Bu Blogda Ara

Ankara’da gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ankara’da gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Eylül 01, 2024

Piyonlar ve Şahları




Geçenlerde değerli politikacı, iş insanı ve gazetecilik deneyimimin başlarında  tanıdığım Mehmet Yazarla sohbet ettik. Türkiye’yi konuştuk ama ülkenin durumu yorumlanırken Ortadoğu’da içine sürüklendiğimiz sarmal ele alınmaz mı?




Yazar, son günlerde elinden düşürmediğini söylediği kitabı gösterdi:


-Nur Batur’un kitabını  okuduğun anda şifreler çözülüyor… Mutlaka okumalısın, ne olmuş? Nasıl olmuş? Bütün bu sorulara cevap bulacaksın.


Nur’un  “Ortadoğu’nun Şahları Vezirleri Piyonları” Kitabını hemen edindim, bugünlerde okumaya başladım… 


Kitap daha ilk bölümüyle, Nur’un İtalya eski cumhurbaşkanı Francesco Cossiga ile yaptığı röportajdaki olağanüstü ilginç unsurlarla, üstelik pek çok gizli kalmış olaya yer vererek, kimi  tarihi olayların perde arkasını aydınlığa çıkararak insanı çarpıyor. Hani bizlerin el yordamıyla anlamaya çalıştığımız,  söylentileri, varsayımları bir araya getirerek çözmeye çalıştığımız Özel Harp Dairesi  var ya, işte Cossiga pek çok bilinmeyeni ve Avrupa’da halklardan gizli oluşturulan Gladio ile birlikte bu dairenin varlığını da inanılmaz bir netlikle ve tabii ki büyük cesaretle anlatıyor Nur’a… İtalyan siyasetçi Aldo Moro’nun Roma’nın göbeğinde, güpegündüz kaçırılıp öldürülmesi de anımsanacak olursa, hele Moro’nun Cossiga’nın yakın arkadaşı olduğu dikkate alınırsa, cesaret değil mi anlattıkları?


Nur’un yıllar önce yapığı röportajla Cossiga’nın bu müthiş anlatımlarına (ve pek çok önemli portreyede…) yer verdiği kitabındaki şu dehşet senaryosuna  ne dersiniz?


“…Türkiye’de ılımlı müslüman bir parti iktidarda. Bildiğim kadarıyla Avrupalı liderler yarın türk cumhurbaşkanı ve başbakanının Türk ordusu tarafından devrildiğini ve öldürüldüğünü duysalar şaşırmazlar. Ben de üzülürüm ama şaşırmam, çünkü Türkiye’deki en güçlü islam olmayan güç, Türk ordusudur. Eğer Türk ordusu ılımlı müslüman olan cumhurbaşkanınızın Türkiye için tehlike oluşturduğuna karar verirse muhtemelen onu devirir ve öldürür. (*)


Türkiye’de sonunda ne olacak biliyor musunuz? Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanını, Başbakanı, Bakanları, siyasetçileri ve savcıları tutuklayacak. ABD devreye girecek ve AKP’lileri korumak için alıp ABD’ye götürecek…”


Okuru daha ilk sayfalarında çarpan, içine alıp sürükleyen kitabı ben de Mehmet Yazar gibi başucu kitabı yaptım. Böyle bir röportajı gerçekleştirebilmek için, bir gazetecinin nasıl bir birikimi olması gerektiğini ve her aşamada nasıl eziyete varan bir çalışma yapmak zorunda kaldığını bilenlerdenim. Kitabın daha ilk sayfalarında aklımdan geçenler şunlar oldu;


-Gazetecilik gerçekten bir tutku işi değil midir? Bu meslek, ayakta kalabilmek her gün kendini yenilemeyi, belki hiçbir meslekte olmadığı kadar zorlu çalışmayı, olayları çok yakından takip ederek sürekli kendini yenilemeyi, hiçbir tehdit karşısında boyun eğmeden o uzun ince yolda eziyetle yürümeyi gerektiren meslek değil midir?


