Bu Blogda Ara

gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gazetecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Ocak 05, 2024

Küçük kızdan büyük sözler…




Sedef Kabaş’ın  Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla nezarete götürülüp gözaltına alınışı, tutuklanışı (*) ve hapsedilişi, geride bıraktığımız yılın önemli olaylarından biriydi. 


-Neydi peki Sedef’in suçu? Bunu esaretteki ilk gününde o da kendine sormamış mıydı?


-…Sahi ben neden hapisteydim? Ne yapmıştım? Evet evet doğru bir atasözü kullanmıştım! Dünyanın her yerinde anonim olan atasözlerinden bile şahsi hakaret suçlaması çıkartılan bir ülkede hapislik bir “suç” işlemişim. Ülkenin ileri demokrasi diye diye ilerleyip geldiği son nokta burasıydı…


Ülkenin geldiği nokta Kabaş’a göre aslında neresiydi?


-…Mühürsüz oylar, denetimsiz sandıklar, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği seçimler sonrasında “biz öyle ya da böyle seçildik, ötesini berisini fazla kurcalama, bundan sonra da bizim dediğimizin dışına çıkma” yöntemiydi bu… Milli iradenin tecelli etmiş hali diye dayattıkları böylesi bir rejim, bireysel özgürlükleri sonuna kadar budayıp ülkeyi açık hava hapishanesine dönüştürmüştü. Sokaklar sakıncalı, meydanlar yasaklıydı. Her türlü itiraz “devlet düşmanlığına” denk kabul ediliyordu; grev protesto, yürüyüş ve benzeri her toplu gösteri anayasal hakkın bile olsa seni “terörist” veya “hain” suçlamalarıyla karşı karşıya bırakıyordu…


-E, böyle bir ortamda “malum! atasözü cezasız bırakılır mı?” 


6 polis,  “nedense gecenin ikisinde!” hemen gidip, Kabaş’ı gözaltına alıyor…


Sedef Kabaş, hepimizin aklında yer eden bu süreci, “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” başlıklı kitabında detaylarıyla anlatıyor. Aslında bizler o sürecin baştan sona yakın tanığıyız, hatta televizyonlarda, gazete sayfalarında yer alan her detay, görüntü ya da fotoğraf hala aklımızda ama bu kitap, hukuk sistemimizin nasıl işlediğini, özellikle “gazeteci yargılamalarının kimlerin iki dudağı arasında şekillendiğini” simsiyah harflerle kayda geçiriyor.


Sedef, akıcı bir dil ve ilginç bir kurguyla kaleme aldığı kitabında, hapishane hücresindeki ilk anlarından çocukluğuna, “baba özlemine,” İzmir’de dede-babaanne evinde geçirdiği okul yıllarına gidiyor, Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenciliğinden, ABD’de Fulbright bursu ile perdahlanan eğitimine uzanıyor, CNN International’da genç bir stajyer olarak edindiği deneyimleriyle döndüğü Türkiye’de iş ararken uğradığı “çekememezlikleri-haksızlıkları”  dile getiriyor, ülke sorunlarına bakış açısından, tutuklanışına, hakkında çıkarılan “polis, Kabaş’ı otelde evli sevgilisiyle bastı” dedikodusuna kadar, başından geçenleri açık sözlülükle anlatıyor. 


Sanıyorum, “yandaşlar” dışında pek çok gazeteci, özellikle de kadın gazeteciler Sedef Kabaş’ın meslekle ilgili anlatımını ilgiyle, hatta bir tür “de-ja-vu” gibi okuyacaktır.


-Peki bütün bu yaşanmışlıkların öznesi, bir tür otobiyografi niteliğindeki kitabın yazarı Sedef Kabaş acaba nasıl biridir?


Diye merak edenler vardır değil mi? 




İşte ben de onlardan biriyim aslında, bu nedenle kitabı büyük ilgiyle okudum. 


49 günlük tahliye sürecinin sonrasında Gazeteciler Cemiyetinin konuğu olarak Ankara’ya gelişinde yaptığımız söyleşi dışında Sedef Kabaş’ı “uzaktan” izlerdim. Söyleşi öncesinde kulağıma fısıldamıştı:


-Gördünüz değil mi hakkımda uydurulanları? 


O dedikoduyu duymuş ama “yok hükmünde” saymıştım… Belli ki çamur atmak istemişlerdi ona, ayrıca özel yaşamı kimi ilgilendirirdi ki?


Açıkça söylemem gerekirse bizim mahallede  “cam evlerde oturan erkek meslektaşlar,” karşı komşuya taş atmak isteseler, oturdukları o cam ev başlarına yıkılmaz mıydı? 


