Bu Blogda Ara

gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Ekim 23, 2024

Barış Kaşıkçı’nın ardından!


Barış Kaşıkçı
meslekte tanıdığım “en parlak” gazeteciydi… Dün gece ölüm haberi ulaştı, o dakikadan bu yana sayısız  “enstantane” geçit yapıyor belleğimde:

Anadolu Ajansının İç Haberler Servisinde mesleğe başlamışım,  büyükçe bir salonda çalışılıyor, masaların üstünde kimi büyük dev gibi, kimi portatif, kimileri F klavyeli, kimi Q’lu, onlarca daktilo var.  Hayranlıkla izlediğim kimi gazeteciler bant çözüyor, biri telefonla yazdırılan haberi tape ediyor, işi olmayanlar özel cihazdan akan rulodan AA mahreçli haberleri okuyor, ya da gazeteleri gözden geçiriyor.. 



 İbrahim Çıngay (ÇIN) (*) içeri giriyor:

-Arkadaşlar kulak verin… IMF heyeti geliyor akşam kadrosunu güçlendireceğim, havaalanına özel ekip gidecek…

Diyor, daktilolar susuyor… Çıngay gözlerini salonda dolaştırıyor, bende karar kılıyor,  foto muhabiri Kadir Şengün’le birlikte Esenboğa’ya gitmek için hazırlanıyoruz. El telsizini, kocaman teybimizi unutmamalıyız.

Biz çıkmaya hazırız, Barış Kaşıkçı, Çıngay’ı yanıtlıyor:

-IMF gelecek tabii. Baksana Süleyman Demirel 77’deki lafını tekrarladı, -70 cente muhtacız- dedi. Şimdi eğer IMF Türkiye ile stand-by imzalamayı kabul ederse, haydi bakalım yine kemer sıkma politikası başlatırlar…

——Arabadan inen başbakan——

Herkesin gazeteciliğine hayranlık duyduğu Barış Kaşıkçı hakkında söylenenleri hep dinliyorum, o sırada mesleğe küser gibi olduğunu… Bir gün Cinnah Caddesinden aşağı yürüyerek iniyor, aniden kaldırımın kenarında bir makam arabası duruyor, içinden Bülent Ecevit iniyor, Barış’a yaklaşıyor:

-Barış Bey saygılar, nasılsınız?

Barış koskoca Başbakanın nezaketine, arabadan inip kendisine saygı sunmasına şaşırıyor, Yeni Ortam Gazetesinden yeni ayrılmış, yine bir işsizlik sürecinde…Oysa Başbakan olsa da gazeteci olarak Ecevit, Kaşıkçı’nın parlak gazeteciliğini çok iyi bilen bir isim, onun  isteğiyle  Barış AA’da göreve başlıyor. (Bu olayı bir gün kendisi anlatıyor)

Biz de tam da o günlerde,  Bülent Ecevit hükümetinin düşmesi, Süleyman Demirel’in Başbakan oluşu ile AA’ya Ümit Zileli ile aynı gün başlıyoruz…

Barış kendisi mesleğe küskün olsa da biz gençlere  tam destek veriyor. Arada espriyi de eksik etmiyor:

-Aman siz okullular yok musunuz? Haberi kolay kolay yazamazsınız, önce 5 N 1 K’yı kafanızda evirip çevirmeniz gerekir…

Bir keresinde beni Ankara’nın ilk gökdelenindeki Set Kafeterya’ya davet ediyor, “gel bak seni kimle tanıştıracağım” diyor.  Asansörle üçüncü kata çıkıyoruz, aaa Attila İlhan var masada… Oturuyoruz, sohbet ediliyor. Ben susuyorum, sormaya utanıyorum, keşke sorabilsem İlhan’a, bütün okul defterlerimi süsleyen o Revolution şiirini kime yazmış diye…

——Haber atlamayan, manşet deviren  gazeteci——

O yıllarda anarşi-terör sokaklarda kol geziyor, her gün sokak çatışmalarında gençler öldürülüyor. Demirel hükümeti  olağanüstü gerilen siyasi ortama faza dayanamıyor, muhtıra yiyor askerlerden.  Parlamento kilitlenmiş, TBMM tur üstüne tur yapıyor, Cumhurbaşkanını bir türlü seçemiyor, Ümit Zileli ile birlikte gece nöbetçisiyiz, telefonlar susmuyor:

-Alo, buyurun, Anadolu Ajansı İç Haberler?

-Kızım ben İhsan Sabri Çağlayangil, bugün parlamentodaki seçimin sonucu ne oldu?