Evet, tam olarak böyle.


-Peki, aileni, eşini dostunu ihmal etme pahasına yürütülen gazetecilik mesleğinin getirisi nedir? 


Diye soruyorsanız, getiri sadece o yazının, o kitabın yayınlanmasının verdiği mutluluk duygusudur, bir manevi tatminden ibarettir desem inanır mısınız? Üstelik mesleğin en kritik yanı da Çetin Altan’ın deyimiyle “Suya Yazmak”tır… Çetin Altan bu tanımlamayı internet çağından çok önce dile getirmişti. Şimdiyi düşünürsek, sanal dünyada yapılan tüm işler ve ardındaki olanca emek,  bir gün bile gündemde kalmadan silinip gitmiyor mu sizce de?


Kısaca bu meslek, azim gerektiriyor azim… 


İşte Nur’u, son derece ilginç kitabı dolayısıyla bu düşüncelerle mesaj göndererek kutladım.


Onun bana cevabı ise “Tarihi Yaşarken Yazmak” kitabından bir alıntıyla oldu. 


Dünyanın, Finlandiya’nın  ilk Savunma Bakanı Elisabeth Rehn, “imkansız diye bir şey yoktur” sloganı ile yola çıkarak erkek egemen siyaset dünyasına girmiş, Fin generallerin, “ülkede erkek mi kalmadı?” itirazları, haykırışları arasında, kabinedeki en zorlu göreve talip olup Savunma Bakanlığı koltuğuna oturmuş ve başarılı olmuş. Benim en çok merak ettiğim konulardan biridir zaten:


-Dama oynar gibi sıkıldıkları an savaş çıkaran, ülkeleri birbirlerinin dama taşlarını yutar gibi karıştıran, dünyanın kuruluşundan beri bu savaşlarla,  ölümlere, acılara gözyaşlarına yol açan erkeklerin dünyasında acaba kadınlar biraz daha etkin olabilse yaşam daha dayanılır olmaz mıydı?


Diye düşünürüm hep…




Yıllarca kah birlikte, kah ayrı kulvarlarda gazetecilik yaptığım meslektaşım Nur’un mesajı işte bu yüzden beni çok duygulandırdı:


-Dünyanın ilk kadın savunma bakanını bulup randevu alıp konuştum, sarışın mavi gözlü bir kadın, üstelik dört çocuklu… Ona Marilyn Monroe deyip dalga geçmişler, o da,  “ben size gösteririm” deyip kavgaya girmiş, başarmış, sen de şimdi meydan okuyorsun… Sana da bravo…


(*) Nur Batur bu röportajı Cossiga ile 5-6 Şubat 2009 günlerinde görüşerek gerçekleştirdi. O sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı.






 


Çarşamba, Şubat 21, 2024

İoanna Kuçuradi, “Ciddiye almamak gerekir” derken kimi kastetti?



Gazetecilik mesleğinde pek çok insanla karşılaştım, cumhurbaşkanları, başbakanlar… Kimileriyle çok yakın dost bile olduk ama onları saymıyorum, çünkü bizim mesleğin “olağan tanışıklığıdır” o isimler, büyüklerimizin deyimiyle onlar “yolcudur biz hancı.” Doğrusu, insanları “makamları” ile değil de kişilikleri ve “yansıttıkları değerlerle” dikkate almayı hep daha doğru saydım. 


Felsefe profesörü Ioanna Kuçuradi, yansıttığı ve kendisine atfedilen değerler açısından bence öylesine “tepelerde” yer alan bir isim ki… Onun yansıttığı ışığın sonsuza dek Türk toplumunu aydınlatmasını diliyorum. 


Gazeteciler Cemiyetinde dün “hocaların hocası” Ioanna Kuçuradi’yi bir dönem öğrencisi olan, şimdinin felsefe profesörü Harun Tepe’yle birlikte  ağırladık… Kuçuradi’nin ekrandan katıldığı söyleşimizin başlığı “İnsan Hakları ve Gazetecilik Etiği” idi ama sorudan soruya geçerken güncel konular üzerinde durmamak olmazdı, daldan dala bir  “çay sohbeti” yürüttük.


