Bu Blogda Ara

Bağdat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bağdat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Aralık 25, 2023

Gökte ararken yerde buldum




Hem de bir arkadaş ziyaretinde karşıma çıkmasın mı?


Daha önce de söz etmiştim, “Min el Sima”dan, hani şu “gökten gelen” anlamı taşıyan tatlıdan… (*)


Bağdat’a, Süleymaniye’ye, Erbil’e defalarca gidiş gelişlerim olmuştu. Savaş öncesi gerginlik sürerken oralarda haftalarca kalmış, Kuzey Irak’ta petrol kuyularının açılışına gitmiş, Saddam Hüseyin’in “oyların tamamını aldığı!” referandumu Süleymaniye’de izlemiştim, BM Genel Sekreterinin “arabuluculuk girişimi”  ziyaretinde de Bağdat’taydım, işte o sırada  keşfetmiştim bu lokuma benzeyen tatlıyı…


Uzun süredir o taraflara yolum düşmedi, gidenlere söyledim ama onlar da tedarik edemediler… 


Aa, bu sabah bir arkadaş ziyaretinde masanın üzerindeki kutuyu farketmez miyim? Gözlerime inanamadım, arkadaşımdan izin isteyip bir kaç tanesini çantama koydum, o da demez mi?


-Birisi getirdi ama  kimdi? Tatlı da pek benlik bir şey değil…



Oysa benim için bir nostaljik bir mutluluktu “gökten gelen tatlıyı” ağzıma atmak, damağımdaki lezzetin beni anılara sürükleyişi…  


İşte bir kaçı…


-Amerikan yönetimi Saddam’ı devirmeye kararlıydı, “kimyasal silah” iddiasını  ortaya sürdü, temcit pilavı gibi bu yalanı sürekli masaya koyup işledi… Gerginlik sırasında Bağdat’a gidip, gelişmeleri yerinde izledim. Kimyasal silah iddiasının “yalan” olduğu yıllar sonra ortaya çıktı ama iş işten geçti, Irak yerle bir edildi, Saddam idam edildi… O günlerde Bağdat’a gelen BM Genel Sekreteri Kofi Annan da arabuluculuk faaliyetinden eli boş dönmüş ama bunu basın toplantısında tam olarak dile getirmek yerine, “uzlaşma sağlandı” gibi bir ifade kullanmış, Iraklılar sevinç gösterileriyle “barışı”  kutlamıştı. 



Saddam dünyaya bir manifesto sunmak, “Irak halkının arkasında olduğu kozunu oynamak” için, 2002 yılında referanduma gitti. Dünya basını ile birlikte ben de Saddam’ın “bir numaralı yardımcısı” Kimyasal Ali’nin sonuçları açıkladığı basın toplantısını izliyordum, Süleymaniye’de oylamayı izleyip Bağdat’a dönmüştüm… Kimyasal Ali oy sayım sonucunu açıkladı, küsurat yanlış olabilir ama aynen şunu dedi:


-11 milyon 562 bin 465 oyun tamamı Saddam Hüseyin’e verilmiştir…


Salonda gülüşmeler oldu, “hiç karşı oy yok muydu?” Diye soruldu ama Kimyasal Ali sözünden dönmedi…


O günlerde kapı girişinde ABD Başkanı Bush’un mozaikten dev bir resiminin bulunduğu El Reşid Otelinde kalıyorduk, otele giren çıkan herkes Bush’un yüzüne basıp öyle geçiyordu. Irak’a uygulanan uluslararası ambargo ülkenin ekonomik koşullarını epey geriletmiş olsa da yaşam “bal gibi” devam ediyordu. 

Bağdat’ta haftalarca süren zorunlu! ilk kalışım ve sonraki sayısız  gidişlerdeki izlenimlerimi “Hamamböceği Sendromu”  kitabımda toplamıştım… Örneğin yeni evlenen gençlere Saddam yönetimi “1 gecelik lüks otel” armağanı sunuyordu. Fakir oldukları giyim kuşamlarından anlaşılan yeni evli bir çiftle görüntülü konuşmuştuk, ellerinde kırık dökük bavulla 1 gecelik balayı için çıktıkları odadaki mutlulukları hala gözümün önünde…


İşte Min el Sima damağımda erirken bütün bunlar aklımdan geçti, şunu düşündüm: 


-Bizim için “kader” niteliğindeki coğrafi konumumuz komşularımızı darmadağın etmekle kalmadı, bize de çok bedel ödetti, öyle değil mi? Peki niçin? 


Haydi Amerikan halkı, “Bizim askerimizin dünyanın adını bile duymadığımız yörelerinde ne işi var?” Sorusunu kendi yönetimlerine sormayı hiç akıl edemiyor belki, belki de ABD’nin emperyalist amaçlarından asla vazgeçmeyeceği onlara belletilmiş, Amerikan ekonomisinin ancak savaşlar çıkarıp, dünyaya silah ihraç ederek ayakta kalabileceği de…


Peki bize ne oluyor? 


Verdiğimiz şehitlerin sayısını bilen var mı? 


Yazık değil mi gencecik çocuklara? Hangi siyasi hedef onların yaşamından daha değerli?

Perşembe, Ağustos 18, 2022

“Cennetten gelen!” tatlı


 

Bu resim (*) yıllar önce  İran’la savaş sırasında ölen askerlerin anısına yapılan “Şehitler Anıtı”nın önünde Bağdat’ta çekilmişti… 


-Ne kadar zarif bir yapı değil mi?


Gazeteciler aslında sürekli güncelin peşinde koşsalar da, olayların ötesinin de tanığıdır, sokaktaki adamdan farkları, gözlemlerini kayda geçirmeleridir. Şimdilerde artık neredeyse herkes sosyal medya kullandığı için “zaman tanıklıkları” iyiden iyiye yaygınlaştı, yani yaşananlar “silinmez” hale geldi.


George Orwell’in unutulmaz romanı 1984’deki gibi (**)  eğer başımızdakiler! beğenmedikleri kimi olayları tarihten kazıyıp yok etmeye kalkışmazsa, bundan böyle, yaşanmışlıklar asla tarihin derinliklerine gömülüp gidemeyecek, ne hiyeroglifleri, ne çivi yazılarını çözmeye uğraşacağız, ne de kaybolup giden parşömenlere yazılı antik metinler için hayıflanacağız.


“Savaşın eşiğindeki” Bağdat’a 2 binli yıllarda art arda yaşanan krizler sırasında o kadar çok gidip gelmiştim ki, bir zamanlar “Orta Doğunun Paris’i” diye anılan güzelim kent, benim için “komşu kapısı” olmuştu, Irak mutfağını damağım iyice benimsemiş, “makam” diye anılan, udun başrolde olduğu müzikli buluşmaları bile izlemiş, pek çok dost edinmiştim. Dicle Nehrinde avlanıp tahta şişlere gerilerek odun ateşinde pişirilen o nefis mazguf (yayın) balıklarının tadı hala damağımda. Her sofranın vazgeçilmez giriş yemeği olan humus da… 


Yemeğin üstüne “mırra” (***)  eşliğinde ikram edilen Süleymaniye’ye mahsus, kakuleli “Min El-Sama” (****) (cennetten gelen demekmiş!) tatlısını ise sadece  o topraklarda tadabilirdiniz. 


-Neden? Başka yerde yapılamaz mı? 


Diye soruyorsanız bir gün etraflı anlatırım. Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de belli aylarda “mucizevi bir şekilde” ağaç yapraklarına gökten dökülen özel serpinti, bu tatlının ana maddesiymiş. Kutularda una veya nişastaya gömülü saklanan bu nefis tatlı, kutudan çıkarılıp, uzunca bir süre dışarda bırakıldığında yine mucizevi bir şekilde eriyiveriyordu.


Her yanı hurma ağaçları, palmiye koruluklarıyla bezeli güzelim Bağdat’a yolu düşenlerin sanırım aklında yer eden bir görüntü de, kentin pek çok yerine adeta birer mücevher gibi serpilmiş, küçük kubbeleri mavi mozaikle kaplı camilerdi. Gece-gündüz bu camilerden duyulan (hoparlör kullanılmazdı o zamanlar!) o hazin ama davetkar ezan sesi herkesi nasıl etkilemesindi? 


Ancak ezan da dualar da Saddam’ın düşüşünü engelleyemedi, ABD ve kuyruğuna takılı uyduları sayesinde Bağdat yerle bir edildi. 


Çok görmek istesem de, o taraflara yolum uzun zamandır düşmedi, kim bilir şimdi bu güzelliklerden geriye ne kaldı?


Camiler dedik de aklıma geldi, geçenlerde Mimar Sinan’la ilgili bir kitaba (***) yoğunlaşmıştım, her sayfada bu büyük dehaya bir kez daha hayranlık duyuyordum, bir yandan da sürekli kendime sorup, durdum:


-Yahu -Osmanlı Torunuyuz- diye övünenler aslında Mimar Sinan’dan hiç mi feyz almamış? Ne oldu, nasıl oldu da biz mimariden sahne sanatlarına, şehir plancılığından müziğe her konuda bu kadar geriye gittik?  


Kimileri şimdi “sen ülkede geriye gidişi yine son 20 yıla getirdin dayadın” diye kızıyorsa, onlara önerim şu. 


-Gelin, başkentin Gölbaşı ilçesinde küçük bir gezinti yapalım, Mimar Sinan şaheseri camilerden sonra karşınıza çıkan şu görüntüleri bir de siz değerlendirin olmaz mı? Ha, içinizde “uzağa gidemeyiz” diyen varsa, buyursun aşağıda paylaştığım fotoğraflara bir baksın. Yorum onların…






(*) Fotoğraf Gazeteci Ümit Bektaş tarafından 4 Mart 2002’de çekildi

(**) https://bennursunerel.blogspot.com/2022/07/1984-bizi-mi-anlatms.html

(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C4%B1rra

(****) https://medium.com/@ev.erdogdu/a-heavenly-dessert-inspiring-unity-in-iraq-9f7c73001530

(*****) Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel, Uğur Tanyel, İş Bankası Yayınları

Not: Bağdat izlenimlerimi Hamamböceği Sendromu başlığıyla Remzi Yayınevinden çıkan kitabımda toplamıştım. N.E.

Perşembe, Mart 17, 2022

SEYYAH OLDUM, ŞU ALEMİ GEZDİM



         
Kaddafi ile Sirte’deki ünlü çadırında 



Keşke insanın parası olsa, yaşamındaki sorumluluklardan sıyrılabilse, Jules Verne’nin kurguladığı gibi  “İki yıl okul tatiline çıkabilse” diye düşündüğüm çok olmuştur. “İki yıl olmasa da yaşamımın en eğlenceli zamanlarını seyahatlerde geçirdim” desem, bana kim kızabilir?


Bir kere mesleğim gereği o kadar çok seyahat ettim ki, hem dünyanın önemli merkezlerinde işler yapmış oldum, hem o ülkelerde basının işleyişini yakından gözlemleyebildim. Tabii bu iş seyahatlerinin getirisi de o ülkeleri “işten artan zamanlarda” gezmek oldu.