TBMM’den sonuç yok… Arada Bülent Ersoy’a, Emel Sayın’a oy çıktığı bile oluyor.

Ve sonunda demokrasi darbeyi yiyor… 

Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu hükümete el koyuyor. Başbakanlık görevi  Bülend Ulusu’da…

Bizim salondaki daktilolar artık eskisi gibi  tıkır tıkır çalışmıyor, çünkü haber akışı yok gibi, varsa yoksa MGK’dan gelen bildiriler… Sadece onlar haber yapılıyor…

Eylül ayı sürprizlerle dolu, Bülend Ulusu’nun Devlet İstatistik Enstitüsünde bir toplantıya katılacağı haberi geliyor, Barış göreve çıkmaya hazırlanıyor. 

—-AA flaş geçiyor—-

Günlerden 22 Eylül 1980, Ajansta sakin bir gün yaşanıyor. Darbenin üzerinden 10 gün geçmiş… Birden istihbarat şefi Atilla Girgin (A.G.)  ile Ceyhan Altınyelek’in (CAY) odasından zil sesleri geliyor:

-Çın Çın Çın Çın çınnnnnnnnn

Rahmi Özyazgan (Ro-Ro)  koşarak dalıyor içeri, cihazın başına geçiyor:

-Arkadaşlar, savaş çıktı… İran Irak savaşı…

Herkes susuyor… İstihbarat defterini alıp bakıyor Barış Kaşıkçı, bana sesleniyor:

-Teybini al gel…

DİE Binasına gidiyoruz, Barış merdiven basamaklarını üçer beşer atlayarak içeri giriyor,  Hürriyet Gazetesinin parlamento muhabiri Ali Utku’nun Bülend Ulusu ile konuştuğunu duymuş… Hemen gidip ikili konuşmanın tarafı oluyor. 

Ulusu İran -Irak Savaşı ile ilgili açıklama yapıyor, Barış, Uusu’nun söylediklerini derleyip,  haberi telefonla merkeze yazdırıyor. Toplantı bitiminde Ajansa dönüyoruz, Barış’ın yazdırdığı haber yine flaş olmuş, üstelik jest yapıp benim parafımı da (NRS) habere eklemiş… Fakat biraz sonra MGK’dan açıklama yapılıyor, AA’nın haberi iptal ediliyor, gerekçe: 

-Ulusu’dan izinsiz demeç yazılması…

Ertesi gün öğreniyoruz, bizdeki haber iptal edilince, Hürriyet de taşra baskısında sekiz sütuna manşet yaptığı haberi kaldırmak zorunda kalıyor…

—-İki büyükannenin karşılaşması—-

Ben ve Barış bir kaç ay ara ile evleniyoruz O Yıldız Telatar ile ben Feyzan Erel ile… İkimizin oğulları birbirine yakın semtlerde büyüyor, aynı çocuk parklarında salıncakta sallanıp, kaydırak kayıyorlar. Ali ile Barış Can… Bir gün iki çocuk tahtıravalliye biniyor, büyükanneleri aynı banka oturmuş sohbette:

-Sizinkiler de mi çalışıyor?

-Evet çalışıyorlar

-Ne iş yapıyorlar?

-Ali’nin annesi gazeteci, Nursun Erel sizinki?

-A, bizimkinin de babası gazeteci, Barış Kaşıkçı…

O dostluk büyükannelerden sonra da kesintisiz devam ediyor… İki çocuk büyüyünce Tevfik Fikret Lisesinde de aynı sınıfa düşüyor, yıllar geçiyor aradan, Barış Can ABD’de şimdi, Michigan Üniversitesinde profesör, Ali İstanbul’da, iş dünyasında…

Artık Barış Kaşıkçı yok…  Kocaman bir boşluk bırakıp gitti… Bütün ajanslar flaş geçmeliydi bu acı haberi, çın çın çınlamalıydı her yer…

(*) AA’da haberlerin altında muhabir ve editörün parafı yer alırdı

(**) Révolution

Sarmaşıklı bir ev güneşli tertemiz camları..
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Sen işinden, ben işimden dönünce akşamları
Soframız hazır, taze ekmek, limon çiçekleri,
Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz.
Sonra ben sana Nazım'dan şiirler okurken
Üşüşür penceremize gece kelebekleri.
Artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz.
Neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz..
Her sıçrayış bir birikişe bakar
Her birikiş bir sıçrayışı hazırlar.
Baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur.
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Saat kulesi gecenin on birini vurur.
Varıp deliksiz uyuruz uyuruz...
Sabahleyin bıraktığımız yerden hayata başlamak için...