—-Türk demek müslüman mı demek?—


Söyleşiye hazırlanırken, Kuçuradi’nin söylemlerini pek çok yazılı ve görsel kaynaktan incelemekteydim,  radyom da açıktı, birden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri yankılandı:


-Türkler yüzyıllar boyu islamın, islam da türklerin kılıcı olmuştur türk demek, aynı zamanda müslüman demektir…" 


Bunu duyduğumda aklımdan yüzyıllar içinde Anadolu topraklarında yaşamış pek çok ırktan, dinden insanlar geçti. Giderek buradaki nüfusları azalsa da yıllardır birlikte yaşadığımız Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Ezidileri ve pek çoklarını düşündüm, kültüre, bilime, sanata ve günlük yaşama katkısı olan milyonlarca insanı… 


-Nasıl yani onları, Türk saymayacak mıydık? Onlar bizden değil miydi? Ya da biz onlardan değil miyiz? 


Söyleşimiz sırasında Kuçuradi’ye “bu sözleri duyunca üzüldünüz mü?” Diye sordum, Böyle şeyler çok yaygın… Öbürü de tutar başka bir şey söyler, bunları ciddiye almamak gerekir” demekle yetindi. 


—yazık cahildirler anlamıyorlar—-


Kuçuradi’nin mutluluk kavramı ile pek ilgilenmediği biliniyor, acaba yaşamı boyunca hedeflemediği mutluluk onu kendiliğinden mi gelip bulmuştu, hiç düş kırıklığı yaşamamış mıydı onca yıllık kariyerinde?


“Öyle hedefim yok, mutlu olmak diye. Bir şey olamıyorsa yapılacak o kadar çok şey var ki, başka birisini yapmaya çalışıyorum. Biz mesela insan haklarıyla ilgili yüksek lisans projeleri yürütüyoruz, ama nedense YÖK şimdi buna -hayır- diyor. Oysa bu eğitimin desteklenmesi bütün planlarda vardı. O zaman, - eh başka şey yapalım- diyorum, bence yapılacak o kadar çok şey var ki… Yazık -cahildirler anlamıyorlar- diyorum üzerinde durmuyorum. 


—fakirlik, insan haysiyeti—-


Kuçuradi babasının ille de -eczacı ol- deyişine kulak asmamış, felsefeyi seçmiş, o zaman babası, -yazık, kızım aç kalacak, para kazanamayacak- diye üzülmüş, o sözden hareketle fakirlik, insan hakları, insan haysiyetine yaraşır yaşamla ilgili sözlerini, anımsatıp, “Zengini daha zengin eden politikalar etiğe, insan haklarına uyar mı?” diye soruyorum, yanıtı:


“Uymaz tabii. Bize özgürlük diye empoze edilen serbest pazar meselesinden kaynaklı. Bana sorarsanız dünya düzeni değişmeli. Bunu nasıl yapacağız bilmiyorum ama mutlaka değişmeli. Özgürlük, serbest pazar, çok cazip kelimeler ama şu anda özgürlük denilen şeyleri yanlış anlıyoruz. Öyle zamanlar oldu ki, insanlar özgürlük adına en olmayacak şeyleri yaptılar Covit salgınında- bu beden benimdir- diye pankart açıp  dolaştılar, evet bu beden senindir ama özgürlüğü çıkmaza sokuyor, özgürlükte kabahat yok da…-Canının istediğini yapmak- şeklinde anlamaktan kaynaklanıyor bu, oysa özgürlük çok daha temel bir şeydir. 