Ancak Sedef Kabaş, Balzac’tan yaptığı “Vicdanımız biz onu öldürmedikçe yanılmaz bir yargıçtır” alıntısıyla,  kendi vicdanıyla yetinmemiş, “Sisi lakaplı pek muteber birine -Adanalı zengin ve evli bir işadamı ile otelde yakalandı- haberini yaptırdılar. Kimmiş bu evli adam ben bilmiyorum. Hepsine tek tek dava açıyorum” diyerek bu dedikoduya da kitabında genişçe yer verip, çürütmüş. (**)


Sedef Kabaş’ın kitabında “malum atasözü” dediği sözle sonunda  bardağı taşırdığı, aslında cesur ve korkusuz eleştirileri yüzünden  “okkanın altına gittiği” herkes tarafından biliniyor. Neyse ki bu süreç şu anda hapishanelerde birer rehin olarak tutulan pek çok gazeteci ve siyaset adamına yapıldığı gibi aylar yıllar sürmeyip 49 günde tahliye ile sonuçlandı… Tabii şunu da kendimize sorsak mı acaba:


-Dört duvar arasında evimizde geçirdiğimiz bir kaç saat bile kimi zaman bize zor gelmez mi? Nerde kaldı 49 günlük bir hapishane serüveni?


——kitaptan alıntılar—-


İşte buyrun size Sedef Kabaş’in “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabından kimi satır başları:


ÇOCUKLUĞU: Kabaş’ın annesi ile babası Londra’da evleniyor, orada dünyaya gelen kızlarını küçüklüğünde İzmir’deki dede ve anneannesine gönderiyorlar. Sedef, babasını ilk kez 6 yaşında İstanbul’a döndüğünde havaalanında görüyor:


-“…Kalbim pat pat atıyor, uçaktan korktuğun için değil, babamı ilk kez göreceğim için… Karşıdan gelenler var, anneme, -babam hangisi?- diye sordum, o ilk buluşmada nasıl kucaklaştık hiç hatırlamıyorum, ama bu soru akımdan hiç çıkmaz: -Babam Hangisi?- Küçüklüğümde babam var ama yok gibi… Baba kız birlikte katıldığımız bir aktivite, başka yaptığımız bir sohbet, aldığı ufak bir hediye… Yok bunların hiçbiri…”


EĞİTİMİ: Sedef Kabaş, “yalnız bir çocuk” olarak geçirdiği yıllarda, kendisini okumaya-çalışmaya vermiş, başarılı okul yıllarını Boğaziçi Üniversitesinin “Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü”nü kazanarak kanıtlamış… O yıllarda en etkilendiği isimlerden biri Nermin Abadan Unat…(Nermin Hoca, bizim SBF yıllarımızın en parlak isimlerinden biriydi diye düşünüyorum, Kabaş’a hak veriyorum) Boğaziçi sonrası, ilk iş deneyiminde, Power FM’de başarısını kanıtlayan Kabaş, Fulbright Bursu kazanıp ABD’ye gidiyor, ayrıca CNN International’da çalışarak televizyon haberciliğinin girdisini çıktısını öğrenme fırsatı yakalıyor.


-Ooo, Türkiye’ye döndüğünde bütün televizyonlar peşinde koşmuştur…


Diyeceksiniz değil mi? Ama hiç de öyle olmuyor:


İŞSİZ KALIŞI: “…1997 yılında Türkiye’ye döndüğümde işsiz kaldım. Sonrasında girdiğim her işten ya atıldım, ya istifa etmek zorunda kaldım. Haksız rekabet, torpil, adam kayırma, ayağını kaydırma, gıyabında yapılan dedikodular, nice entrika, siyasi baskı ne ararsan var…”


Bu sayfaları okurken, “Ah dedim Sedef, bu söylediklerin ne kadar tanıdık… Nedense hep de kadın gazetecilerin başına geliyor” diye düşündüm… Hele şu cümle Kanal D Ankara Bürosunun haber bültenine Ankara’da epey emek veren bana o kadar tanıdık geldi ki:


“…Kanal D Genel Yayın Koordinatörü Uğur Dündar ve Haber Koordinatörü Prof. Haluk Şahin benimle çalışmak istediler ancak haber müdürü koltuğuna yeni otur(tul)muş kişi, -Sen önce git benim MİT ile ilgili yazdığım kitapları oku (yani sonra belki haberci olursun) diyerek işe alınmama en baştan muhalefet etti…