Salı, Ağustos 20, 2024

Basın Meslek Örgütü Sansür Uygular mı?






Basın meslek örgütü sansür uygular mı?


Gazetecilik camiasında son günlerde bir tartışma sürüyor, ortadaki soru şu:


-Sansürle mücadele etmek için kurulmuş bir basın meslek örgütü, kendi üyelerinin paylaşımına sansür uygular mı?


Sözü hiç dolandırmadan, geçen hafta yaşanan bu olayı direkt anlatalım:


Gazeteciler Cemiyetinden bir grup üye, 33 yıldır başkanlık görevini sürdüren yönetime eleştirilerini bir yazılı bildiriyle ortaya koydu:




 

-E, sonra?


Sonra kıyamet koptu…


Gazeteciler Cemiyeti adına “görevlendirilen” bazı isimler, pek çok web sitesinde yer alan bu bildirideki iddiaları yanıtlamak yerine, tek tek web sitelerinin yöneticilerini arayarak sansür ettirme çabasına giriştiler. Bazılarında başarılı oldular, bazıları ise bu “basın özgürlüğüne ihanet” sayılan girişimi reddetti. 


-Nasıl yapabilmişler bunu?

-Kimilerine bazı vaadlerde bulunmuşlar, kimilerine -tüzüğün falanca maddesini işletir, sizi üyelikten atarız- demişler.

-Ne vaadiymiş o?

-O bildiriyi okumadın mı sen?

-Hmmmm, Gazetesinin satılması, Kaş arazilerinin vakfa devredilmesi, Kaynaklarının gizli paylaşılması gibi konular geçiyordu orada… Yani o bildiride yanlış diye nitelendirilen uygulamalar ortadayken, onlara -gel seni de ortak edelim- mi demişler?

-Onu bilmem, ama biliyorsun ben, yönetimden buna benzer eleştirilerimin karşılık bulmaması yüzünden istifa ettim.

-Peki Cemiyet yönetimi neden o eleştirilere cevap vermedi?

-Onu kendilerine sormak gerekir.  O bildirinin yayınlanmasından bu yana tam bir hafta geçti, oradaki iddiaların hiçbirine yanıt vermediler, bunun yerine arkadan dolanıp insanları tek tek arayarak o bildiriyi sansür  ettirdiler.

-Bildiriyi sansüre yanaşmayan site yöneticilerini kutlamak gerekir

-Bence de… Demek bunca erozyona uğramış basın-medya sektöründe hala sağduyulu isimler var.

-Aaaa, şimdi anladım, sen Kara Kutu yazısını bunun için mi yazdın? Dur, link ver de tekrar okuyalım… Hatta paylaşalım.


https://t24.com.tr/yazarlar/nursun-erel/kara-kutu,46054


Salı, Haziran 18, 2024

PORTRELER Ferhan Şaylıman





Yaşamın, ölümün, varoluşun gizemini çözebilmek mümkün mü? 



Hani bir an, belki bir an bile değil, hafifçe, belli belirsiz esip geçen ama belleğinizde silinmez bir yer eden hanımeli çiçeğinin kokusu gibi… Kimi karşılaşmalar da öyle, o kadar hafif, zarif ve asla unutulmayacak anlar yaşatsa da hep kaybolup gitmiyor mu?


Ferhan Şaylıman’ı (*) tanımam eskilere dayanır, SBF yıllarına. Basın Yayın Yüksek Okuluna giden yokuş henüz sağlı sollu betonlaşmamıştı, benden yüksekti onun sınıfı ama uzaktan uzağa birbirimizi duyar, bilir, gülümseyerek selamlaşırdık. 


Mezuniyet sonrası yıllar yılları izledi, işler güçler, gazeteciliğin aslında “suya yazılan” sayfaları, TV ekranlarının “anında parlayıp sönüp giden” görüntüleri araya girdi, hep “imza” olarak bildik birbirimizi. Başarılar, düş kırıklıkları, bırakıp gitmeler, yeni sayfa açmalar derken gazeteciliğin değirmeninde öğütülen yaşamlar sürdürdük.