Gezilerimiz paylaşmaya kalksam sayfalar yetmez. Gezip gördüklerimden bir kaç küçük not versem nasıl olur?


-Şam: Kent, 80’li yıllarda herkesin (!) Fransızca bildiği modern binalarla donatılmış bir batı başkenti gibiydi. Sokaklarda bile ikram edilen sert kahve, “kakuleli mırra” egzotik Ortadoğu’dan nasıl gizemli kokular, esintiler getiriyordu. Şam’da, devlet adamlarına sorulması yasaklanan soru, tabu! Abdullah Öcalan’ın ülkedeki misafirliği idi.

-Berlin: Türkiye’de 12 eylül darbesinin ezici baskıları yaşanırken, Berlin Operasında “Eva Peron” müzikalini seyretmek beni nasıl da etkilemişti. “Don’t Cry For Me Argentina” şarkısını dinlerken yıllardır hep hüzün doldu içime…  Almanya henüz “doğu”daki parçasından ayrıydı. Almanlar bizim gurbetçilerin bir türlü uyum sağlayamamasından şikayetçiydi. Yıllar içinde duvar öncesinde ve sonrasında pek çok Alman kentine sayısız gidişlerim oldu, hatta yıkılan “utanç duvarının” bir parçasını ben de alıp sakladım. Berlin’deki Pergamon-Bergama Tapınağını huşu içinde ve içimdeki “niye ülkemizde tutup koruyamadık?” azabıyla izlemiştim. Sonuçta ülke yönetiminin başarısının “şeffaflık” ve “dürüstlük”ten geçtiği sonucuna vardım. Ülkenin iki yarısının buluşup kaynaşması sırasında, irili ufaklı sayısız tesisin “Treuhand” (özelleştirme idaresi) eliyle özelleştirilmesi, 1 yıl gibi sürede, üstelik söylentiden, yolsuzluktan uzak biçimde  tamamlanmış ve enflasyon “1 puan” bile oynamamıştı… 

-Londra: Dönemin liderleri Margaret Thatcher ile Turgut Özal arasındaki görüşmeleri izlemiş, Thatcher’in  Osmanlı Arşivlerindeki elçi mektuplarına dayanan ilginç alıntılarla süslü  konuşmasına hayran olmuştum. Özal’a dönük Kürt protestolarını ise Türkiye’deki baskıcı ortam nedeniyle o günlerde haberleştirmemiştik. Sonraki yıllarda Londra’yı epey gezdim, bir tek, “Virginia Woolf’un yürüyüş güzergahını tekrarlayamadım” diye hayıflanırım.  

-Roma: APO’nun yakalanıp, bir villada gözaltında tutulduğu günlerdi. Villanın sadece dışından görüntü alınabiliyordu. Bu durum bize bu güzel kentte oldukça geniş zaman geçirme olanağı vermişti. Bir canlı yayın sırasında ise kulaklıktan çok değer verdiğim, sevdiğim meslektaşım Yavuz Gökmen’in beklenmedik ölümünü duymuş, kahrolmuştum. Sonraki bir Roma gezimizde Caravaggio’nun resimlerini kafama yazdım ve pek çok şeyi daha…

-Bağdat: Saddam döneminde içine kapanan ülkenin, dünyadan giderek uzaklaşması belli ki  sonunu getirecekti. Oysa bir zamanlar “Doğunun Paris’i” diye anılan kentte, eski görmüş geçirmiş kuşaklarla ne kadar güzel ve derinliği olan sohbetlere girişmiştik. O haşmetli sarayları, altın kabzalı silahları da Saddam’ı kurtaramadı. Batı görsün diye referandum yapıldı, 22 milyon 512 bin 313 oyun “tamamının” Saddam’a verildiği açıklandı, “Kimyasal Ali”nin bu açıklamasını izleyen gazetecilerden biriydim, salonda bir anda kahkahalar duyuldu. ABD, takmıştı bir kare,  “Saddam gitsin” diyordu, “kimyasal silah yalanı” uyduruldu ve o sayfa kapandı.

-Süleymaniye: Kuzey Irak’ın kuzeydeki kentinde ilginç gözlemlerde bulunduk, bizde üniversite kapısının yüzlerine kapandığı Kürt öğrencilere yüksek öğrenim için, büyük olanaklar sağlanmıştı. Bizim yetkililer ise sanki o gençlere Oxford imkanı tanınmış da beğenmemişler gibi, bu durumu sert biçimde eleştiriyordu. Süleymaniye yöresine has egzotik tatlı “min-el-sema”yı (gökten gelen) bugün bile unutamadım, hala damağımda hissediyorum.

-Washington DC: Liderlerin resmî gezilerini izlerken öyle çok olaya tanık olduk ki. Unutamadığım bir olay, Beyaz Saray önünde binlerce çarşaflı-sarıklı müslümanın toplanıp rRefah Partisinin kapatılması davasını protesto edişiydi.  “28 Şubat buraya da mı yansımış?” Diye düşünmüştüm. Sonraki seferlerde Türk Elçilik rezidansında kalışlarımız rüya gibiydı.

-New-York: Görkemli kenti kah yürüyerek, kah havadan helikopterle keşfe çıkmak çok zevkliydi. Ama, televizyon gazeteciliği açısından en çok zorlandığımız kentti. Haberlerimizi seslendirip, montajlayarak (link masrafı fazla olmasın diye!) Türkiye’ye linkle geçtiğimiz için Amerikan TV istasyonlarını kullanıyorduk. Oysa teknik olarak altyapılar birbirinden farklıydı. Bizim çektiğimiz görüntülerin bir de “dubbing” denen sistemle dönüştürülmesi gerekiyordu.Bu çok zaman alıyordu, haberleri ABD saatine göre hazırlayıp, Türkiye saatine göre yayınlara katılmak çabasındayken, bir de bu dubbing denen işlem nedeniyle neredeyse 24 saat çalışıyorduk. Bir önceki yıl İkiz Kuleler’in tepesinde neşeyle anı resimleri çektirirken, bir sonraki yıl, kulelerin yerle bir olduğu “sıfır noktası”nı ziyaret etmek beni çok sarsmıştı.

-Sicilya: Liseden mezun olduğum yıl bir dönem devam ettiğim İtalyan Filolojisinde edindiğim İtalyanca’ya onca yıl sonra yine “zorunluluktan” başvurmuştum, kimsenin doğru dürüst yabancı dil bilmediği havaalanında üstümüzü başımızı “uyuşturucu var mı?” Diye koklayan köpeklerden korkunca dilim açılıvermişti.

-Floransa: Çok zevkli bir tatilin son gününde çantamı çaldırmak o unutulmaz anları belleğimden silip attı. Sadece Aperol kaldı aklımda.

-Barselona: Mucizeler yaratan mimar Gaudi’nin o muhteşem eserlerine yıllarca hayranlık duyup, fotoğraflardan seyretmek yerine, kentteki güzelim binaların içinde dolaşmak, sütunlarına elimle dokunmak mucize gibi bir şeydi. Hele La Sagrada Familia!

-Trablus: Libya’daki geriye gidişi onar yıl arayla gözlemlemiş oldum. Son gittiğimde, bikinisiyle kaldığımız otelin havuzuna girmek gafletinde bulunan (!) genç meslektaşımın peşine takılan onlarca adamın yiyecek gibi bakışları hala aklımda. Üstelik ertesi gün, lider Kaddafi’nin de tribünde yer aldığı Bingazi’deki stadyumda -yeşil devrimin yıldönümü- törenlerini izlerken, grubumuzdaki kadın gazeteciler olarak hepimiz çevredekilerin sarkıntılığına maruz kaldık. “Bu sözde (!) dinci ülkelerde şeriatın çoklu evliliğe bile rıza göstermesine karşın kadın-erkek ilişkileri  neden rayına girememiş?” sorusu yine kafamı kurcaladı. Oysa Kaddafi ile özel röportaja gittiğimizde Sirte Çöllerinde bile durum daha medeni görünüyordu. 

-Peşaver: Afganistan-Pakistan arasındaki sınır kenti, “Ortaçağ”ı anımsatan görüntüler yansıtıyordu. Harap kentten çok, Hayber geçidinde sağanak yağmurda mahsur kalınca, önümüzde kilometrelerce uzanıp giden görkemli ovayı saatlerce izleyebildiğim için şanslıydım.

-Lahor: Pakistan’ın merkezdeki kentleri yerine “taşrasında!” aşırı tutucu atmosferi çok net gözlemlemiş olduk. Sayıları 20’yi bulan dinci partilerin sarıklı-cübbeli sözcüleri, tek tek söz alarak saatler boyu konuşmalar yaptılar. Biz ise bir kamyonun tepesinden çekimleri ve yayınları sürdürmeye çalışıyorduk, alandaki “tek kadın” olarak kitlelerin tuhaf bakışlarıyla karşılaşmak tüylerimi diken diken etmişti. Aklımda “Benazir bunca gericinin arasından nasıl sıyrılabilmiş?” Sorusu yer etti.


          Benazir’le duruşmalarını izlerken evinde 


-Karaçi: Benazir Butto’nun yargılanmasını izlediğim sırada, mahkemede ve Benazir’in evinde geçirdiğim günler hala aklımda. Butto’nun suikaste kurban gittiği an, bir kaç yıl önce Karaçi Havaalanına ayak bastığı günkü izdihamı düşündüm. Havaya sürekli makineliler ve silahlarla kurşun atılıyordu o gün bir taşkınlık olsa belki biz de “kutlamaya!” Kurban gidebilirdik.

-Larnaka: Klerides’le röportaj için gittiğimizde ambargolar nedeniyle öyle dolambaçlı bir yol kullandık ki, başımıza gelmeyen kalmadı… Hamamböceği Sendromu adıyla bunu ve diğer yol hikayelerini kitaba bile dönüştürdüm… Ne yazık ki Kıbrıs’ta o günden bugüne değişen bir şey yok!

-Tahran: Bir kentte trafik keşmekeşi bu kadar mı bezdirir? Hele o tepeden tırnağa tesettüre bürünmüş şekilde çekimler ve yayınlar için koşturmacamız? Dönüşte Bülent Arınç’ın “çok da yakışmıştı” deyişi… Tesettürle alıp veremediğim birşey olmadığını herkes bilir ama “zorla dayatma”ya itirazım var. O günlerde gazeteciler cemiyetlerinin Tahran’a “kadın muhabir” gönderilmemesi çağrısında bulunmasını bile istemiştim!

-Singapur: Yaşamımda gördüğüm en disiplinli devlet yönetimi ve halktı. Bir gidişimizde  milli günde caddelerden tankların geçişine tanık olmuştuk da aklım 28 Şubat’a gitmişti. Yolda kucağında bebek varmış gibi şefkatle bir timsah yavrusunu taşıyan adamın fantastik gülümsemesi ise hala aklımda.