ANNELİĞİ: Sedef’in yaşamı pek çok zorlukla “tek başına” mücadeleyle geçmiş, belki de bu deneyim onun “kusursuz anne olma” hedefini perçinlemiş, doktorların “sezaryen” ısrarını elinin tersiyle iterek dünyaya getirdiği oğlu Yavuz’u anlatıyor:



“…Kendim baktım oğluma, 18 ay emzirdim, yıkadım, pakladım, kremleyip masaj yaptım, ninniler söyleyerek koynumda yatırdım, sürekli öpüp kokladım, her anının tadını doya doya çıkarmaya çalıştım…”


Yavuz’u “çok özel bir hediye” diye niteleyen Kabaş, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite (DEHB) teşhisi konulan oğlu için Allah’ın bir anlamda, “Sana öyle bir meşguliyet vereceğim ki, geçmiş kederlerine takılıp kalmaya zaman bulamayacaksın” mesajı verdiğini aktarıyor, o zorlu süreci anlattığı sayfaları okurken, “Sedef’in yaşamının annelik döneminden alınacak ders de çok” diye düşündüm.


Peki Sedef’in “geçmiş kederler” dediği olay neydi? 


KARDEŞ KAYBI: Sedef’in çok sevdiği, kendisinden 10 yaş küçük olduğu için “anne gibi özen ve sevgiyle bir anlamda büyüttüğü kardeşi Yunus’u 26 yaşındayken bir trafik kazasında yitirmesi ve organlarını bağışladıkları 4 kişiye yaşam verişleri” kitabın en dramatik sayfaları..


MAPUSLUK KAHVESİ: Sedef bu kitabı kaleme almayı hapishane günlerinde tasarlamış… O günlerden pek çok anektoda kitabında “cezaevinde kız kardeşlik” başlığı altında yer vermiş. Hapiste,  kendisine en çok koyan olaylardan birinin Yavuz’dan ayrı düşmek, 30 Ocak’taki doğum gününde oğlunun yanında olamamak  olduğunu anlatıyor. “Kız kardeşlerim” dediği kadın mahkumlarla olan sevgi dolu diyaloglarını okuyanın gözleri doluyor. Kız kardeşlerinin, Sedef’in hapishane avlusunun üst katındaki hücresine ip-sepet yöntemiyle gönderdikleri ilk kahveyi içişini, lavaşın içine peynir koyup semaverde kızartarak hazırladıkları sigara böreklerini nasıl iştahla atıştırdığını okurken ise gülümsemekten kendinizi alamıyorsunuz…

 

Destek Yayınlarından çıkan “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabını okumak düşündürmekle kalmıyor, sorular sorduruyor, haksızlıklar karşısında isyan ettiriyor…


Kitapta “Malum Söz!” Diye  “şifreli” geçen sözü ise ben açık edeyim:


“Çür Pşıvunem yihame pşı xuştep, pşıvuner çemeş xuşt.” (***)


(*)https://www.sozcu.com.tr/cumhurbaskanina-hakaretten-gozaltina-alinan-sedef-kabas-tutuklandi-wp6905568


(**) Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur (10. Bölüm, Sayfa 121)


(***) http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=1239348








-

Salı, Aralık 05, 2023

Nazlı Ilıcak’ın hapse girmeden önceki gecesi…




Son günlerde Bülent Eczacıbaşı’na atfedilen, aslında Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı bir yazı  (*) dolaşıyordu paylaşımlarda, nefis bir yazıydı, hayran olmuştum,  ben de paylaştım… 


Aslında yazıyı okurken, “ben sanki bu cümleleri bir yerlerden hatırlıyorum” gibi bir kuşku girmişti aklıma ama “esas olan içeriktir,” deyip paylaştım işte…


Derken, Facebook hesabıma çınnn diye bir mesaj geldi :


-Bu yazıyı Eczacıbaşı yazmaz. Eğer bir işadamı bugün Türkiye’de böyle bir yazı yazmışsa boşuna dikta rejiminden söz ediyoruz demektir…


Mesajdaki imza, Ayşe Nazlı Ilıcak…


Başımdan aşağı kaynar sular döküldü… 


Nazlı Hanım, siyasi atmosferin göbeğinde yaşayan, yarım asrı aşan gazeteciliğinin ötesinde İstanbul’daki iş camiasıyla, büyük olasılıkla Eczacıbaşı ailesiyle de yakınlıkları olan bir isimdi çünkü. 


Hata yapmıştım demek…Hemen  araştırdım… Yazı gerçekten Bülent Eczacıbaşı’na ait değilmiş, bu ortaya çıktı, Yılmaz Özdil 2018 yılında yazmış bu yazıyı…


Nazlı Hanıma durumu yazarak bildirdim, “Haklısınız, hemen düzeltiyorum” dedim. Benim bu “herkese açık!”paylaşımımı okuyan ve paylaşanlardan da özür diledim ve yazıyı gece yarısı hesabımdan kaldıracağımı bildirdim, bu kez Nazlı Hanımdan yine ama daha sert bir yanıt geldi:


-Bülent Beyin başını belaya mı sokacaksınız?