Bir gün telefon edip, kendi kurduğu yurtseverlik.com sitesinde yazı yazmamı istedi. Benim bir köşede sessizce iğneyle kuyu kazdığım blogumu (**)  keşfetmiş, yazılarımı okumuş, bana öyle güzel sözlerle dönmüştü ki, yaşamıma kucak dolusu güller serpilmiş gibi oldu. O günden sonra neredeyse her gün telefonlaşır olduk, çalıştığımız gazetelerin sabah toplantıları gibiydi görüşmelerimiz, su gibi akan süreçte günün olaylarını, siyasi figürleri, yaşamın gidişatını konuşur, olayları bir yerinden tutmaya çabalardık. Nasıl oluyorsa, savunduğumuz fikirler hep aynı noktada buluşuyordu, “haberi gözünden tanımak” zaten işimizdi de, sonunda ikimiz de birer insan sarrafı mı olmuştuk? Neden aynı portreleri aynı renklerde çizgilerde boyuyorduk? Biz kırk kişiyiz, kırkımız da birbirimizi biliriz hesabı mıydı bizi buluşturan?


Kimi zaman katkı istedi benden Ankara’ya dair, kimi siyasilere, gazetecilere ulaşmak için… Kimi “şöyle bir şey yapsak nasıl olur?” tarzındaki, fikirlerimizi, projelerimizi, çala kalem söylemlerimizi paylaştık… (***)




Son günlerde yine sıkça telefonlaşmıştık ama sanki bir tuhaflık vardı, o eskilerin dediği “hissi kablel vuku” denen şey mi gelip bulmuştu beni?  Onun yönetimindeki web sayfası sanki ilerlemiyordu, takılıp kalmıştı. Arayıp canını sıkmak istemedim, bir keresinde yaşandığı gibi, “teknik nedenler” diye düşündüm. Bu sabah, bir baktım Ferhan’ı yitirmişiz, inanamamak değil, acı değil, şaşkınlık değil,  sözcükle anlatılması imkansız dev bir boşluğa düştüm desem de yetersiz kalır…


Hani  Ferhan, sen “Hiçlik”’te (****)  diyordun ya:


-Ertelemek, yaşamın mayasını kaçırır.
Kızdıysan bağır, sevindiysen söyle, acıktıysan ye, uykun geldiyse yat, özlediysen arkasından koş, sıkıldıysan çarp kapıyı çık, konuşmak istiyorsan konuş.
Sonraya ertelenen ne varsa ruhunu, kokusunu, tazeliğini öz suyunu yitirir.


Bağırmak istiyorum, haykırmak… Yapamıyorum sevgili Ferhan, kapıyı neden bu kadar erken çarpıp çıktın?


(*)https://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/ferhansayliman.html

(**)  https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/5861263934048583014

(***) https://youtu.be/H3oo_0e-9zU?si=ffNjg_-LfeYq65kv

(****) https://www.amazon.com.tr/Hi%C3%A7lik-Ferhan-%C5%9Eayl%C4%B1man/dp/6052885777

Cumartesi, Haziran 01, 2024

Portreler… Mevlüt Işık en acı manşetin öznesiydi!

 


Bugün, Cebeci Asri Mezarlığında gazeteci Mevlüt Işık, kabri başında dualarla anılacak. En yakın arkadaşı Nazmi Bilgin sağlık mazereti dışında 36 yıldır her 1 Haziran günü saat 14.00’de orada 
hazır bulunarak Işık’ı  genç gazetecilere anlatıyor. 

——O’nu yitirdiğimiz gün——-


1 Haziran 1988 Çarşamba günü… Öğleden sonra, büro toplantısındayız, ertesi gün yayınlanacak  haberlerin üzerinden geçiyoruz, toplantı masasında Metin Işık da var. Bir telefon geliyor:


-Ankara Otelinde silah patladı, ölüler var…


Ankara Oteli, Tunus Caddesindeki Tercüman Gazetesi binasının arkasında, haber merkezimiz otelin havuzuna bakıyor, bize o kadar yakın yani…Metin Işık fırlayıp masadan kalkıyor, olayı izlemek, haberleştirmek için bürodan koşarak çıkıyor. Sonrası tam bir kabus. Çünkü Ankara Otelinde vurulan isimlerden biri onun ağabeyi Mevlüt Işık, Metin bu korkunç gerçekle karşılaşıyor, inanmak istemediğimiz  meşum haber bize de anında ulaşıyor, çok sevdiğimiz meslektaşımız Mevlüt Işık’ın henüz kırk yaşında yaşamını yitirdiğini öğreniyoruz.