-Rio De Janeiro: O güzelim kentin, muhteşem Şeker Tepeleri, ünlü plajları, keyifle içtiğimiz “kaçaçaları” aklımda ve damağımda öylesine  yer etti ki keşke tekrar Copacabana’da bir kez daha okyanusa ayak değdirebilsem…

-Tokyo: Pek çok anı biriktirdiğim o güzelim kentin sokaklarında süslü, minyon Japon kadınları yanında kendimi “dev gibi” hissetmiş, “keşke ben de onlar kadar ufak olsaydım” diye hayıflanmıştım. Ah o Japon mutfağı, o teppenyakiler, tempuralar!

-Bakü: Etiğiz (etiniz) sümüklü (kemikli) mü sümüksüz (kemiksiz) mü olsun? Diye soran garson, “siz subaysız? (Bekar mısınız?)  diye merak eden Azeri meslektaşım, tren kompartmanlarında yaşayan binlerce kaçkın (Karabağ göçmeni), Hazar Denizinin o ünlü havyarının asırlık Mersin Balıklarının karnı kesilerek çıkarılışı (sonra tekrar dikiliyormuş!), lider Haydar Aliyev’le sarayında yaptığımız görüşmeler, Kaçkınları vagonlarında ziyaret edişimiz ilginç unutulmaz sayfalardı.

-Paris: Her zaman aşık olduğum, en yakın arkadaşımın yaşadığı, o sayede tozunu dumanını attırdığımız güzelim kent. 

-Atina: Her gidişimin dönüşünde Kavala-Rakiştan doğumlu anneme “memleketinin tadı” diye ekmeğini getirdiğim, onca yolsuzluğa karşın hala ayakta kalan ekonomisine ve halkının hala, “lüks içinde, siestalarla “ yaşayabilmesine şaşırdığım kent.

-Brüksel: Kürt kongresine katılmak için gittiğim, “dört dilde simültane çeviri yapılmasına karşın Kürtçe çeviri yapılmasına gerek duyulmadığını görüp şaşırdığım” kent. Patates kızartmasıyla midye çorbasının tadı damağımda! 


Ooo, yazmakla bitmeyecek. Hiç olmazsa ilginç bulduğum bir kaç seyahatten izlenimler paylaşmış oldum sizlere de bol bol gezebilmeyi dilerim. (İsterseniz ekteki gezileri de bir tıklayın derim) 


https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/japonya-frtnada-ucan-defter.html


https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/nagoyada-buyulu-gece-japonya.html


https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/japon-mutfag-ah-o-biftek-japonya-3.html


https://bennursunerel.blogspot.com/2021/08/sayonara-elveda-japonya.html

























FIRTINADA UÇAN DEFTER (Japonya 1)


Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” çok bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde tam bir eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in Kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan, kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


-“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı? 


Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de çok fazla yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli, biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adam bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?



Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 


Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.


Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori








NAGOYA’DA BÜYÜLÜ GECE (Japonya 2)


 Kimi zaman “dünyanın en şanslısı olduğumu” düşünüyorum. 


-Nasıl yani? 


Demeyin, evet, gelmiş geçmiş en güzel kadınlardan kabul edilen Audrey Hepburnden de,  “dünyanın bir numaralı lideri” sıfatını her şeye rağmen 4 yıl taşımış olan Trump’tan da, hatta “üst üste iki kez lotarya kazanan bilmem kimden bile!” şanslıyım. Zaten hep böyle değil midir? Aşığa, kendi aşkı dünyanın en büyük aşkıdır, umarsız hastaya “herkesin başına geliyor, ölüm Allah’ın emri” denmez, onun şanssızlığı dünyada tektir, hele “dünyanın en kıymetli çocuğu” ise sadece ve sadece kendi annesinindir...


-Aman uzattın lafı gene… 


Duydum, duydum.


Peki, şimdi anlatacağım sahneye buyrun o zaman...


Tokyo’dan  Honshu Adasına geçiyoruz, Nagoya’ya geldik... Bütün gün gezdik, Ortaçağdan kalma Kaleyi, müzeyi filan, ama gözümüz saatte, akşamı iple çekiyoruz çünkü Kisu Nehrindeki balık avlama şölenini izleyeceğiz. 


-Bakalım şölen dedikleri neymiş?


Akşamüstü, nehir kıyısına yürüyerek varıyoruz, ahşap iskeleye bağlı uzun kayıklardan birine buyur ediliyoruz, yolcu tamamlanınca nehre açılıyoruz... 


-Gece vakti kürek çekilen kayıkla sefa ha? Eski şarkılardaki gibi mi?

-Yok canım, o notalar, sesler yok oldu gitti, artık çalınmıyor hiçbir yerde.


Kayıkçılar küreklere asıla dursun, hava kararıyor... Sular simsiyah, ortalığa sessizlik hakim. Kayıkçı küreği bırakıp, tepemizde sallanan kırmızı fenerlerdeki kandilleri tutuşturuyor.


-A, ne güzel oldu şimdi, bak, bizden uzaktaki kayıkların fenerlerini de yaktılar, ateş böceği gibi göz kırpıyor hepsi.


Epey uzaklarda,  gecenin karanlığında, sislerin arasından güçlükle seçilen ışıklı yapıya gözümüz takılıyor, yaklaştıkça görüntü netleşiyor. Oooooo, nefes kesici bir manzara, masal kitabının lime lime olmuş cildini terkedip de karşımıza fırlamış gibi duran o muhteşem yapı artık tam karşımızda, büyülenmiş gibiyiz.




-Gündüz gezmiştik, Shogunlar  (*) döneminden kalma kale değil mi o? 

-Evet evet, ta 1600‘lerde  yapılmış ünlü Nagoya Kalesi..


Herkes susuyor, gecenin içinden sıyrılan görüntü nefes kesiyor.


Kayıkçı, içecekleri getirdi, kocaman şişelerde Kirin Birası ve küçük tabaklarda bir kaç parça sashimi ve sushi. Şu sepetlerde sunulan pirinç patlaklarını da seviyorum, peki aralardaki o yeşil yuvarlaklar ne? Ağzıma bir iki tane atıyorum, of yandım, acının acısı wasabiden yapılmış meğer onlar. (**) 


Biralar yudumlanırken herkes susuyor, kürekçi bile... Balıkçılar birazdan gelecek. 


-O duyduğumuz çığlıklar ne?


Evet evet, uzakta, suların üstünde ateş yumakları var, çığlıklar duyuluyor, gittikçe yaklaşıyorlar...

Gerçek bir şölen bu, iğ gibi ince, upuzun balıkçı kayıklarının burnuna meşale gibi yanan dev toplar tutturulmuş.  Alevlerin arasından güçlükle seçiyoruz, kayıklara iple bağlı karabatakları... Balıkçılar ateş topu ile yanımızdan geçerken farkediyoruz, karabatağı iple yukarı çeken balıkçı, ağzından balığı hemen alıp yanındaki sepete atıyor, Nagoya’lı rehber anlatıyor:


-Kayıklara iple bağlı karabatakların boynundakileri gördün mü?  Tahta halkaları? Kayığa bağlı karabataklar suda ilerlerken, kayığın burnundaki ateşin ışıklarına yükselen balıklar suyun yüzeyine çıkınca, karabatak gagasıyla hemen tutuyor ama boynundaki halka yüzünden yutamıyor... Tabii balık balıkçıya hemen yem oluveriyor... Meşhur Ayu balığıdır onlar, çok lezzetlidir, belki akşam yemeğinde size ikram ederler.



Şölen bir saat sürdü, huşu içinde izledik, otelimize döndük. Akşam yemeğindeyiz şimdi. 


-Oooo, demek karabatağın boğazından çıkarılan Ayu balıkları bunlar... Gerçekten çok nefismiş...




Yemeğin ardından nehir kıyısındaki otelimizin teras katındaki mini kaplıcaya çıkmamı ısrarla önerdi Nagoyalı rehberimiz. Eh haydi bakalım, onu da denemedik demeyeyim...


Üst kattaki kaplıcanın girişinde bembeyaz havlularla karşılıyor beni kimonolu teşrifatçı. Havlularımı alıp içeri giriyorum.... Ortadaki sıcak havuzun buharı, terası çepeçevre dolanan camekanı da hafifçe buğulandırmış. 


Buğulu camların ardında yine nefes kesen bir manzara, muhteşem şato...


Sıcak havuzda bir kaç Japon hanım var, beni zarif bir baş işaretiyle selamlıyorlar:


-Konichiwa


Havlularımı kenara koyup ben de yavaşça suya giriyorum... Sıcacık su beni şefkatli bir battaniye gibi kavrıyor... Başımı havuzun kenarına yaslayıp buğuların ardındaki şatonun titrek görüntüsüne dalıyorum. Bilmediğim enstrümantal melodiler kulağımı okşuyor, Shintoizm’in (***) arınmakla ilgili öğretileri geçiyor aklımdan...


Ağustos 1987-Japonya


 (*) https://www.ancient.eu/Shogun/

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Japon_mutfağı

(***) https://www.japan-guide.com/e/e2056.html







JAPON MUTFAĞI, AH! O BİFTEK (Japonya 3)


-Tokyo’nun sıcağı meşhurdur, çok yanlış bir zamanda gidiyorsun


Demişlerdi de inanmamıştım. Ağustos’un ilk günlerinde Narita Havaalanında uçaktan indiğimde,  fırının kapısı açılmış da içine girmişim gibi hissettim. Neyse ki hemen klimalı bir koridora geçtik, rahatladık...


Japon Enformasyon Bakanlığının konuğu olarak 1987 yazında gitmiş, Hiroşima dahil, pek çok kentte Ağustos ayı boyunca birer hafta geçirdikten sonra Ankara’ya dönmüştüm, artık “eskisi gibi değildi” benim için hiçbir şey...  


Oooo, nereden başlasam? 


Tokyo’nun o mükemmel işleyen metro sistemi ile kenti hallaç pamuğu gibi atmanın kolaylığından mı? Japon mutfağının o müthiş lezzetlerinden mi söz etsem? 


Eğer öğleni geçiştirmek için ucuz bir şey olsun derseniz, zaten heryer Mc Donalds, Kentucy Fried Chicken. Tokyo’ya ayak bastığım gün kenti gezdiren rehber anlatmıştı:


-Japon çocukları artık Japon mutfağını unuttu, varsa yoksa hamburger, kızarmış tavuk. Hatta geçenlerde yeğenim hayatında ilk kez Los Angeles’e gitti, annesine:  -Anneee bak Amerikalılar da bizim gibi hamburger seviyormuş, heryerde Japon lokantaları var- deyivermiş.


-Peki bunları boşver bize biraz Japon damak tadlarını anlat






Diyorsanız, Ginza’da sokaklarda yürürken bile her köşe başında karşınıza çıkan küçük “ayaküstü lezzet kulübelerinden biri”ne girelim, tabureye oturalım, gelsin Gyoza... Bizim mantıya benzeyen, tabakta 5-6 parça olarak sunulan kıymalı hamur işi, bu mini restoranların  buzluklarında her daim bekletiliyor, isterseniz tost makinası gibi bir ızgarada ısıtılıp, Kirin Birası eşliğinde ile servis ediliyor. 