—-kadın fıtratı——


İçinde yaşadığımız çağda “kadın fıtratına uygun işler uygun olmayan işler” diyen politikacıları anımsatıyorum, Kuçuradi diyor ki:


“Haklar açısından bakılmalı konuya, bu bakımdan ben kadınla erkek arasında fark görmüyorum, yalnız sınıfta bazen gerek oluyor diyorum ki, -sandalyeler taşınacaksa oğlanlar taşısın, kahve yapılacaksa kızlar pişirsin- Ama aynı işi yapan kadınla erkek arasında haklar açısından fark olmamalı, mesela aynı maaşı almalı ikisi de. Şimdi bir de -bekara ev kiraya verilmiyor- diye bir tartışma var, ev hayatımızda dost hayatımızda bazı şeylerin kültürel etkilerini yok saymak mümkün değil ama yeter ki haklara zarar verilmesin”


—-göçmenler sığınmacılar—-


Peki acaba “insanın yaşam hakkı, insan haysiyeti gibi etik değerler söz konusu ise, Türkiye’ye yerleşen milyonlarca göçmene nasıl bakacağız?


Kuçuradi diyor ki:


“Sığınmacı ile göçmen farklı. Sığınmacı hayatta kalmaya çalışıyor, onu tabii ki alırsınız. Göçmenler ise ki daha ziyade gençler daha iyi yaşama kavuşmak için başka ülkelere gidiyorlar, asıl olan onu kendi ülkesinde daha iyi yaşatmaktır.  Dünya düzenini en baştan gözden geçirmek gerekir. Birleşmiş Milletler niçin kuruldu? 80’lere kadar barış ve silahsızlanma çabası vardı şimdi tam tersini yaşıyoruz, silahlanma yarışına girdik, birisi silahlanınca öbürünün de silahlanması gerekiyor, bu bir çıkmaz. Şimdi artık post modernizme geldik çattık, toslayıp duruyoruz. Bunu nasıl aşacağız? Bunu aşmadan hiçbir şey olmaz.”


—hukuk yanlış olursa—-


Gazeteci olaylara nasıl bakmalı? AYM ile Yargıtayın çelişkili tutumları yüzünden milletvekilliği düşürülen Can Atalay olayı için ne düşünüyor?


“Hukukun dediğini yapmalı, ama hukuk da yanlış olabilir. Bugün -hukukun üstünlüğü- deniliyor ama demokratik ülkelerde hukuk da değer harcayıcı olabiliyor. Ben olaya hep insan hakları perspektiften bakmak gerektiğini düşünüyorum, görüyoruz ki parlamentolardan -hak yok edici yasalar- da çıkabiliyor. Gülersiniz belki ama ben milletvekili olmanın şartlarından biri de doğru dürüst insan hakları eğitimi almış olmak derim.”


-Haber yazmak devrimcilik mi?—


Kuçuradi’ye “Etik üzerinde çok duruyoruz ama verinin doğruluğu önemsiz mi? Doğru veriye ulaşamıyorsak, ya da ulaştık diyelim, gerçeği dile getirmek günümüzde devrimcilikle (George Orwell’in dediği gibi) eş tutuluyorsa?” Diye soruyorum, şöyle diyor:


“Olayı işimize geldiği gibi sunuyoruz. Yaşadığımız bir çok medya olaylarında görüyoruz. İyi bir şey yapar gibi görünüyor ama orada değer atfetiyor, insanlara da çamur atıyor. Bir olayın içindeki değer sorunları nelerdir?  Olay ve olgu da karıştırılabiliyor. Böyle bakan çok az gazeteci var, siz devrimcilik dediniz, gerçekler söylenemiyor dediniz ama, bence her şey söylenebilir, sadece seçeceğiniz dil çok önemli. Saldırgan dille de söylenebilir, olgu olarak da dile getirilebilir. Olgu olarak dile getirirseniz kimse bir şey diyemez. Onu bile yapmak cesaret istiyor ama bunu yapan gazeteciler var.”