Tam 36 yıl sonra gözümün önünden o trajedinin sahneleri birer birer geçiyor, Mevlüt’ün evine gidişimiz, yaşamının baharında, 40 yaşındayken yitirdiğimiz arkadaşımızın eşi, çocukları, annesi… Herkesin gözyaşları sel olmuş, tesellisi yok bu felaketin, hele Mevlüt’ün yakın arkadaşının menfur kurşununa kurban gidişinin izahı yok… (*)


——- Tercüman yılları—-


Mevlüt Işık’la Tercüman Gazetesinin Ankara Bürosunda masalarımız karşılıklıydı. Her sabah selamlaşır, şakalaşır, birbirimize çay ikram eder, ardından günlük işlerimize dalardık, çoğu kez düşünürüm:


-Onun kadar dürüst, sıcak, samimi, yardımsever dost bulunur muydu acaba? 

-Çok zor… 


Memleketi Kars’tan sık sık telefonla aranırdı, çünkü Mevlüt Işık herkesin derdine çare olmaya çabalardı, kimine akıl verir, kimine başvuracağı adresi söyler, hatta kimi hemşerileri akrabaları, “kızımız oldu, ne koyalım adını?” Diye soracak olurdu… Mevlüt’ün genellikle “Aybüke” deyişi hala kulağımda çınlar…




Bir ara 12 Eylül sonrasının askeri hükümeti Toprak Reformu tasarısını gündeme getirmişti, ikimiz tasarı metnini aynı günlerde ele geçirip haberleştirmiştik. Bir gün büro şefimizin haber kıskançlığından kaynaklı haksızlığına uğramıştı, Orman Bakanlığı bünyesindeki bir tesisin bahçesinde buluşup dertleşmiştik, şefe haksızlığını kabul ettirdik, Mevlüt masasına geri döndü.


—-Sigara içtiğinden haberim yok——-


Sigarayı bıraktığım günlerde herkesi sigaradan vazgeçirmeyi kendime iş edinmiştim, hedefimdeki isimlerden biri de Metin Işık’tı, Mevlüt’le konuştuk bu konuyu:


-Metin’i ben ikna ettim gibi… Sen de keşke arayıp ona destek versen, şevkini artırsan


Diyecek oldum, unutmuştum Metin’in onu baba yerine koyduğunu, aralarındaki ilişkinin gelenekten gelen, ataerkil bir tarzı olduğunu, dedi ki:


-Nursun ben onun sigara içtiğini bilmezden geliyorum, bıraksa çok sevinirim ama bunu ona söyleyemem çünkü içtiğinden haberim yok…


İşte o gün, biz çok değerli bir arkadaşı yitirdik ama Metin için ağabeyinin ölümü hiçbirimizin acısıyla kıyas kabul edilemeyecek kadar ağır bir darbe oldu. Zaman zaman dertleşirdik, ağabeyiyle geçirdiği yaşamdan anekdotlar anlatırdı, bekar yaşayan iki erkek kardeş için en kolay yemek olan yumurtanın envai çeşidini tükettiklerini, bu nedenle bir daha yaşamında yumurtanın y’sini bile duymak istemediğini söylemişti.  


Ne mutlu ki Metin, bayrağı ağabeyinin bıraktığı yerden aldı, onun hayallerinin neredeyse tamamını gerçekleştirdi, hem gazetecilikte hem siyasette çok başarılı oldu. 


—-Rüzgarlı’da geçen yıllar—-


Tuğrul Sarıtaş ve İlhan Kuyucu’nun birlikte hazırladıkları Rüzgarlı Gazeteciliği Belgeselinden bir alıntıda (**) Metin Işık ağabeyi Mevlüt’ü şöyle anlatıyor:


“Ben dünyaya gelince adeta gazete kağıdıyla kundak edilmiş  bir çocuktum, Kars’ta yayınlanan Ekinci Gazetesi ile matbaada çıraklıkla mesleğe merhaba dedim. 1972 yılının Aralık ayı, ortaokulda talebeyim, eksi 30 derecede gazete dağıtıyorum, ağzımdan çıkan nefes buza dönüşüyor, sonra okula gidiyorum, paydos zili çalınca matbaaya geçip mürettip çıraklığı yapıyorum.

Ağabeyim, ustam ve üniversitem Mevlüt Işık’tır.  Onun Ankara’ya ve Rüzgarlı Sokağa adım atması  1966 yılında olmuştur, bir yandan Ankara Belediyesinde çalışırken, bir yandan Ankara Ticaret Gazetesine yazı yazıyordu. 