Ama şöyle düzgün giyinip hoş bir akşam yemeğine çıkalım derseniz, Türk damak lezzetine çok yakın yemekler sunan bir “Tempura”cıya gidelim. 

Kapıda bizi karşılayan kimonolu teşrifatçımız, hepimizi tabanı U şeklinde oyulmuş küçük salona alır. Tabii önce ayakkabılar çıkarılıp kenara konulsun. Oturma derken, bağdaş kurmak ya da alçak masanın altına kıvrılmaktan bahsediyorum ama sanırım, ben dahil, bunu kolay kolay beceremeyen yabancılar için düşünülmüş bu U şeklindeki düzen... Ayaklarınızı aşağıya sallandırın gitsin. 




-Hah, sumo güreşçisine benzeyen aşçımız da geldi işte...


Aşçımız bizi yerlere eğilerek selamladıktan sonra dev tenceresinin önüne bağdaş kuruyor ve tencerenin altındaki, gazlı kocaman wok  ateşini yakıyor. Hepimizin önünde tahtadan yapılmış, lake sırlı küçük tabaklar ve çubuklar var. Aşçımız önce mini patlıcanları, yumuşak hamur karışımına batırıp, yüksek ateşte kızan tenceredeki yağa atıyor, elde ele dolaşan servis tabağından çubuklarımızla alıyoruz kızarmış mini patlıcanları...


-Aman o ne lezzet


Patlıcanları, aynı şekilde kızaran kuşkonmazlar, mantarlar ve diğer sebzeler izliyor. Sıra karideslere ve diğer deniz ürünlerine geliyor. Hepimiz büyülenmiş gibi gözümüzü aşçıya dikmişiz... 


-Kolay mı yahu bu lezzetleri yakalamak? Gerçekten de büyü gibi bir şey


Ama Japon mutfağının belli başlı sayfaları bitmedi ki, o muhteşem Teppanyaki (sıcak saçtan masa) yemekleri tadılmadan Japon mutfağı hakkında fikir edinilir mi?


A, işte o zaman pamuk eller cebe... Bu akşam gerçek bir Japon lokantasına gideceğiz ve bu keyif bize azcık tuzluya patlayacak,  çünkü “Kobe marble steak (mermer biftek)” var menüde... O irice et dilimlerini kasap reyonlarında pişmemiş olarak görünce neden “mermer” dediklerini anlıyorsunuz. Çünkü koyu kırmızı etin üzerine serpilmiş gibi duran beyaz çiller! (yağ noktaları) lezzeti hakkında da fikir veriyor. Bu sığırlar, Japon çiftçileri tarafından her gün masaj yapılarak ve su yerine bol bol bira içirilerek besleniyor ve bu yüzden de ekleri bu kadar lezzetli oluyormuş. Tabii bir o kadar da pahalı, çünkü benim Tokyo’da bulunduğum sırada bir dilim Kobe bifteği kasapta 45 dolardı!!! (*)


Prince Mikasa Otelinin  teppanyaki lokantasında yerimiz ayrıldı. Önümüzdeki masa, dev bir madeni saç gibi. Bu saç birazdan aşçı geldiğinde ısıtılacak...


-Evet aşçı geldi, teppanyaki tablası da ısındı

-Ne yapıyor? 

-Sarımsakları ince ince dilimliyor galiba. Şimdi biraz yağ gezdirdi kızgın sacda, sarımsakları attı, onlar cızırdarken sıra bifteklere geldi... Onları da iri kuşbaşı olarak doğrayıp, cızırdayan sarımsakların arasına attı...

-Oooo ortalığı mis gibi kokular sardı vallahi... 


Evet, vejeteryan dostlarımız duymasın ama, aşçımız lokum yumuşaklığındaki biftek parçalarını tek tek tabaklarımıza aktardıkça lezzet damaklarımıza  bayram ettiriyor. Afiyetle yenilen yemeğin sonu, yeşil çay eşliğinde yeşil çay dondurması ile tatlıya bağlanıyor... Şimdi kara kara hesabı bekliyoruz, tabii bol sıfırlı bir rakam olacak. 


-Amaaan, şu ölümlü dünyaya bir daha mı geleceğiz? Afiyet olsun


Deyişime inanmayın, meslektaşlarımla birlikte bu yemeğe Enformasyon Bakanlığının daveti üzerine katıldık, yoksa hesabın altından kalkamazdık. 


Yemek faslını uzatmak istemiyorum, Sushi Barları, Sashimileri filan anlatmaya kalkarsam sayfalar yetmeyecek. 


-E biraz da elektronikten bahsetsene? 


-Aaa, doğru, teknolojinin jet hızıyla değişimi Japonya’da hemen farkediliyor. O zaman şimdi istikamet Akihabara... (**)


-Peki nasıl gidilecek?


Tokyo’nun metro hatları 20 milyonluk kendi öylesine sarıp sarmalamış ki, istediğin yere şıp diye varabilirsin, üstelik metro tarifesi da son derece basit, hata yapman mümkün değil. İşte geldik Akihabara’ya, hemen inelim ve kendimizi sağlı sollu gökdelenlerin yükseldiği caddeye, sokaklara vuralım:


-Aman yarabi, nasıl bir yer burası yahu? Binaların her biri en son teknoloji ürünlerinin sergilendiği başlı başına birer fuar sanki. Hemen girişteki genç teşrifatçı yaklaşıyor yanınıza

-Koniçiwa madam, yardım edebilir miyim? Ne arıyorsunuz?


Ankara’dan arkadaşlarımın verdikleri siparişlerin listesi var elimde, bir tane sese duyarlı kayıt cihazı, küçük bir fotoğraf makinası hatta mini televizyon bulup alacağım ama yüzlerce çeşit arasından nasıl seçeceğim? Acaba aldıklarım beğenilecek mi? Binalara girip çıkmaktan, sayısız teknoloji ürününe kafa yormaktan başım dönüyor. 


-Of ya, sıkıldım, teknolojiden başım döndü, bana artık biraz yeşillik, biraz su lazım...


Metro istasyonuna iniyorum, niyetim biraz kafamı dağıtmak, hem de “yazılarımı hazırlarım” düşüncesindeyim. 


Ağustos 1987


(*) https://www.hurriyet.com.tr/lezizz/kobe-etini-bu-kadar-degerli-pahali-kilan-nedir-36920607

(**) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Akihabara






SAYONARA (ELVEDA) JAPONYA (4)



Japonya’yı anlatmak hiç de kolay değil, kendine özgü adalar ülkesinin, kendine özgü yaşam tarzını, sosyal atmosferini, bilim ve teknolojide geldiği noktayı özetlemeye sözcükler değil, kitaplar, belgeseller bile yetmez. Sayonara” (elveda) demeden önce atom bombası kurbanı Hiroşima izlenimlerimi paylaşsam olur mu?


Mermi hızıyla giden trenle  (bullet train) son durağımız Hiroşima idi, 6 Ağustos 1945’de  atom bombasının ilk kurbanı olup da 200 bini aşkın ölü veren kentte gezmek tuhaf duygular uyandırıyordu. Hele  “geçmişi artık eski okul kitaplarının tozlu sayfalarında bırakmışAmerikalı turistlere caddelerde adım başı rastlamak, kahkahalarına tanık olmak onca yıl sonra bile biraz sarstı beni.


Oysa Japon’larla konuştuğunuzda duygusal değil, gerçekçi davrandıklarını görüyordunuz.  Hiroşima, kendini çoktan toparlamış, dev endüstri merkezlerinin kuruluşuna ev sahipliği yapan üstelik de yemyeşil bir kent görünümündeydi. 


-O korkunç patlamadan sonra 75 yıl süreyle buralarda hani herhangi bir bitki yetişmeyecekti?” 


Sorusu aklımda, dolaştım durdum kenti. 


Savaşın ve atom bombasının izlerini silmek için belli ki Japon’lar çok uğraşmış, hasarlı bütün binalar yeniden inşa edilmiş, korkunç patlamadan kalan tek iz, hala ayakta duran Genbaku Kubbesi. Eskiden bölgenin sanayi merkezi durumundaki bu bina, atom bombası ile büyük hasar almasına karşın, olduğu gibi bırakılarak, yanında inşa edilen “barış müzesi” ile o günü anımsatıyor.


Müzeyi bize bombanın patladığı günü, o gün 13 yaşında olan Yoshita Kawamato gezdirdi:


-Okuldaydık hepimiz. Patlamanın şiddetiyle kendimi kaybetmişim, gözümü açtığımda üstümde sıralar ve enkaz parçaları vardı. Zorla onların arasından sıyrıldım, herhalde yakındaki yakıt tankları patladı diye düşünüyordum.Bir ses duydum, arkadaşımı tanıyamadım, bir gözü yoktu, konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu, bir kaç dakika sonra öldü. Okulun dışına güçlükle çıktığımda gördüm ki her şey yıkılmıştı, her yer alev alev yanıyordu. 


Kawamato’yu sağ bırakan mucize, diğerlerine acımamış, ailesinin bütün fertleri dahil, Hiroşima’da onbinlerce insan ölmüştü. Beni şaşırtan ise görüştüğüm pek çok Japonunnefret etmek” şurada dursun, Amerikaya, Amerikalılara duyduğu sempati oldu, şöyle bir yorum yapıyorlardı:


-O günlerde hem ülkeyi yönetenler hem de ordumuz o kadar hırslıydı ki, olmadık işlere girdiler. Ta buralardan kalkıp ABD’ye gidip, Pearl Harbour’u bombalamayı bile göze aldılar. Sonunda olacağı buydu…


Kawamato ise duygularını, “eskiden bize Amerikalılar şeytan diye anlatılmıştı, oysa  patlama sonrası ilk karşılaştığım insanlar, yani Amerikalı askerler bana gülümseyerek yaklaştı, beni tedaviye götürdüler. Demek şeytan değillermiş dedim” diye anlatmıştı.


Hiroşima’nın “kederli izleri” neyse ki Kyoto ziyareti ile biraz olsun silindi. Kyoto, geleneksel “geyşa eğitimi”ne ilk ev sahipliği yapan kent olarak biliniyormuş. Ben ne yazık ki bir geyşa ile tanışamadım ama Japon kadınları ile pek çok sohbet olanağı yakaladım. Japon erkeğinin ailedeki en hakim kişi olduğunu, uzun çalışma saatlerinin ardından “usta çırak” ilişkisinin hala önemsenmesi nedeniyle çalıştığı yerdeki üstleri ile akşamları da saatlerce zaman geçirdiğini öğrendim. Japon kadını ise bu durumu pek önemsemiyordu anlaşılan, daha doğrusu, ailede erkeğin çalışıp kazanan konumunda olduğu, kadının ise çocukların bakımı ve ev işlerinin yürütülmesini asli görev olarak benimsediği anlatıldı bana. 