Söyleşimizin sonunda Kuçuradi’ye “el işlerine merakını soruyorum, acaba üstündeki hırkayı kendisi mi örmüştü? diye merak ediyorum, “Annem çok iyi bir ev kadınıydı, ona özenirdim, yıllarca goblenler işlemişti, çok hoşuma giderdi. Ben de merak sardım, örgüler yaptım ama şimdi vakit bulamıyorum” diyor.


Söyleşimize katılan konuklardan bazıları Kuçuradi ile “selfi çekmek istediklerini söylemişlerdi ama ben Kuçuradi’nin bunu, kendini beğenmişlik gibi gördüğünü, “narsizmin ifadesi” diye karşı çıktığını anımsatıyorum. Prof Harun Tepe, söyleşi boyunca “ben kendimi anlatmak yerine, hocanın teorik anlatımını günlük yaşama uyarlayayım” diyerek özveride bulunuyor, ona bir buket sunarak ve çay ikram ederek oturumu kapatıyoruz. 


Salı, Aralık 05, 2023

Nazlı Ilıcak’ı recm mi etsek?




Yılmaz Özdil’in 5 yıl önce kaleme aldığı, nedense şimdilerde hep Bülent Eczacıbaşı’na atfedilen bir paylaşım yapma gafletinde bulunduk, Nazlı Ilıcak, rastlantı eseri, hapse girmeden bir gece önce, “herkese açık” bu paylaşımıma ilginç bir düzeltme-yorum yaptı diye sayfamıza ve başımıza atılmadık taş kalmadı… 


Üstelik hatayı “anında” düzeltip, Yılmaz Özdil dahil herkesten özür dilememize karşın.


Özel mesajlar, telefonlar, genel paylaşımlar yoluyla  taş üstüne taş yedik… 


Bazı sözleri, hakaretleri, hele de “belden aşağı” söylemleri burada aktarmayacağım, ancak “kadın”ı hedef alan söylemleri,“belli eğitim ve kültür düzeyinde varsaydığım, her birini, değerli birer aydın olarak” gördüğüm kimi sayfa arkadaşlarıma yakıştıramadım… 


Ben meslek yaşamımda asla eleştiriden kaçmadım, kimi dostlarla anlayış farkımızı telefonlarla, mesajlarla görüşüp, anlaştık, ama hakaret ve tehdite asla yol veremem… 


Neymiş sorun? Yazıda Nazlı Ilıcak’a yer verip, bir sözünü alıntılamışız:


“-Bu yazıyı Eczacıbaşı yazmaz. Eğer bir işadamı bugün Türkiye’de böyle bir yazı yazmışsa boşuna dikta rejiminden söz ediyoruz demektir…”


Bu manidar sözünü alıntılamakla kalmamış, Nazlı Hanımla  bir süre önce çekilen resmi de paylaşmışız…


Değerli sayfa dostlarım, bana dürüstçe söyler misiniz? 


O yazıyı (*) siz gerçekten okudunuz mu? 


Okuduysanız o yazıda gazetecilik ilkelerine, mantığına aykırı hangi sözcüğe rastladınız? 



   “O nefret ettiğiniz-öyle diyor kimileri!- Nazlı Ilıcak’ın yeniden hapse girecek olması, sizce haber değil midir?  


Sayfada bile sorulmamış mı? “Neden Nazlı Ilıcak uzun zamandır suskun?” Diye… 


Nazlı Ilıcak’ın Ergenekon, Balyoz dönemindeki yazılarına nasıl atıf yapılmış? 


Hapishaneden Cumhurbaşkanına “el eleydik” diye seslendiği mektuptan link verilmemiş mi?


Eh, o zaman, yazıyı salim kafayla okumadıysanız eğer, siz sahi neye kızdınız? 


Önyargıyla ya da Uğur Mumcu’nun deyimiyle, “bilgi sahibi olmadığınız” halde “fikir yürütmeyi” mi yeğ tuttunuz?


Acaba T24 başta olmak üzere pek çok bağımsız haber sitesi, bu yazıyı alıntılamakla hata mı etti? 


Haber sizce “kişiye özel” mi olmalıdır? 