Merhum Betül Uncular, Nahit Duru ve Barış Kaşıkçı Türkiye’nin gazeteciliğin okulunu okumuş ilk mektepli gazetecileriydi, biz de onların yanında çırak pozisyonunda alaylı gazeteciler olduk. Benim Rüzgarlı Sokağa adım atışım 1978 yılındadır. O yıllarda ağabeyim Mevlüt Işık, Mehmet Göktürk, Beşir Ayvazoğlu, Burhanettin Özbilgin ve Mete Bayındır’ın da aralarında olduğu güçlü bir kadroyla önce Yeni İstanbul, ardından Ayrıntılı Haber’in Ankara Temsilcisi olmuştu. Rüzgarlı Sokak bizim gazetecilik eğitimi aldığımız, haber ile yorum arasındaki farkı öğrendiğimiz yer oldu. “Haber Kutsal, Yorum Hürdür” ilkesiyle yetiştik, Berat Yurdakullar, Nazmi Bilginler’den feyz alma şansına eriştik. Gazetecilik bizim için hayatın anlamı olmanın yanı sıra geçim kaynağı olmuştu…”

Aramızdan ayrılışının 36. Yılında, meslektaşım Mevlüt Işık’ı sevgi ve özlem’le anıyorum, sabah sessizliğinde büroda, daktilosunun tuşlarından çıkan ses hala kulaklarımda, bugün yaşasa kimbilir hangi manşetlere imza atacaktı, belki siyasette önemli bir pozisyonda olurdu. Umarım gittiği yerde huzurludur. 

(*) https://gc-tr.org/mevlut-isiki-andik/#iLightbox%5Bgallery6154%5D/0

(**) https://www.facebook.com/share/v/QxNydXSHjtHMZ4DS/?mibextid=WC7FNe




Cuma, Ocak 05, 2024

Küçük kızdan büyük sözler…




Sedef Kabaş’ın  Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla nezarete götürülüp gözaltına alınışı, tutuklanışı (*) ve hapsedilişi, geride bıraktığımız yılın önemli olaylarından biriydi. 


-Neydi peki Sedef’in suçu? Bunu esaretteki ilk gününde o da kendine sormamış mıydı?


-…Sahi ben neden hapisteydim? Ne yapmıştım? Evet evet doğru bir atasözü kullanmıştım! Dünyanın her yerinde anonim olan atasözlerinden bile şahsi hakaret suçlaması çıkartılan bir ülkede hapislik bir “suç” işlemişim. Ülkenin ileri demokrasi diye diye ilerleyip geldiği son nokta burasıydı…


Ülkenin geldiği nokta Kabaş’a göre aslında neresiydi?


-…Mühürsüz oylar, denetimsiz sandıklar, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği seçimler sonrasında “biz öyle ya da böyle seçildik, ötesini berisini fazla kurcalama, bundan sonra da bizim dediğimizin dışına çıkma” yöntemiydi bu… Milli iradenin tecelli etmiş hali diye dayattıkları böylesi bir rejim, bireysel özgürlükleri sonuna kadar budayıp ülkeyi açık hava hapishanesine dönüştürmüştü. Sokaklar sakıncalı, meydanlar yasaklıydı. Her türlü itiraz “devlet düşmanlığına” denk kabul ediliyordu; grev protesto, yürüyüş ve benzeri her toplu gösteri anayasal hakkın bile olsa seni “terörist” veya “hain” suçlamalarıyla karşı karşıya bırakıyordu…


-E, böyle bir ortamda “malum! atasözü cezasız bırakılır mı?” 


6 polis,  “nedense gecenin ikisinde!” hemen gidip, Kabaş’ı gözaltına alıyor…


Sedef Kabaş, hepimizin aklında yer eden bu süreci, “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” başlıklı kitabında detaylarıyla anlatıyor. Aslında bizler o sürecin baştan sona yakın tanığıyız, hatta televizyonlarda, gazete sayfalarında yer alan her detay, görüntü ya da fotoğraf hala aklımızda ama bu kitap, hukuk sistemimizin nasıl işlediğini, özellikle “gazeteci yargılamalarının kimlerin iki dudağı arasında şekillendiğini” simsiyah harflerle kayda geçiriyor.


Sedef, akıcı bir dil ve ilginç bir kurguyla kaleme aldığı kitabında, hapishane hücresindeki ilk anlarından çocukluğuna, “baba özlemine,” İzmir’de dede-babaanne evinde geçirdiği okul yıllarına gidiyor, Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenciliğinden, ABD’de Fulbright bursu ile perdahlanan eğitimine uzanıyor, CNN International’da genç bir stajyer olarak edindiği deneyimleriyle döndüğü Türkiye’de iş ararken uğradığı “çekememezlikleri-haksızlıkları”  dile getiriyor, ülke sorunlarına bakış açısından, tutuklanışına, hakkında çıkarılan “polis, Kabaş’ı otelde evli sevgilisiyle bastı” dedikodusuna kadar, başından geçenleri açık sözlülükle anlatıyor. 