Tokyo’nun en prestijli üniversite mezunlarının yarıdan fazlasının kadın olmasına karşın, iş yaşamında pek de olmadıklarını” öğrendiğimde “ne büyük haksızlık” demekten kendimi alamadım. 

Tokyo caddelerinde gördüğüm şık Japon kadınlarının birer bibloymuş gibi salınarak dolaşmaları bana “geyşalık meslek olarak olmasa da acaba Japon kadınlarının ruhunda mı var?” Sorusunu sordurttu. 


Bunu bir Japon kadınına, “ev kadını olmak için onca üniversite  okumanız gerekiyor muydu?” Diye sorduğumda şu yanıtı aldım:


-Haklısınız ama biz böyle mutluyuz. Sizin dediğiniz konuma gelebilmek için kültürümüzün farklılaşması, geleneklerimizin biraz değişmesi gerekiyor. Bunun için bize 50 yıl lazım…


Bilmem onca yıl sonra Japon kadını hala geleneksel konumundan mutlu mu? 


Yoksa Tokyo’da sohbet ettiğim  bir batılı diplomatın şu sözleri nasıl değerlendirilebilir?


-Siz Japon kültürünü tam olarak gözlemleyememişsiniz. Jouhatsu (buharlaşma) denen adetlerini duymadınız sanırım. Ülkenin ağır yaşam koşulları, erkeğin uzun çalışma saatleri,+ pek çok Japon kadınında bunalım yaratıyor, çareyi bulundukları ortamdan, hatta ailelerinden, çocuklarından kaçıp kurtulmakta arıyorlar, adeta ortadan kayboluyorlar. Bambaşka bir yerde farklı bir hayata başlıyorlar, bunun için onlara destek bile veriliyor. Ancak Japon kültüründe buharlaşan (!) kadını aramak yok… Yaşamını istediği gibi sürdürmesine göz yumuluyor.


Eh, benim için de Japonya’nın büyülü dünyasını bırakıp, buharlaşma (Jouhatsu) zamanıdır artık, sayonara


bennursunerel.blogspot.com








ABD’ye ilk gidişim (1)


Washington DC’den başlayarak 1986 yılının Kasım ayı boyunca, ülkeyi boydan boya gezeceğiz, yetkililer, özel sektör, üniversite temsilcileri, gazetecilerle buluşacağız, Amerikan ekonomisinin işleyişini, son durumunu öğrenmeye çalışacağız. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, “genç ekonomi gazetecileri için özel program” başlatmış, gazetem (*) beni gönderiyor. ABD’yi eyalet eyalet gezecek grupta, dünyanın heryerinden 10 genç gazeteci var. 


Şu sıralarda “kitaplık temizliği” yapıyorum ya, o günlere ilişkin notlarımı, fotoğraflarımı buldum, ayıklıyorum ama detayları bir kenara bırakarak, bir unutulmaz “an”ı sizinle paylaşmak istiyorum. 

Şimdi New-York’tayız... Ne çok dolaştık, Time Square’den tutalım da “İkiz Kuleler”in tepesinden kuşbakışı Manhattan’ı seyretmeye, ünlü 5. Caddedeki ultra lüks mağaza vitrinlerine bakıp, “eye-shopping”le yetinmeye!, China Town’a, heryeri karış karış geziyoruz... Jazz Konserleri, Harlem, Ellis Adası, BM Genel Merkezi... Oooo, ne çok resim var önümde.  Hayalimde o günlerde yaşananları birbiri ardına canlandırabiliyorum bunca yıl sonra bile... Ama en heyecanlı randevumuz yarın:


-Yarın ne var programda?

-Federal Reserve’ün(**)-Amerikan Merkez Bankası- bodrumuna ineceğiz

-Bodrumu mu? Ne göreceğiz orada?

-Evet, yarını bekle...


Manhattan’ın göbeğindeki binaya sabah erken saatlerde ulaşıyoruz, gruptaki gazetecilerden kimileri uyanamamış, kimi programla ilgilenmemiş, Federal Reserve’ün önünde bekleyen sadece üç gazeteciyiz, binaya girerken x-ray’dan geçiriliyoruz, el çantalarımızı, fotoğraf makinelerimizi rehin alıp kasalara kilitliyorlar, bizi bodruma indirecek rehberimiz geliyor, birer rozet yapıştırıyor yakalarımıza, asansöre biniyoruz. 


Sanki uzun sürüyor, hatta dakikalar alıyor bodruma inişimiz, belki de 1924 yılında yapılan tarihi binanın asansörleri de o yılın “aheste yaşam izlerinitaşıyor... Sonunda durduk, asansörden çıkıyoruz, görevliyle birlikte upuzun koridorlar boyunca yürüyoruz, önümüzde açılan özel düzenekli ağır kapılar ardımızdan kapanıyor ve...


-Aman tanrım bu gördüklerim gerçek mi? 


Diye çığlık atmak istiyorum... Çünkü önümüze açılan manzaraya inanamıyorum... 


Yarım futbol sahası büyüklüğünde bir alan boyunca, yerden tavana uzanan, “külçe külçe altınla dolu odacıklar”, demir kafesli kapılardan içlerini görüyoruz. Kimilerinde ülke ismi var, rehberimiz “İran” yazılı odacığın önünde durduruyor bizi:


-Bakın bunlar İran devletine ait altınlar. Ancak şu sırada İran’a ambargo uyguladığımız için İran makamlarının bu altınlar üzerinde tasarruf yetkisi yok.


O sırada iki görevli önümüzden altınlarla yüklü bir el arabasını ağır ağır sürerek geçiriyor:







-A, adamların ayakları çok yavaş işliyor,  ayakkabıları demirden galiba?

-E, tabii, düşünsenize o külçelerden birinin düştüğünü, ayak anında kırılır. Bir külçe altın, tam 12.7 kilogram. O yüzden buraya girdiklerinde darbeye dayanıklı, sert metal kaplamalı özel ayakkabılar kullanırlar.


Tabii ki Türkiye’nin altınları da oradaki odacıklardan birinde muhafaza ediliyordu. 


Hatta bir tarihte eski Merkez Bankası Başkanı Cafer Tayyar Sadıklar’la bu konuyu görüşmüştük de, yanlış hatırlamıyorsam Menderes Hükümeti döneminde altınların Türkiye’ye getirilmesinin düşünüldüğünü ancak bu işlemin “sigorta sorunu” yüzünden gerçekleştirilemediğini anlatmıştı... 


-Türkiye’nin tonlarca altınının yüklendiği uçağın veya geminin Atlantik Okyanusunda kazaya uğrayıp batma olasılığı mı düşünülüp vazgeçilmişti acaba?

-Valla hayal bile edemiyorum  öyle bir olasılığı... 


Tüylerim ürperiyor.


Yanılmıyorsam son yıllarda bu altın varlığı (bazı kaynaklara göre 220 ton) memlekete geri getirildi.


-E, onca yıl sonra nasıl getirildi altınlar?

-Valla o konuda pek çok söylenti, bilgi, haber var. Bunlara bakılabilir tabii (***)

-Peki o altınlar şimdi Merkez Bankasının uhdesinde mi, yoksa beyfendinin emrindeki Varlık Fonuna mı devredilmiş? (****)

-Aman dur, ağzını hayıra aç... Altınlarımızı şimdi Katar’a filan pazarlamaya kalkarlar da...


Ne yazık ki, “o güne dair” tek bir fotoğraf karesi bile yok elimde... Başta da söylemiştim, bizi Federal Reserve alırken üstümüzdeki her şeyi, çantaları, not defterlerini, fotoğraf makinelerini emanete alıp kilitlediler. Bize verilen broşürün üstünde ise bir tek siyah beyaz fotoğraf vardı. Fotoğraf çekmek yasakmış!


-Hem canım, fotoğraf varsın olmasın, ben tonlarca altını -al gözüm seyreyle- diyerek görmüşüm bir kere, artık gam yemem...


İşte böyle... 


O unutulmaz bodrum katında, bize “rüyada mıydık?” Dedirten ziyaretimiz 1 saat sonra sonuçlandı ve Amerikalı yetkiliyle onca kapıdan koridordan geçip yeniden asansöre bindik. Ben soracak oldum:


-Ama burasının güvenliği nasıl sağlanabiliyor? Hiç mi soygun şüphesi duyulmaz?


Adam şöyle bir baktı bana ve yüzündeki “ne biçim soru?” der gibi bir küçümseme ifadesiyle sustu.


Adamla aramızda geçen bu olay tekrar ne zaman aklıma geldi biliyor musunuz? 


11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler felaketi yaşanırken... 


Binlerce insanın öldüğü böyle bir saldırı ABD gibi bir süper gücün “hem de tam kalbinde, Washington DC’de” nasıl yaşanabildi?


Bu soruya hala cevap bulunamadı bence...Komplo teorileri acaba doğru olabilir mi? diye de zaman zaman aklıma gelmiyor değil vallahi...



(*) Tercüman 


(**) https://www.newyorkfed.org/aboutthefed/goldvault.html

(***) https://www.aydinlik.com.tr/yurtdisindaki-altinlar-turkiye-ye-getirildi-ekonomi-mart-2019

(****) https://www.mahfiegilmez.com/2019/01/merkez-bankasnn-altnlar-konusundaki.html?m=1



New York Sokaklarında



Kentlerde gezerken bana en cazip gelen nedir biliyor musun? Arka sokaklar. Çöp kutularının duruşunu, apartmanların girişindeki kapıcılarını bile ipucu sayarım...  Aklımdan öyle çok soru geçer ki...


-Evsizler neden o sokağı  tercih eder?

-Şu pencerede gözüme ilişen gerçek miydi, yoksa hayal mi gördüm?

-Toptan şapka dükkanları hiç mi perakende vermez? Ahhh, ama o şapka çok güzeldi.


New-York ve özellikle Manhattan bu şaşırtıcı manzaralar açısından rakipsiz. Yolunuzu  uzatmak için girdiğiniz sokakların birinde tam karşındaki pencerede soyunan bir kadını görmek ne kadar şaşırtıcı: 


-Aaaa gerçek mi bu?

-Yok canım, o film yahu.

-Ne filmi ya? Bal gibi gerçek, baksana soyunuyor kadın.

-Aaaa evet, bak biri daha girdi içeri. 


Bu tuhaflığın  hemen ardından, pencerenin gerisinde kaybolur esrarengiz çift...

Şu arka sokaklara girmeyelim demiştik ama baksana yine kendimizi alamadık. Hadi 58’e sapalım. Apple'a bakacaktık ya” Dersin.

Sonra istikamet değişir, 58’den Beşinci Caddeye yollanırsınız, akşam yemeğine daha çok vardır, “Şu bizim snob New Yorker'lar bu akşam için bir İtalyan lokantası seçmişler ama benim midem kazınıyor vallahi” diye yakınırsın.


-Pekiii, sokak hottogcusuna biraz takılsak mı?


-Uffff ne zevk di mi ketçap ve o acayip kokulu lahana sosuna bulanmış sosisliyi ısırdığın anda çenenden süzülen şu ıslaklık?