Sevmediğiniz insanlara haberlerde ambargo mu konulsun? 

Adalet-eşitlik-özgürlük gibi kavramlar ancak “belli kişilerin tekelinde” mi kalsın?


Kısaca Nazlı Ilıcak’ı recme mi tabi tutalım?


(*)https://bennursunerel.blogspot.com/2023/12/nazl-ilcakn-hapse-girmeden-onceki.html


Pazartesi, Aralık 04, 2023

Helal Sana Be Sedef!


Sabah kapım çalındı, gittim baktım kargo… Sedef Kabaş’ın son kitabı… “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” Üstelik nasıl da nazik bir ithafla imzalamış… 



Hemen ve heyecanla açtım kapağını, içindekiler başlığı altındakileri, önsözde yazdıklarını incelemeye giriştim…Yaşam geçmişine de değinerek son dönemde başından geçenleri dile getirmiş Sedef. Öylesine içtenlikle, çekinmeden, korkmadan herşeyi, kendisine atılan iftiraları, hakaretleri bile örtmeden, gizlemeden yanıtlarını çatır çatır vererek  paylaşmış ki yaşadıklarını…


Helal sana be Sedef!


Dedim içimden, aslında hepimiz birebir tanığı olmadık mı Sedef Kabaş’ı topun ağzına getiren olayların? 


Bir televizyon canlı yayınında kullandığı “atasözü” nedeniyle geceyarısı evinin polislerce basılışı, ters kelepçe takılarak nezarete götürülüşü, 49 gün süreyle hapishanede tutuluşu…


Nedendi peki?


Hücresinde o da bunu kendi kendine sormuş:


“…Sahi ben neden hapisteydim? Ne yapmıştım? Evet evet, doğru bir söz kullanmıştım. Dünyanın her yerinde anonim olan atasözlerinden bile şahsi hakaret suçlaması çıkarılan bir ülkede hapislik bir suç işlemişim. Ülkenin ileri demokrasi diye diye ilerleyip geldiği son nokta burasıydı…”


Eğri oturup doğru konuşalım… 


Herkesin hafızalarına kazınan o söz, acı bir gerçeği ifade etmiyor muydu? 

Yıllardır sürgün edilen, soykırıma uğratılan, halen de Rus baskısıyla yaşamlarını özgürlükten uzak, eziyet altında sürdürme çabasındaki Çerkesler (*) atadan kalma bu sözü yıllardır “tepedelerinkilere söylerken” haksız mıydı?


“Öküz saraya çıkınca kral olmaz ama saray ahır olur…”


Sedef’in 49 günlük tutsaklıktan kurtuluşu hepimizi, hele biz kadınları ne kadar sevindirmişti  unutmadınız değil mi? 



Gazeteciler Cemiyeti olarak Sedef’i biz o günlerde Ankara’ya davet etmiştik, katılacağı söyleşide, soruları Sedef’e ben yöneltecektim…Sahnede yerimizi alırken kulağıma fısıldamıştı: 


“Yazılanlardan, atılan  iftiralardan haberin var değil mi? Sözde beni otelde basmışlar… Hem de evli bir adamla…” 


Bunları ben de önceden okumuş ama yok saymıştım, bizim için gündem, Türkiye’de zor koşullardaki gazetecilikti. Sadece, anneliğini de hesaba katarak söyleşimizin sonunda Sedef’e, “bu yaşadıklarınızı oğlunuz nasıl karşıladı?” Diye sormakla yetinmiştim. 


İşte Sedef, Destek Yayınlarından çıkan 399 sayfalık kitabında aile yaşamını, oğlunu anlatıyor,  hatta kendisine atılan iftiralar da dahil, pek çok konuya açıklık getiriyor…Sizin okuma zevkinize engel olmadan paylaşımımı burada noktalayayım… 


Bu cesur kitabı nedeniyle ben de Sedef’i kutluyor ve tekrar diyorum ki:


-Helal Sana Be Sedef!


2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...