Sanıyorum, “yandaşlar” dışında pek çok gazeteci, özellikle de kadın gazeteciler Sedef Kabaş’ın meslekle ilgili anlatımını ilgiyle, hatta bir tür “de-ja-vu” gibi okuyacaktır.


-Peki bütün bu yaşanmışlıkların öznesi, bir tür otobiyografi niteliğindeki kitabın yazarı Sedef Kabaş acaba nasıl biridir?


Diye merak edenler vardır değil mi? 




İşte ben de onlardan biriyim aslında, bu nedenle kitabı büyük ilgiyle okudum. 


49 günlük tahliye sürecinin sonrasında Gazeteciler Cemiyetinin konuğu olarak Ankara’ya gelişinde yaptığımız söyleşi dışında Sedef Kabaş’ı “uzaktan” izlerdim. Söyleşi öncesinde kulağıma fısıldamıştı:


-Gördünüz değil mi hakkımda uydurulanları? 


O dedikoduyu duymuş ama “yok hükmünde” saymıştım… Belli ki çamur atmak istemişlerdi ona, ayrıca özel yaşamı kimi ilgilendirirdi ki?


Açıkça söylemem gerekirse bizim mahallede  “cam evlerde oturan erkek meslektaşlar,” karşı komşuya taş atmak isteseler, oturdukları o cam ev başlarına yıkılmaz mıydı? 


Ancak Sedef Kabaş, Balzac’tan yaptığı “Vicdanımız biz onu öldürmedikçe yanılmaz bir yargıçtır” alıntısıyla,  kendi vicdanıyla yetinmemiş, “Sisi lakaplı pek muteber birine -Adanalı zengin ve evli bir işadamı ile otelde yakalandı- haberini yaptırdılar. Kimmiş bu evli adam ben bilmiyorum. Hepsine tek tek dava açıyorum” diyerek bu dedikoduya da kitabında genişçe yer verip, çürütmüş. (**)


Sedef Kabaş’ın kitabında “malum atasözü” dediği sözle sonunda  bardağı taşırdığı, aslında cesur ve korkusuz eleştirileri yüzünden  “okkanın altına gittiği” herkes tarafından biliniyor. Neyse ki bu süreç şu anda hapishanelerde birer rehin olarak tutulan pek çok gazeteci ve siyaset adamına yapıldığı gibi aylar yıllar sürmeyip 49 günde tahliye ile sonuçlandı… Tabii şunu da kendimize sorsak mı acaba:


-Dört duvar arasında evimizde geçirdiğimiz bir kaç saat bile kimi zaman bize zor gelmez mi? Nerde kaldı 49 günlük bir hapishane serüveni?


——kitaptan alıntılar—-


İşte buyrun size Sedef Kabaş’in “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabından kimi satır başları:


ÇOCUKLUĞU: Kabaş’ın annesi ile babası Londra’da evleniyor, orada dünyaya gelen kızlarını küçüklüğünde İzmir’deki dede ve anneannesine gönderiyorlar. Sedef, babasını ilk kez 6 yaşında İstanbul’a döndüğünde havaalanında görüyor:


-“…Kalbim pat pat atıyor, uçaktan korktuğun için değil, babamı ilk kez göreceğim için… Karşıdan gelenler var, anneme, -babam hangisi?- diye sordum, o ilk buluşmada nasıl kucaklaştık hiç hatırlamıyorum, ama bu soru akımdan hiç çıkmaz: -Babam Hangisi?- Küçüklüğümde babam var ama yok gibi… Baba kız birlikte katıldığımız bir aktivite, başka yaptığımız bir sohbet, aldığı ufak bir hediye… Yok bunların hiçbiri…”


EĞİTİMİ: Sedef Kabaş, “yalnız bir çocuk” olarak geçirdiği yıllarda, kendisini okumaya-çalışmaya vermiş, başarılı okul yıllarını Boğaziçi Üniversitesinin “Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü”nü kazanarak kanıtlamış… O yıllarda en etkilendiği isimlerden biri Nermin Abadan Unat…(Nermin Hoca, bizim SBF yıllarımızın en parlak isimlerinden biriydi diye düşünüyorum, Kabaş’a hak veriyorum) Boğaziçi sonrası, ilk iş deneyiminde, Power FM’de başarısını kanıtlayan Kabaş, Fulbright Bursu kazanıp ABD’ye gidiyor, ayrıca CNN International’da çalışarak televizyon haberciliğinin girdisini çıktısını öğrenme fırsatı yakalıyor.