-Mmmm, hiç sorma... Yıllar öncesinde buralarda ilk tattığımda 99 cent mi neydi bir hot dog. Şimdi 3 doları geçmiş.



-Valla sana bir şey diyeyim mi, Zagat Survey de en bol yıldızla yer alan restoranlar şu sokak büfelerinin eline su dökemez. Bence Zagat, New York sokak büfelerini de bi araştırsın. 



-Hadi yürü yürü, Apple’a gidelim demiştik ya.

-Tamam gidelim ama Ipad almayacaksak ne yapacağız orada?

-Olsun yaa, softwareinden iphone kılıfına kimbilir yeni neler vardır.

-Keşke alsaydık şu ipad’i... Metrolarda otobüslerde milletin elinde gördükçe kıskanıyorum vallahi...

-Yok yok, yeni versiyonunu bekle. Bir sürü eksiği var, o kadar para verilmez şimdi.


Apple’dan kafanız düşlerle dopdolu ama elleriniz boş çıkarsınız. Beşinci Caddede yürümeye devam...

Yüzünüze Ekim sonunun sert ve soğuk rüzgarı çarpar, Queens'deki yürüyüşünüzü anımsarsın... Ne sevimliydi Şükran Günü için girişleri bal kabağı ile süslenmiş evler, Hele ağaçları sarmış örümcek ağları, o  korkunç figürler ne hoştu değil mi?


-Ya ne güzeldi, düşünsene kapın çalınıyor ve karşında ellerinde şeker torbalarıyla 3 küçük çocuk ...

-Evinin önünü bal kabağı ile süsleyenler çocuklara her çeşidinden bol şeker bulundurmayı unutmasalar bari.


Yürüyerek ilerlersiniz.

-Beşinci Caddenin eski görkeminden nedense hiç eser yok di mi?

-Yaaa ne yazık ki... Şu Tiffany’s de olmasa o eski  şaşaaa nerede? Hadi girelim mi?


Turkuvaz mavisini “kendi rengi kabul etmiş” (*) mağazanın bütün katlarını gezersiniz, takıları boş verirsin, vitrindeki parçalar çok ince bir zevkin ürünü de olsa o kadar abartılıdır ki, Brunei Sultanının karılarına! filan yakışır ancak. Amaaa şu gümüş Elsa Perettiler (**) yok mı? Ahh, takmaya, pardon bakmaya! kıyamazsın.


-E, istikamet ne şimdi?

-Arkadaşlarla Angelo’da buluşacaktık ya, taksiyle mi gidelim?


Güç bela bir taksi durdurup atlarsınız, trafik sıkışıktır, taksinin arka koltuğundaki ekranda Rod Steward'ın yeni CD’sinden (Great American Song book) klipler vardır.


İkinci Caddenin 55’i kestiği noktada taksiden inip restorana geçersiniz, arkadaşlarınız çoktan gelmiş , masada bekliyor:


-Merhabaaaa, sabahki helikopter turunuz nasıl geçti?


-İyiydi valla, korktuğum olmadı, midem filan da bulanmadı, harika resimler çektim.


-Ooo görürüz o zaman.


-Ama biz çok acıktık. Ne yiyoruz?


-Ben dil balığı alacağım, burada tavası çok iyidir.


O anda sevimli garson masanızda beliriverir:


-Çav, bu şampanya patrondan...


Yemekler söylenir, önce karidesli enginarlı antreye girişilir, patronun  şampanyası  pek parlak çıkmamıştır, adam gibi! bir kırmızı şarap söylenir.


Muhteşem yemeğin tadı damaklardayken gece devam eder...






(*) Mağazada paketleme hep, turkuvaz mavisi kutularda yapılır.

(**) Mağazanın  İtalyan asıllı mücevher tasarımcısı.                                                                                              (***)Zagat Survey: http://www.zagat.com/

Tiffany:http://www.tiffany.com/









New-York’ta camlar silinir mi?




Bütün gece yağmur yağdı. New York'a mahsus kesintisiz siren sesleri ise dün gece yoktu nedense. Jetlagı (*) atlatamayıp TVde ne kadar haber, dizi, talk show varsa izledim.


-Hay Allah, ne olacak bu Obamanın durumu? New Yorklular da bu yüzden mi kendilerini votkaya vurdular acaba?


Ne yağmurdu ama... Şemsiyeler gündüz de elimizdeydi, sağanak yağmurda kahvaltı için arkadaşlarımızla buluşmaya çıktık, bizim bir gün önce de takıldığımız kafeye gelecekler. Girip oturuyoruz.



-Aaa aynı karı koca değil mi?

-Evet dün de buradalardı (onlar da bizim için aynı şeyi düşünüyorlardır!)

-Evet ama bu bizim burada geçireceğimiz topu topu 72 saatten biri, oysa onlar belli ki buralı, baksana köpekleri ayaklarının dibinde.


Yaşlı çift yan yana kahvaltı ediyor. Ne var bunda? diyeceksiniz. İkisi de kulaklıktan müzik dinliyor, birbirlerine tek kelime bile etmiyorlar. Dün de aynı durumdaydılar. Demek ki bu da iki kişilik bir yalnızlık!


Arkadaşlarımız geliyor, sarılıp öpüşme, hasret giderme faslı, anlatıyorlar:



-İkimiz de dur durak bilmeden çalışıyoruz, evimiz İkinci caddeyi kesen sokaklardan birinde, 48. Kattayız. Evde hiç yemek pişirmiyoruz, zaten New York'ta hiçkimse yemek yapmıyor. Kahvaltımız bile sokaklarda. Evde haftada bir temizlik yapılıyor, zaten küçük bir stüdyo, Martinikli bir kadın geliyor, 70 dolar veriyorum. New York belediyesinin kuralları uyarınca camlara yaklaşması yasak. Zaten camlar açılmaz. Hep merak ederdim ‘bu şehirde camlar nasıl siliniyor?’ diye, meğer sadece yağmurla yıkanırmış. (Büyük kuruluşlar filan arada bir asansörlü şirketlere temizletiyor ama New Yorklu için cam silme diye bir kavram yok.



-Sosyalleşme kavramı da yok. Aşkların, zaten artık tarihe karışan evliliklerin (yüzde 70’i boşanmayla sonuçlanıyor) hatta sırf cinsel amaçlı beraberliklerin bile kurulduğu tek yer internet.



-Gördünüz gibi New Yorkta 16 bin evsiz yaşıyor. Tümüyle halkın katkılarıyla yaşamaya çalışıyorlar.Çok soğuk günlerde spor salonları ya da metro istayonları açılıyor ama oralara bile isteksiz gidiyorlar, büyük çoğunluğu mental olarak geri zaten. ABD genelinde ise 10 milyon evsiz var. (Bilmez miyim? Beyaz Sarayın karşısındaki çadırında yaşayan protestocu kadını mesela? Türkiye’de evsiz niye yok gibi peki? Biz daha mı zenginiz Sam Amcadan? Yoksa daha mı vicdanlıyız?)


Kahvaltı bitti. Sokağa atmalıyız kendimizi. Evet sokaklarda öyle çok evsiz var ki, kimi çok donanımlı, uyku tulumu, küçük el arabası, hatta termosunda sıcak kahvesiyle... Kimi ise çok dağınık, bir kartona serilmiş yatıyor, sidik kokusu ondan geliyor. Pek çok yerde ilanlar var, taksilerdeki ekranlar bile New Yorkluları evsizlere yardım yapmaya çağırıyor. Bir kilisede asılı ilan, haftanın belli günlerinde gönüllü bir grubun bedava sıcak yemek dağıttığını anlatıyor.



Ufff, bu ne karabasan, acaba Central Park biraz ferahlatır mı? Hızlı hızlı yürürsem 5 dakikada oraya varırım... Aaaa önce şu mağazada bir şeyler mi baksam? Bir ceketi deneyip bırakmak, hızla tekrar yola koyulmak

Ve kulağıma çalınan Türkçe konuşmalar... Aaa çekçeğin pedalındaki gençler Türkmüş meğer, ayaküstü bir sohbette anlattıkları:



-Genellikle biz üniversite gençleri bu işle uğraşırız. En büyük işletmeci bir Türk, Cevdet Bey... Haftada 150 dolara çekçeği ondan kiralarız, üstüne kazandığımız para bize kalır. Faytoncular arasında da Türkler var. 50 dolara yarım saat gezdirirler parkı. Biz ise 25 dolara.


Faytonlarda atın tam kuyruğunun altında dev bir plastik kutu var. O yüzden pislikler yere düşmüyor. (Büyükada’nın bitmek tükenmek bilmeyen at pisliği kokusu!)



New Yorkun göbeğinde olup da kentten bu kadar uzak kalmak nasıl olabilir? O romantik gölcükler, nazlı nazlı suya değen söğüt ağaçları, sessizlik...(Melih Gökçek’in kulaklarını çınlar mı?)



-Jackie de bu parkta mı huzur bulurdu saatlerce dolaşırken? Hele son zamanlarında? Yakında öleceğini biliyordu. Vasiyetnamesini burada mı kaleme almıştı acaba?

-İşte bak, Central Parka bakan dairesi ise ne muhteşemmiş... Bir tek o değil ki, ünlülerin çoğunun o binalarda dairesi var. İşte şu da Watergate yerleşkesi. Orası da ünlülerin adresi. Hatta eski Başkan Bill Clinton’un sevgilisi Monica Lewinsky skandal patlayınca oradaki terasa yerleşmiş, herkesle ilişkisini kesmiş. 

-Şurada da bir resim çekmeli, burada bir kahve içmeli derken tam iki saat geçiyor. Her taraf sincap dolu, adeta evcilleşmişler ama hiçbir hayvana dokunulmaması için heryerde kuduz uyarıları var...

-E, şimdiki istikamet?

-Tabii ki Barnes and Noble... Şu elimdeki kitap listesini tamamlamak istiyorum. Demirel New-Yorkta, kitapçıya kendisi gelememiş Mehmet Dülger’e elindeki listeyi verip 3 bin dolarlık alışveriş yapmasını istemiş. Broadway için bileti de oradan alacağız...

-İyi de senin el çantan nerede?

-Aman Allahım, çantam yok... Ay ay ay, büyük felaket, aman nasıl olur? Pasaportlar, kredi kartları kimlikler, param... İmdaaaat.




(*) Jetlag: Uzun uçak yolculukları sonrası varılan kentteki zaman farkına vücut ritminin alışamaması durumu.





New-York’ta bir mucize, çantam bulundu 



-Yupiiiiiiiiiiiiiiiii



Bu neşeli haykırış Manhattan’ın göbeğindeki tüm gökdelenlerde yankılandı... E, boru mu bu? New York’ta çanta kaybetmek ne demek? Felaket, hatta felaketin de ötesi demek. Pasaport, kimlikler, kredi kartları, biraz nakit para... Komik ama, uğur getirsin diye çantaya konulmuş bir at kestanesi ve palamut...



-Peki çantan nasıl bulundu?