Ben:


-Böyle bir kastımız olamaz tabii ki…Çok hoşuma gitmişti, çok cesur bulmuştum…


Diye yanıt verdim.


Fakat Nazlı Ilıcak’ın “Eğer bir işadamı bugün Türkiye’de böyle bir yazı yazmışsa boşuna dikta rejiminden söz ediyoruz demektir…” sözü uzun süre kafamı kurcaladı… 


Yıllarını dikta rejimleriyle  ve vesayetle mücadeleye ayıran, bu uğurlarda hapislere girip çıkan Nazlı Hanım’ın sözlerinde bugünkü hükümetin  aslında bir “dikta rejimi” olduğu îmâsı yok muydu?  

Oysa ilk başta Recep Tayyip Erdoğan’la AKP kurucularına sınırsız destek vermemiş miydi? Cezaevinden yazdığı mektupta bile Erdoğan’a (**) “el eleydik” dememiş miydi?


Üstelik Ergenekon ve Balyoz kasırgası sürerken pek çok yazısında,  hapse atılan askerleri acımasızca eleştirmemiş miydi?


Bu düşünceler kafamı kurcalarken, benim özür dileyip, geceyarısı paylaşımdan kaldırma sözü verdiğim yazıya yorumlar devam ediyor, yıllarca ekonominin nabzını en iyi tutan gazetecilerden, meslektaşım Nurhan Yönezer “bir işadamı böyle yazı yazmaz” diyor… Bir dost ise, “Nursun yahu, yazısını Bülent Eczacıbaşı’na mal ettiğin Yılmaz Özdil’e ayıp olmadı mı şimdi?” Diye soruyor. 


Yılmaz Özdil’in de bir Facebook sayfası var biliyorum, “gerçi o bizim paylaşımlarımıza filan bakmaz” diye düşünüyorum, onun için, Özdil’e de telefonla mesaj göndererek düştüğüm hatayı ve Nazlı Ilıcak’ın uyarısıyla düzeltme yaptığımı aktarıyorum, Özdil, teşekkür ediyor, “Nazlı Hanım ne demişti?” Diye soruyor, yazıyorum:


“Eğer bir işadamı bugün Türkiye’de böyle bir yazı yazmışsa boşuna dikta rejiminden söz ediyoruz demektir…


İşte gece bu mesajlar paylaşımlar, yorumlarla o kadar yoğun geçiyor ki şaşırıyorum:


-Demek insanlar gelinen noktada o kadar bunalmış ki, bilgi edinme, söz söyleme, yorum yapma özgürlüğünü artık kendilerini daha özgür hissettikleri sosyal medyada arıyorlar…


Karanlık gece, yerini soğuk, puslu, “kurşun gibi ağır havaya”  4 Aralık sabahına bırakıyor… 


Günün inanılmaz haberi:


Nazlı Ilıcak hapse (***) giriyor… 


Ne oldu, neden? 


Detaylar  ortaya çıkıyor, Nazlı Ilıcak,  2016 yılında yazdığı bir yazı nedeniyle Orhan Kapıcı ismindeki Cumhuriyet savcısının açtığı davayla ilgili hüküm giymiş,  istinaf  yeni onaylamış… İşin ilginç yanı Nazlı Ilıcak’ın o tarihli yazısını bulmak imkansız, yazdığı gazete bütün yazılarını sayfalarından çıkarmış…


Benim aklımda bir önceki gece var…  Nazlı Hanım, “Bülent Beyin Başını belaya mı sokacaksınız?” Derken kendisinin ertesi gün hapse gireceğini demek biliyordu…


Keşke o yazıyı “Bülent Eczacıbaşı yazmış olsaydı” diyorum… 


Ya da o yazıyı hepimiz bir kez daha paylaşsak, yüzler, binler, milyonlar  yeniden paylaşsa… (****)



(*)https://www.sozcu.com.tr/turk-tabipler-birligi-wp2198008

(**)https://t24.com.tr/haber/nazli-ilicak-cumhurbaskani-erdogan-a-mektup-yazdi-size-cok-haksizlik-ettim-ozur-dilerim,840813

(***)https://www.diken.com.tr/nazli-ilicak-yeniden-cezaevine-girdi/

(****)https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yilmaz-ozdil/turk-tabipler-birligi-2198008/

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...