-Ooo, Türkiye’ye döndüğünde bütün televizyonlar peşinde koşmuştur…


Diyeceksiniz değil mi? Ama hiç de öyle olmuyor:


İŞSİZ KALIŞI: “…1997 yılında Türkiye’ye döndüğümde işsiz kaldım. Sonrasında girdiğim her işten ya atıldım, ya istifa etmek zorunda kaldım. Haksız rekabet, torpil, adam kayırma, ayağını kaydırma, gıyabında yapılan dedikodular, nice entrika, siyasi baskı ne ararsan var…”


Bu sayfaları okurken, “Ah dedim Sedef, bu söylediklerin ne kadar tanıdık… Nedense hep de kadın gazetecilerin başına geliyor” diye düşündüm… Hele şu cümle Kanal D Ankara Bürosunun haber bültenine Ankara’da epey emek veren bana o kadar tanıdık geldi ki:


“…Kanal D Genel Yayın Koordinatörü Uğur Dündar ve Haber Koordinatörü Prof. Haluk Şahin benimle çalışmak istediler ancak haber müdürü koltuğuna yeni otur(tul)muş kişi, -Sen önce git benim MİT ile ilgili yazdığım kitapları oku (yani sonra belki haberci olursun) diyerek işe alınmama en baştan muhalefet etti…


ANNELİĞİ: Sedef’in yaşamı pek çok zorlukla “tek başına” mücadeleyle geçmiş, belki de bu deneyim onun “kusursuz anne olma” hedefini perçinlemiş, doktorların “sezaryen” ısrarını elinin tersiyle iterek dünyaya getirdiği oğlu Yavuz’u anlatıyor:



“…Kendim baktım oğluma, 18 ay emzirdim, yıkadım, pakladım, kremleyip masaj yaptım, ninniler söyleyerek koynumda yatırdım, sürekli öpüp kokladım, her anının tadını doya doya çıkarmaya çalıştım…”


Yavuz’u “çok özel bir hediye” diye niteleyen Kabaş, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite (DEHB) teşhisi konulan oğlu için Allah’ın bir anlamda, “Sana öyle bir meşguliyet vereceğim ki, geçmiş kederlerine takılıp kalmaya zaman bulamayacaksın” mesajı verdiğini aktarıyor, o zorlu süreci anlattığı sayfaları okurken, “Sedef’in yaşamının annelik döneminden alınacak ders de çok” diye düşündüm.


Peki Sedef’in “geçmiş kederler” dediği olay neydi? 


KARDEŞ KAYBI: Sedef’in çok sevdiği, kendisinden 10 yaş küçük olduğu için “anne gibi özen ve sevgiyle bir anlamda büyüttüğü kardeşi Yunus’u 26 yaşındayken bir trafik kazasında yitirmesi ve organlarını bağışladıkları 4 kişiye yaşam verişleri” kitabın en dramatik sayfaları..


MAPUSLUK KAHVESİ: Sedef bu kitabı kaleme almayı hapishane günlerinde tasarlamış… O günlerden pek çok anektoda kitabında “cezaevinde kız kardeşlik” başlığı altında yer vermiş. Hapiste,  kendisine en çok koyan olaylardan birinin Yavuz’dan ayrı düşmek, 30 Ocak’taki doğum gününde oğlunun yanında olamamak  olduğunu anlatıyor. “Kız kardeşlerim” dediği kadın mahkumlarla olan sevgi dolu diyaloglarını okuyanın gözleri doluyor. Kız kardeşlerinin, Sedef’in hapishane avlusunun üst katındaki hücresine ip-sepet yöntemiyle gönderdikleri ilk kahveyi içişini, lavaşın içine peynir koyup semaverde kızartarak hazırladıkları sigara böreklerini nasıl iştahla atıştırdığını okurken ise gülümsemekten kendinizi alamıyorsunuz…

 

Destek Yayınlarından çıkan “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabını okumak düşündürmekle kalmıyor, sorular sorduruyor, haksızlıklar karşısında isyan ettiriyor…


Kitapta “Malum Söz!” Diye  “şifreli” geçen sözü ise ben açık edeyim:


“Çür Pşıvunem yihame pşı xuştep, pşıvuner çemeş xuşt.” (***)


(*)https://www.sozcu.com.tr/cumhurbaskanina-hakaretten-gozaltina-alinan-sedef-kabas-tutuklandi-wp6905568


(**) Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur (10. Bölüm, Sayfa 121)


(***) http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=1239348








-

2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...