-Anlatayım... Yaramaz çanta, küçük, omuza asılan uzun saplı ve gayet sıradan görünümlüydü. Mağazanın birinde bir ceket denemiş ve bırakmıştım. Ceketi denerken çantamı da askıdaki başka bir ceketin üstüne aksesuar gibi asmışım. Aynı anda da çantayı unutup çıkmışım mağazadan (dalgınlığım bilinir, ayrıca elde şemsiye, başka bir alış veriş çantası vs. var) Neyse işte Central Parktan telaş içinde ayrılıp, filmi geriye sararak daha önce uğradığımız her yere tekrar girip baktık, yok, yok, yok, evet artık çantadan ümidi kesmişken bingo... Tam karşıda bir ceket ve omzunda asılı çanta, benim çantam... Olayı duyanlar, “çanta cekete aksesuar gibi asıldığı için dikkati çekmemiş ve çalınmamış, New York’ta bu bir mucizedir” dediler...

-Eee sonra?

-Mutlu mu mutlu bir öğlen yemeği yedik önce, hatta şampanya bile içtik. Sonra planımızın diğer maddelerini uygulamaya koyduk...


İlk durak Barnes and Noble idi. Ne çok kişi aklıma geldi... Örneğin eğer İsmail Cem sağ olsa, kimbilir nasıl altını üstüne getirirdi rafların diye, ya da Süleyman Demirel eğer kitapçıya uğrayacağımızı bilse kimbilir hangi kitapları ısmarlardı... (Gerçi Amazon sayesinde bir tıkla kitap en geç bir iki hafta içinde elinde ama... Uzayıp giden kitap raflarının arasında dolaşmanın keyfini hiç verir mi bu?) Maşaallah, şimdiki siyasetçilerin kitap mitap okumaya hiç ihtiyacı yok, alimallah hepsi birer şeyh ül muharririn! (yazarların şahı...) Neyse, uzun süre basılmasını beklediğim kitap nihayet yayınlanmıştı o bulunup alındı (Sofia Tolstoy’un günlükleri.)


Sonra Smithsonian'da aslında saatler harcamak varken rüya gibi ama kısa bir tur yapıldı.


Broadway için New York’a gitmeden haftalar önce onlarca seçenek arasından seçim yapılmıştı, West Side Story... Ama muhteşem müzikali beyaz perdede görmekle sahnede görmek neden dağlar kadar farklıydı? Neden bir sürü şey eksikti? Örneğin Natalie Wood’un Maria olmayışı bu kadar mı düş kırıklığına uğratırdı insanı? Yoksa perde açılmadan önce yapılan o tatsız anons mu bize turist olduğumuzu ve oyunun bal gibi turistler için sahneye konulduğunu hatırlatıp gözümüzden düşürmüştü.... (Sayın izleyiciler, şimdi dikkatle dinleyin, oyun sırasında sakın fotoğraf ve video çekimi yapmayın, asla flaş kullanmayın, bu durum sahnede oyuncuları çok zor durumda bırakabilir vs. vs.) 



Her şeye rağmen Broadway olağanüstü pırıltılı etkisiyle Broadwaydi... Beyaz Limuzinler, siyah limuzinler birbiri ardına müşterilerini tiyatroların kapısına bırakıp alıyordu. Salonlar, fuayeler, sokaklar, kaldırımlar, Broadway’de her yer mide bulandıracak kadar bıktıran, buram buram parfüm kokuyor, şık hanımların dekoltesindeki pırlantaların ışıltısı da aynı usandıran etkiyi yaratıyordu.

İşin komik yanı, sokak sandviççilerinin yine en iyi işi yapıyor olmasıydı.



-Eee, gece nasıl bağlanacaktı?

-Bütün ünlü jazz şarkıcıları ve çalgıcılarının yolunun mutlaka bir kez geçtiği Cotton Club’a gidilmez miydi örneğin? Ya da dondurma yemek için Time Square’a?

-Ya da Manhattan’ın tepesinde helikopterle bir gece turu atılsa nasıl olurdu?

Cotton Club’da yer yoktu, rezervasyon için geç kalınmıştı, Time Square'e de her gece gidilmezdi ki canım. Helikopter turu ise ilginç olabilirdi ama daha ilk gün “gündüz turu” yapılmış ve bol bol fotoğraf çekilmişti, gece de bari “uykusuz gezginlere kalsın”dı...

New-York’taki son saatler yine “siren sesleri eşliğinde” uyur uyanık otelde geçirilse daha iyi olacaktı. Buna karar verildi. Üstelik gece bitmeden bavullar toplanacak ve sabahın köründe Washington DC’ye kalkacak Amtrak’a (*) yetişilecekti.

Siren seslerini duymamak için uyumadan önce Ipod’dan en uygun parça seçildi:


New York New York (Frank Sinatra)





Frank Sinatra - New York New York | Müzik Dinle

http://www.dilay.net/frank-sinatra/new-y...">



(*)Amtrak-Amerikan Trenyolları Şirketi-New York-Washington arasında her saat başı kalkan konforlu bir katarı var.




Rio masalı (1)


Sevgili Feyzan ve Mehmet'e




Rio de Janeiro’ya gitmek aklımın ucundan bile geçmezken, Feyzan’ın büyük sürprizi ile kendimi bir anda Copacabana’ya bakan bir otel odasında buluverdim.

Saatler süren yolculuktan, Sao Paolo’da sıkıcı mı sıkıcı bir duraklamadan, üstelik de yeniden bavul al-ver telaşından (*) nefes alamaz duruma gelmiştik... 

Odanın penceresinden görülen manzara müthişti... Copacabana Kumsalını gündüz gibi aydınlatan dev projektörler öyle nefes kesici bir güzelliği göz önüne seriyordu ki, yorgunluğumuz uçtu gitti....

Sahile vuran dev dalgaların sesi, sanki “samba ritmindeydi,” bu ninniyle hemen uykuya dalıp rüya bile gördüm... Rüyamda yemyeşil çimenlerde koştururken,  “nedense” karla kaplı  bir çukura girip, bu kez daha hızlı koşmaya başladım. Eriyen karlara bata çıka koşarken, ayaklarım sırılsıklam olup dondu... Uyandığımda farkettim klimanın odamızı buzhaneye döndürdüğünü...



Sabah kahvaltıya indik, büfenin en göz alıcı yanı envai çeşit egzotik meyvalarla bezeli oluşuydu. Hepsini  tattım, galiba benim favorim mango oldu. Bizimkilerin Rio’ya gelişi “iş nedeni” ile olduğu için her sabah onları yolcu edip, kendimi günler boyu oyalamaya çabaladım.



Aslında Rio De Janeiro’da “oyalanmak” hiç de zor değil. Kentin öyle hazineleri var ki...



Örneğin şu Corcovado Tepesinden kente kol kanat geren dev İsa Heykeli... Tepeye, isterseniz tramvayla, isterseniz bu iş için örgütlenmiş ciplerle ulaşıyorsunuz. Sonrası kolay, yürüyen merdiven sizi hemen alıp İsa’nın eteğinin ucuna taşıyıveriyor... Küçüklüğümde Rio’da geçen bir filmde heykelin havadan çekimlerini izlemiş, hayran kalmış, yıllarca unutamamıştım. 


-“Heeeeeeey... Beni duyuyor musunuz? Dünyanın en şanslı insanlarından biriyim şimdi ben buraya gelebildiğim için”


diye haykırmak istedim, ama hemen sustum. Çünkü heykelin kaidesindeki küçük şapelde sabah ayini vardı... Üstelik de çevredeki ağaçlardaki maymunlar böyle olur olmaz haykırışlara kızabilirdi.


Üniversitedeki fotoğrafçılık hocam Hamza İnanç aklıma geldi, 


-“Benim için iyi fotoğrafçı, Ağrı Dağının tepesine çıkıp, 3 resim çekip dönebilendir” derdi... 

-Ne yazık ki insan 300 resmi bile yetersiz bulabilir burada hocam... Corcovado tepesinden Rio’yu seyretmek, her açıdan öyle başka, öyle nefes kesici, öyle muhteşem ki...


Neyse ki erken saatte çıkmıştık Corcovado’ya, henüz turist istilası başlamadan... İsa’nın bakışı ile dakikalarca Rio’yu seyredip durduk...


Bir sonraki durak, Tijuca ormanıydı... Yüzlerce hektarlık alana yerleşen ormanda yürümek, etrafınızda uçuşan kelebekleri izlemek “cennet bu işte” dedirtiyordu... Her türlü yerleşime, duraklamaya, uzun süreli araç trafiğine kapalı orman, keşfedilmemiş kuytuluklarıyla nasıl davetkardı. Rio’nun kumsallarında 30 dereceyi bulan o korkunç sarı sıcak buraya ulaşabilir miydi? Sık ve yemyeşil ağaçlar göğü, güneşi, aydınlığı kayıtsız şartsız engelliyordu... Hele yolların kıyısındaki kaldırımlar nasıldı? Yosunlar, uzayıp giden taşları nasıl kadife gibi kaplayıp güzelleştirmişti öyle?



Serinliğiyle orman çok gizemli, çok davetkar ve güzeldi ama asıl sürpriz biraz daha yukarılarda bekliyordu bizi...








(*) THY, Star Alliance üyesi olmakla beraber, Brezilya’nın iç hatlarında bavulunuzu son noktaya kadar götürebilme garantisi vermiyor ne yazık ki... Bu tamamen Sao Paolo’daki görevlilerin inisiyatifinde...












Rio tepelerinde romantik bir gezi (2)




Rio’daki gezimiz devam ediyor...


Tijuca Ormanındaydık... 


Yürüdüğümüz patikalarda kelebekler uçuyor, renklerine bayılıyorum. Sağ tarafta muz ağaçları var, Dörtyol’daki evimizde de muz ağaçları vardı ama nedense pembe pembe çiçekler açtığına hiç tanık olmamıştım. Ormanın kendine özgü kuş, böcek seslerine bir yenisi eklendi, bir yerlerden su sesi geliyor ve aniden bütün görkemi ile Taunay Şelalesi çıkıveriyor karşımıza:


-Aman Tanrım, bu nasıl bir güzellik?


Taunay (*) bir Fransız ressam... 1800’lerde gelip yerleşmiş Brezilya’ya... Her tarafı karış karış gezip Tijuca Ormanının tepesinde, bu şelalenin yakınında yaşamaya karar kılmış ve evini buraya kurmuş. 

Yaptığı resimlerle şelaleyi ve ormanı ölümsüzleştirmiş... Sonra da Brezilyalılar şelaleyi onun adıyla “Taunay” diye anmaya başlamışlar...

Dağın tepelerinden akıp gelen tonlarca suyun döküldüğü kayalar, cilalanmışcasına pırıl pırıl parlıyor. Ya çevresindeki bitki örtüsü? Hani şu bizim evlerimizde gözünün içine bakıp güç bela yetiştirmeye çalıştığımız saksı çiçekleri değil mi kimileri? Nasıl da serpilip, dev yapraklarla her yeri sarıvermişler?


