıl yetmedi, devam” diyen Başkan Nazmi Bilgi n yeniden seçildi. Ancak başta ...
-
Geçenlerde İzmir’deydim, Asansör’ü hep duyar, merak ederdim, bir sabah erken yürüyüşe çıktım. İzmir Kız Lisesinin önünden geçerken Ankara’d...