Yürüyüşümüz sürüyor, şelaleyi biraz geride bıraktığımızda, şöyle aşağılara doğru indiğimizde, bir kuytuluğa gizlemiş küçük bir piknik alanıyla karşılaşıyoruz... Taş merdivenlerle ulaşılan sevimli ıslak zemin hemen sarıp sarmalayacak gibi sizi...



“-Yeter ki bu dünyanın o acımasız gerçeklerinden kop, bana sığın, ben seni tüm sıkıntılardan kurtarır, avuturum” der gibi...


-“Öyle romantik bir ortam ki... Keşke Rio’lular yaşamlarının önemli anlarını burada geçirseler,” diye düşünüyorum.


Ama gerçek dünyadan kopuş için bu kadarı yeterli... 


Şimdi insanların arasına karışmalı biraz da... Ormanın farklı bir köşesine, kuzeyine ilerleyip, şu “Çin Kameriyesi”nden Rio’yu gözlemlemeli... Ne farklı bir doğası var bu kentin... 

Şu Şeker Tepeleri (**) örneğin... Denize tersine çevrilmiş iki dev yüksük konulmuş sanki... Siyah yüksükler... Kimi cephelerinde hiç bitki yok, denize inen simsiyah pırıl pırıl keskin yüzey insanı korkutuyor. Tepelerin kimi cepheleri ise yemyeşil bir tropik örtüyle bezeli...


-Evet, şeker tepelerine gideceğiz ama daha karnınız acıkmadı mı sizin? Rio’nun göbeğindeki şu ünlü pasta fırınında bir şeyler atıştırmaya ne dersiniz?


Ormandan, o güzelim manzaradan kopup, 20 milyonluk kentin keşmekeşine dalıyoruz. Trafiğin milim milim bile ilerlemediği sokaklara, caddelere...



-"Aman çantanıza sahip olun" diye uyarıldık... 


Çantamıza sıkı sıkı sarılıp pasta salonuna giriyoruz, onu oturduğumuz iskemleye mi asmalı?  “Aaa, o da ne?” Bir garson hemen koşup geliyor, elindeki özel aletle çantayı naylon bir kilitle oturduğumuz iskemleye kilitleyiveriyor...


-Mmmm, menü çok cazip... Upuzun bir şarap ve şampanya listesi var. Ama vitrinler ondan daha cazip... O ne pastalar öyle? Hangisini tatmalı? Galiba şu üstü Passion Fruit jölesi ile bezeli olanını beğendim.Mmmm nefis...


Pastaların tadı damağımızda ayrılıyoruz ünlü pasta fırınından... 


-Ne tuhaf şu Brezilyalılar. Ara sokaklarda minicik meyhanelere atmışlar kendilerini sabah sabah... Okyanusun sonsuzluğuna açılan güzelim plajlar dururken, şu duvar resminin karşısında içki içmenin acep ne keyfi vardır ki?



-Ne mi içiyorlar? Caipirinnia tabii... Onu size yarın anlatırım...

Şimdi yürümeye devam... 



-Baksanıza  şu modern katedrale... 

Dıştan bakıldığında dev bir beton koni... Aslında hiç de çağırmıyor insanı ama içine girdiğinizde atmosfer birden değişiyor... Tavan ulaşılmaz gibi, göğün sonsuzluğuna yükseliyor sanki... Dev koninin içine çakılmış, rengarenk dev vitraylar... Çok etkileyici...





(*) Nicolas-Antoine Taunay (1755 Paris -1830 Rio De Janeiro)

(**) Sugar Loafs-Rio De Janeiro

(***) Confiteria Colombo
























RIO’da Türk Rüzgarı (3)





-A evet size sözüm vardı. Caipirinhas içecektik. Nasıl mı yapılıyor? Şeker kamışından üretilmiş bir tür rom kullanılıyor, “Kaçaça” denilen... Bir limonu ince ince doğrayın önce, sonra havanda ya da bir  cam kasede, üzerine yarım çay bardağı toz şeker ekleyip, hafiften ezin... Limon koksun heryer... Şimdi bardaklara dağıtın o şekerle ezdiğiniz limon dilimlerini, üstüne bolca buz ekleyin ve kaçaçayı doldurun bardağa... Karıştırın, işte size caipirinnhas.... Mmmm nefis değil mi? Afiyet olsun...


Rio’da tam bir tropik iklim var, hava sıcak, rutubetli... Hemen plaja inmeli... 


-Hangisine mi? Valla hangi havanızdaysanız, örneğin Copacabana, isterseniz voleybol ya da tenis oynar, kendinize güveniyorsanız 3 metrelik dalgalarda sörf de yapabilirsiniz... Ya da uzanın şöyle kumlara, önünüzden seyyar satıcılar gelip geçsin, tam karşınızdaki “Şeker Tepelerini” seyrederek hülyalara dalın...


-Burada denize girilmiyor ama... Denizde yüzen bir kişi bile yok...


-Dediğinizi duydum, evet, sanırım öyle... Okyanusun 3 metrelik dalgaları hiç eksik olmuyor ki... Bu yüzden denizde sadece sörfcüler var. Birisi demişti ki, “Rio’da denize girilmiyor, duruluyor sadece.” Bu galiba doğru... Olsun, plajda vakit geçirmek çok zevkli. Bir şeyler atıştırmak, Caipirinnhas içmek... Üstelik seçenekler de bol... Bugün Copacabana, yarın Ipanema... Plajlardan plaj  beğen. Ama Ipanema daha bi sosyetik... Oraya giderken güzelce çeki düzen vermeli saça başa şöyle... A, bir de “Kırmızı Plaj” var, bir gün de oraya gideriz. Ya da adalarda piknik yapabiliriz. Hatta tekne kiralayıp gezebiliriz...


-Türk rüzgarı dedin de... Pek anlaşılmadı?


-Diye mi sordunuz? Evet, şu sıralarda tüm Brezilya’da Türk Rüzgarı esiyor... Bunun sebebi THY’nin de sponsor olduğu televizyon dizisi... Hani bir zamanlar biz TürklerKöle Isaura’yı” izlerdik, hayat dururdu... İşte şimdi Brezilya’da durum tıpa tıp bu. Dizi başladığı anda sokaklarda trafik bile azalıyormuş... Bir Brezilyalı bebeğin Türkiye’ye kaçırılıp evlat edinilmesi varmış odağında dizinin... Kız yıllar sonra anlıyormuş asıl ailesinin  Brezilya’lı  ve çok fakir olduğunu... Dizi, yer yer Istanbul ve Kapadokya’da geçiyormuş... Onun için hangi dükkana girsek soruluyor:


-Nerelisiniz?


-Türküm dediğinizde ise size hemen  Türkçe “iyi akşamlar”, “günaydın” filan deyip, Kapadokyayı Istanbulu soruyorlar... Bu nazar boncuklarının satıldığı dükkan da böyle bir Türkiye hayranlığının simgesiydi sanki...



-Akşamüstü Şeker Tepelerine çıkıyor muyuz? 

-E tabii, Rio’da yapılacak en güzel şeylerden biri bu. Önce teleferiğe gidip sıraya girmeli... Şapkanızı, güneş gözlüğünüzü hatta şemsiyenizi hele hele de fotoğraf makinenizi sakın unutmayın... Uzun bir bekleme kuyruğu var teleferikte, gemi turlarından gelen 80-100 kişilik turist gruplarının beklemeden teleferiğe alınması da işin cabası... E, ne yapsınlar? Rezervasyonları önceden kesinleştirilmiş. 

-Oh, sonunda sıra bize geldi de, teleferiğe bindik... Manzara şahane... Burası 1. Etap... İşte aşağıda Copacabana, işte Kırmızı Plaj... Al gözüm seyreyle... Şak şak şak... Eller deklanşörlerde... E, şimdi de ikinci etaba çıkmalı... Ufff dünyanın tepesinde miyiz artık yahu? Rio ayaklarımızın altında... Şu sis de olmasaydı keşke...


-“E peki, Brezilyalılar mutlu mu?” 


diye merak ediyorsunuz değil mi? Bilmem, mutluluk heryerde bireysel... Ama son yıllarda özellikle Rio açıklarında bulunan petrolle ülkenin refah seviyesinin bir anda yükseldiği doğru galiba... 


Bir söyleme göre son 10 yılda tam 50 milyon insan fakirlik seviyesinden birden orta sınıf seviyesine yükselivermiş... Yolsuzluk yine varmış ama görece azalmış... Emlak fiyatları dünya jet sosyetesinin de katkısıyla katlanmış tabii Rio’da... Copacabana’da okyanusa bakan bir daire 1.5 milyon dolardan el değiştirirken  Ipanema’da bu rakam 3.5 milyon dolarları buluyormuş. Hele Leblon’da gayrimenkul fiyatları daha da yüksekmiş...



İyi ama gecekonduları da unutmamalı... Leblon’un, Ipanema’nın  bakımlı gökdelenlerinin hemen ardında dağlara tırmanan sayısız gecekonduda onbinlerce insan yaşıyor...


-Akşam ne yiyeceğiz?


-Diye mi sordunuz... İsterseniz şu lunaparka benzeyen Marius’a gidelim, hani şu tavanlarında duvarlarında binbir çeşit tuhaf eşyanın (piyano, imbik, para kasası vs.) yapışık olduğu Copacabana’daki ünlü restoran... Dev bir açık büfe var, çeşit çeşit antreler ve tatlılar yer alıyor...  Yalnız dikkat edin, sürekli masanıza gelip, tabağınıza et ya da balık aktaran garson sizi sonunda mide fesadına uğratabilir... Ya da Ipanema’ya uzanalım, Riso’da yer ayırtmıştık... Hani şu aynı zamanda sanat galerisi olan butik restoran...Ne dersiniz?


-Oralarda adam başı hesap 100 doları buluyormuş, boş verelim yahu...


Diyorsanız, caddelerde turlayalım... Sokakta ya Churros, ya Papaya Krebi ya da birer tane haşlanmış mısır alıp açlığımızı bastırırız, bira da içeriz yanında... 


-Yoksa şu İtalyan restoranına mı gitsek? Müzik de var, sevimli ihtiyarlara “Girl from Ipanema”yı çaldırsak fena mı olur?


-Yaa işte böyle, ama ahh, artık ne yazık ki sonuna geldik Rio tatilinin... Bavulları toplamalı... 



-“Daha çok şey vardı yapılacak” diyorsunuz biliyorum... Botanik parkına gitmeliydik, müzeleri, sanat galerilerini gezmeliydik... Hatta şu meşhur zümrütleri, safirleri, elmasları nasıl işliyorlar bunları görebilmek için Stern’e ya da Amsterdam Sauer’e uğramalıydık ama kısmet değilmiş... Şu Amazon bitkilerinin tohumlarından yapılmış bilezikler neyimize yetmiyor?


-Bi dahaki sefere... Adeus (*) be güzel Rio De Janeiro...



(*) Adeus: Elveda

(**)Sou: Son



--------------Sou----------

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...